Bizim oralar
Bu kitapta, vatanından ayrı düşen herkesten izler var diyebiliriz. Teknik anlamda da, öykülerin ele aldığı konulara yardımcı olacak düzeyde bir ritim, hız ve dil kullanıldığını görmek mümkün.
- "dédim isming néme? dédi ayxandur dédim yurtung qeyer? dédi turpandur dédim bashingdiki, dédi héjrandur dédim hayranmu sen? u dédi yaq yaq"
Ay Han'ım, geçtiğimiz Haziran ayında Ötüken Yayınları etiketiyle raflarda yerini aldı. 17 öyküden oluşan kitap "Mâziye Düşen Gölgemiz", "Her Zaman Hiçbir Zaman" ve "Kış Nesli" olmak üzere üç bölüme ayrılıyor. Bir kitaba başlamadan evvel yazarının özgeçmişini atlamamaya dikkat eder, öykülerde ona dair bir şeyler ararım. Misli Baydoğan'ın öykülerine mesken olan Ankara, yazarın yaşadığı ve yürüdüğü yolları da bize gösteriyor diyebiliriz. Memleketi Sivas'a ve çevresindeki diğer şehirlere mahsus dildeki bazı kullanımlarla sık sık karşılaşıyoruz. Kitabın ilk öyküsü "Öksüzler Çeşmesi"nde yukarıda bahsettiğim hususları açıkça görüyoruz. Bir çeşmenin etrafında akan hayatlar, sokaklar, mahalleler ve şehirler… Nostaljik bir duruş sergileyen öyküde eski zamanların Anadolu'sunu da görmek mümkün. Yazarın sık kullandığı başka bir şey daha var: Tarihte yaşamış bazı şahsiyetleri yahut yaşanmış bazı olayları alıp yeniden kurgulaması.
"Âkif 'in Kedisi" bunlardan biri. İstiklal şâirimiz Mehmet Âkif 'in karakter olarak seçildiği bu metinde, gerek Milli Mücadele sonrası dönem, gerekse kullanılan dil itibariyle Hâlide Edipvâri bir hava oluşturulmuş, diyebiliriz. Hem bu öykü özelinde hem de kitabın genelinde okur, bir çemberin etrafında oturmuş, hikâye anlatıcısının efsunlu hikâyelerini dinliyor. Tasvirler, uzun cümleler, yarıda kesildiğinde mecliste bulunanları merakta bırakacak kadar heyecanlı olan anlatım, bu hissiyatın oluşmasına katkıda bulunuyor şüphesiz. Tıp Fakültesi'nden yeni mezun olmuş, tahta bavuluna sığdırdığı kitapları ve birkaç parça kıyafetiyle, bu ülkeye hizmet etmek için can atan Mediha da yine okuyanlara Cumhuriyet'in ilk dönem eserlerindeki kadın karakterlerini anımsatacaktır. Çalıkuşu'nun Feride'si, Vurun Kahpeye'nin Aliye'si akla gelen ilk isimler olabilir. "Mediha Hanım'ın Çiçekleri", 1933'lü yılların hikâyesini anlatsa da bugünden de bir şeyler barındırıyor diyebiliriz.
Diğer metinlerde de karşılaştığımız tabiat övgüsünün ve doğaya dönüş imgesinin başlıktan itibaren öyküye sirayet ettiğini de görüyoruz. Mekân olarak Ankara'nın kullanıldığı öykülerde konaklar, paşalar, Mükerrem isimli karakterler olunca hâliyle okur, az evvel bahsettiğim yıllara ve o yılların metinlerine misafir oluyor.
Kitaba adını veren ve insanı buradan alıp Orta Asya bozkırlarına götüren "Ay Han'ım" adlı öykü, Şair Abdürrehim Ötkür'e ait ve birçoğumuzun Abdürehim Heyit'ten dinlediği "Uchrashqanda (Karşılaşınca)" şiiri ile başlıyor. Kitabın bu kısmına geldiğimde durup türküyü tekrar dinledim. "Doğu Türkistan'da bir yüreğe köz düşse, Türkiye'de içimiz yanar." diye de not düşmüş yazar sayfanın sonuna. Hem bu başlangıç sebebiyle hem de türkünün etkisiyle, öykü ilk etapta bana Aytmatov'un Cemile'sini anımsattı. Bir sohbet esnasında anlatılan yalın ama insanı çepeçevre saran o hikâyeleri bilirsiniz, "Ay Han'ım", tam da böyle bir metindi diyebiliriz.
- Kitabın arka kapak yazısında da yer alan "Harfleri giymeyi denedim; sözleri, notaları ve ağaç kovuklarını da… Sığamadım. Âdem'in suretini taşıyamadım. Ateşin külünü sevmedim, suyun girdabını… Yel olup essem tozu dumandan seçemedim, kaya olup ufalsam kökte hapsolan özümden ayrılamadım…" cümlelerini de bir kurdun ağzından duyuyoruz. Mitolojiden, destanlardan, "bize ait" hikâyelerden beslenen bu öyküler, yaslandığı yer itibariyle de "bizim oralardan" bahsediyor. Orta Asya, otağlar, gelin kızlar, atlılar, sabaha karşı sönmeye yüz tutmuş sobalardan çıkan dumanlar, Ankara sokakları, Yahudi mahalleleri, Çankaya, Hacı Bayram Veli… Bu portreleri kronolojik şekilde yan yana getirdiğimizde ise Türklerin tarih sahnesindeki yerlerine şöyle bir bakış atmış oluyoruz. Yazar, bazı metinlerinde yarattığı karakterle dertleşiyormuş gibi gelebilir. Öte yandan başı sonu olmayan, mektup edasıyla yazılmış bu öykülerde kendinizi bir yabancı gibi de hissetmiyorsunuz. Sanki bütün olan bitene siz de şahitsiniz. Hatta muhatap sanki sizsiniz.
Bu öykülerden biri olan "Yarım Dünya"da tanıdık, bildik bir şeylerle karşılaşacağınız aşikâr. Savaşın ortasında bile elindeki badem tohumunu dikip, her gün sabırla sulayan, çekirdeğin içindeki ağaçları, ormanları, savaşın olmadığı yılları, vatanını gören ve onlara tekrar kavuşmaya çalışan Faiza'nın hikâyesine şahit oluyoruz "Musul'un Bademleri"nde. Annesinin karnında bir "mülteci" olarak yaşayan ve dünyaya aynı "mülteci"likle gelen bir bebeğin yaşadıklarının anlatıldığı "Küçük Bilinç" ise şüphesiz kitabın en etkileyici öykülerinden bir tanesi. "Keşke annemin içine tekrar girsem, keşke beni ondan hiç ayırmasalar, annem hiç ağlamasa, düşsek de, sarsılsak da, aç da kalsak hepsini beraberce yaşasak ama bu bağıran, iteni çarpan insanların arasına hiç karışmak zorunda kalmasak diye geçti içimden." Bu sözler annesinin karnından ayrılan bir bebeğin sözleri gibi yazılsa da, aslında yurtsuz kalmış sayısız çocuğun temennisi değil midir? Ne yaşanırsa yaşansın, hepsini kendi "evinde" yaşamak, annesinin karnında, ülkesinde…
Bu kitapta, vatanından ayrı düşen herkesten izler var diyebiliriz. Teknik anlamda da, öykülerin ele aldığı konulara yardımcı olacak düzeyde bir ritim, hız ve dil kullanıldığını görmek mümkün. Misli Baydoğan, ortaya koymuş olduğu bu eserle hâlâ bir şeyler için çabalamanın mümkün olduğunu, bize ait olanın aslında çok uzakta olmadığını, hemen yanı başımızda olduğunu göstermiştir diyebiliriz.