Bozkıra, atlara ve ülkemin insanlarına dair

BOZKIRIN ATLARI YAMAN ÖLÜR - ZEKI BULDUK - MUHİT KİTAP
BOZKIRIN ATLARI YAMAN ÖLÜR - ZEKI BULDUK - MUHİT KİTAP

Bozkırın Atları Yaman Ölür, Zeki Bulduk'un memlekete, bozkıra olan inancından doğmuş gibi. Özlediği bozkırın ruhuyla örüyor öykülerini ve ekliyor; "Bozkırın bağrına doğmuş bir çocuktum ve gönlümü bir portakal bahçesinde avutacaktım. Hem ömür dediğin neydi ki kurdu, kuşu, âdemi anlamadıktan sonra? Zaten anlayamamıştım..."

  • "Yazlar bilirim memleketime özgü
  • ...
  • Güzler bilirim ülkeme dair"
  • Erdem Bayazıt

Zeki Bulduk'un Muhit Kitap'tan çıkan Bozkırın Atları Yaman Ölür adlı kitabındaki öyküler, ilk öykü de dâhil olmak üzere birbiriyle ilintili ve aynı hissiyatı bölüşüyor. Kitap, dört bölüm olarak tasnif ediliyor. Çoğu öyküde anlatım üstü kapalı ilerliyor. Bazı imgeler tekrarlanarak okuyucuya yol gösteriyor olsa da en dikkat çeken nokta yazarın dilindeki gizlilik. Gözler önüne serilenle değil, görünenin ardındaki görünmeyenle de muhatap olunuyor. Tarihin folklore, gerçeğin masala karıştığı zamanlardan kalma tersine anılar da söz konusu. Yazar, titizce ve incelikle seçtiği kelimelerle bütünlük oluşturuyor ve böylelikle anlatmak istediği olayı daha somut daha akılda kalıcı hale getiriyor. Örneğin, bir yorgunluk vardır ki karakterin üzerinde, ancak rahvan giden atlar anlayabilir bunu; biz dinleyemeyiz, dinlesek de anlayamayız. "Hani seninle Veliefendi Hipodromu'ndaki mezuniyet gününde gördüğümüz atlara değil, yaban atlarına söylemek istiyorum bu yorgunluğu." cümlesiyle anlatıyor durumunu.

Yazar, bozkır insanına can verdiği öykülerinde; orada doğup büyüyen, emelleri için oradan ayrılıp modern kente yol alan, aklı daima geldiği topraklarda kalan Anadolu insanının dertlerine, yorgunluklarına, pişmanlıklarına ve hayallerine yer veriyor. Anadolu insanının içtenliğini, yiğitliğini, yüreğindeki sevgiyi, yorgun, düşünceli, emekçi halini ve Anadolu'yu içeriden tanıyan yazar, gerçekliği algılayışı, yorumlayışı ve yansıtışı ile okuyucuya güçlü ve sağlam bir zeminden sesleniyor. "Ara Metin"de köyünde kalıp toprağına kök salmak isterken rüzgârda savruldukça sürüklenen karakterin içinden geçenler satırlara şöyle dökülüyor: "Gittin, gittin ama gönlün yine de o kurak topraklarda, birbirlerinin çukurunu kazan insanların yanında kaldı...yine de köyünde kalmak istiyordun." Kurak da olsa, türlü hileler de yapılıyor olsa Anadolu toprağı, yine Anadolu toprağıdır. İnsanın duyuş ve düşünüşüne etki ediyor, dönüp dolaşsa da gönül, o doğaya hayranlık duyuyor.

"Sükûnet" öyküsünde bozkırda doğmuş, o sapsarı, tenini kavuran kurulukta yüzüne vuracak esintiyle bir ömür yetinebilecek Anadolu insanı, huzura yine Anadolu'ya yaklaşınca kavuşuyor: "Gönülçelen bir tarafı vardı ayaklarımın altında uzanan Anadolu yollarının. Geride kalanları unutmuştum sanırım. Bir masalın içine düştüğümü uzun zaman anlayamadım." Cesur, yiğit, saf ve temiz Anadolu insanı bu coğrafyanın kaderini değiştirecek güçtür, "Hileli Kağan" öyküsünde ise bu durum şöyle ifade ediliyor: "Anadolu'nun bakir toprağından senin gibi delikanlılar çıkardı işte. Ülkenin önünü senin gibi gençler açabilirdi." Anlatıcının bu gençlikten ümitli olduğu söylenebilir çünkü el değmemiş topraklarda zihinleri temiz, yürekleri güzel insanlar filizlenir. Taşraya dair ne varsa -sıkıntı ve keder içerse de- samimi ve sıcak addedilirken; modern kent, kendisinden kaçılan, kalabalık, karmaşık ve kötücüldür. Böyle büyük kentlerde Tanrı'yı ararken bittabii kötülüğe de rast geliniyor. "Kayıp Sultan" öyküsünde "Zaten bu şehirde insan Tanrı'yla şeytanın sesini birbirine karıştırmaktan kendini alıkoyamaz." diyor kahraman.

Kent kimi zaman insan yutan dev gibidir, uçsuz bucaksızdır. "Eşikten Öte"de "Oysa altı yıldır bu insan azmanı şehirdeyim..." diyor diğer bir kahraman. "Bu şehrin baronları, bu şehrin muhafızları vardı; dantel gibi işlenmiş kıvrımlarına baktığımızda gözlerimizi oyan muhafızlar..." tam olarak bu şehir, sıradan insana göre değildir. Kente ve kırsala bakışın dışında yazar, "Verdiklerini ifşa edenlere" ithafıyla sunduğu "Onurlandıramadıklarımız" öyküsünde soğuk şubat günlerinde başörtüsü olduğu gerekçesiyle son sınıfta okullarından atılan, iş bulamayan ve onlara sadece iş tutmuş kocalar vermeyi vaat eden sisteme eleştiri yöneltiyor. Bir diğer düzen eleştirisini çocuklar için yapıyor. "Onun Ölümü II"de "...dünyanın masum çocukları ölürken yüksek maaşlı devlet memurlarının gıkının bile çıkmadığına şahit oluyorduk." diyor. Bu söylem, bugün de güncelliğini korumaya devam ediyor.

Özetle Bozkırın Atları Yaman Ölür, Zeki Bulduk'un memlekete, bozkıra olan inancından doğmuş gibi. Özlediği bozkırın ruhuyla örüyor öykülerini ve ekliyor; "Bozkırın bağrına doğmuş bir çocuktum ve gönlümü bir portakal bahçesinde avutacaktım. Hem ömür dediğin neydi ki kurdu, kuşu, âdemi anlamadıktan sonra? Zaten anlayamamıştım..."