Bizim Müstebit Hükümdarımız

Zırh olmayınca üstelik bir de ortaya, kumaşlara sarılı, etten ve kemikten bir gövde çıkmıştı.
Zırh olmayınca üstelik bir de ortaya, kumaşlara sarılı, etten ve kemikten bir gövde çıkmıştı.

Hükümdarımızın kusursuz yansıması ilk başta ordugâhlara getirilmiştir. Hükümdarlık tacı, yanındaki ahşap masada öylece duruyordu. Açık başındaki kumral saçları kıvırcığa çalmaktaydı. Sakalsızdı, bıyığı ise teşne dudağının üzerindeki müphem ve seyrek bir çizgiden ibaretti. Arsız bir kızıllık, küçük, düğme burundan başlayıp yanaklarına doğru yayılmıştı.

Bizim müstebit hükümdarımız; ismi zamanın cismi zeminin ötesine geçsin isterdi.

Günün birinde bu arzuyu yerine getirmesi için müstebit hükümdarımızın huzuruna cılız, ufak, solgun bir adamı çıkardılar. Kat kat gocuğun içine sarılmış bu yabancı, eşikten hafif adımlarla geçtikten sonra kömür gözlerini kocaman açarak hepimizi ve etraftaki her şeyi merakla süzdü. Sonra, kendisinden beklenmeyecek yamanlıkta bir belagatle kim olduğunu, niçin geldiğini uzun uzun anlattı.

Şeceresinden sayıp döktüğü isimler anlamsız ve saçmaydı; memleketi olarak bahsettiği yeri ise "Şehirler ve Şehriyarlar’’ kitabının hiçbir sayfasında bulamadık. Nitekim müteveccihen gelişindeki kararlılığı, amacını gerçekleştirme iradesi açık olduğundan tafsilatlar üzerine fazla durulmadı, müstebit hükümdarımız ona tez elden davranmasını salık verdi.

Yabancı, gözden kaybolduktan hemen sonra acayip, fenni teçhizatıyla dönünce, bu sefer nazarımızda cılız, ufak, soluk ve ürkütücü bir adama dönüştü.

Şimdi, işin nasıl olacağını anlatırken sesi kesin ve buyurgan bir hal almıştı. Ne yapması gerektiği kendisine anlatılan müstebit hükümdarımız, tahtından kalkıp aydınlık bir tarafa, anıtların, av ganimetlerinin, haraçgüzâr devletlerden gelme armağan ve peşkeşlerin önüne geçti. Tüm nişanlarını takıp takıştırmıştı.

Yabancının ona bir işaret vermesiyle hükümdarımız kabzası zümrütten yatağanını çekip, ucunu yere sabitledi. Diğer işaretten sonra da elini pelerininin içinden beline koyup yan durdu. Onu biraz süzdükten sonra adam, yanında getirdiği tuhaf, siyah kutuya başını sokup perdeyi çekti. Müstebit hükümdarımızın yalım gözlerini kutuya dikmesinin ardından beyaz bir ışık kümesi bir anlığına her tarafı öylesine sardı ki; sönüp gittikten çok sonra bile gözlerimizin içinde füruğ saçmaya devam etti. İşini tamamlayan yabancı, bir şey söylemeksizin bir baş selamı vererek gözden kayboldu.

Sonraki günler hep aynı sıradanlığında; işret meclisleri, av partileri, hokkabazlar, ahterşinaslar, birbiri ardına güreş müsabakaları ve çevgan oyunları (daima müstebit hükümdarımız galip gelirdi) ile geçti. Zaman, başımızı hoş ettiğimiz mey ve misk ile de birleşince yıkıcı tesirini iyice arttırdı, çağladı; böylece bizler, acayip yabancıyı ve göz kamaştıran ışığını hepten unuttuk.

Nitekim çok sonraları bir gün, soluk, cılız ufak ve ürkütücü adam onu hiç beklemediğimiz bir öğle vaktinde çıktı, geldi. Tüm gözler onu taacüple baştan ayağı süzerken o ufak cüssesiyle eğilip yerlere dek bir selam verdikten sonra müstebit hükümdarımıza çıkınında taşıdığı bir kâğıt parçasını vakarla takdim etti. Bu vesile ile biz bendeleri, sonsuz zenginliğe, zafere ve güzelliğe doymuş o yalım gözlerde ilk kez bir hayret parıltısını görebildik. Bugüne değin sakin bir dere başında ya da sim aynasında görmeye alışık olduğu suretini parlak bir kâğıt parçasında bulan müstebit hükümdarımız, solgun ve cılız adamın bu kâğıtlardan bir enfiye kutusuna sığacak boyuttan, bir kale duvarını süsleyecek boyuta kadar, üstelik dilediği sayıda yapabileceğini söylemesiyle onun üzerine lal ve cevheri öylesine yağdırttı ki yabancıyı sarayın çıkışına dek izleyip ardından dökülenleri toplayan bir cüce kalan ömründe müreffeh oldu derler.

***

Nakkaşlar; müstebit hükümdarımızı doru atının üzerinde, baştan ayağa zırha bürünmüş, gürzünü tüy gibi savururken resmederlerdi. Zanaatkârlar ise koca kayaları her yonttuklarında en tepedeki yıldızlar dahi onun heykelinin gölgesinde birer kandildiler. Kabartmalarda, hükümdarımız amâlika soyundan inmeler gibi uzun boylu ve iriydi. Şiirlerde tacı kamer tahtı asumandı.

Hükümdarımızın kusursuz yansıması ilk başta ordugâhlara getirilmiştir. Seferden dönen pehlivanları, onun suretini, açıkça, olduğu gibi gördüklerinde şaşırdılar fakat zamanla, evvelden hiç hissetmedikleri bir huzursuzluğun ağırlığı ile giderek ezildiler.

Hükümdarlık tacı, yanındaki ahşap masada öylece duruyordu. Açık başındaki kumral saçları kıvırcığa çalmaktaydı. Sakalsızdı, bıyığı ise teşne dudağının üzerindeki müphem ve seyrek bir çizgiden ibaretti. Arsız bir kızıllık, küçük, düğme burundan başlayıp yanaklarına doğru yayılmıştı. Yüzüklerle süslü, zarif ve biraz da muhannes eli; göz kamaştıran, keskin fakat tüm bunlara rağmen mağaraları mesken edinmiş divleri hizaya getirmekte yetersiz kalacak kılıcının üzerindeydi. Zırh olmayınca üstelik bir de ortaya, kumaşlara sarılı, etten ve kemikten bir gövde çıkmıştı. Fırlatılan bir harbe onu deşebilir, savrulan bir kor tenini dağlayabilirdi.

Vakanüvisler; onu zahir olanın tüm bilgisine vakıf olarak anlatırlardı; tefekkür deryasının dibi yoktu. O, her şeyden agâhtı, casusları; ahlaksız pehlivan, çerçici, haneberduş, çenesi düşük kalender, satranç ustası, albastı, şakacı bir çizmeci, arsız hânende, hileci zerger, reculiyeti akim hülleci, derviş kılığında gezerdiler.

Müstebit hükümdarımızın yansıması devlet dairelerinde, duvarlara asıldı.

Kalem ehli kişiler onun sureti ile karşılaştıklarında hayal kırıklığına uğramamaktan kendilerini alamadılar. Hükümdarımızın her halinden feraset sahibi, akıldan yana üstün birisi olduğu anlaşılmaktaydı ama ne kadar baktılarsa zafernamelerden ve fetihnamelerden okuyup, hakkında malumat sahibi oldukları; en sarp tepeye kondurulmuş müstahkem kaleleri (sık sık el değmemiş bir kıza benzetilir) hileleriyle dize getiren, azılı cinleri türlü mugalâtalarıyla şişenin dibine geri tıkan, geçtiği yerde en dar keçiyollarına kadar topografyayı hatmeden, bir ucundan öbürüne yedi dilbacla geçilecek memleketlere kendi elinden nameler dürebilen neviden bir adamın yüzünü göremediler.

Hükümdarımız mirad-ı Hûdaydı

Mekân özünden, özü bi-mekandı.

Bilinmelidir ki müstebit hükümdarımız aynı anda her yerde olmak istiyordu; bu sebeple dergâhlar, tekkeler ve mabetler de onun yansımasıyla dolup taştılar. Ulema, faziletli kişilerin dayanağı, âlimlerin hamisini parlak kâğıdın üzerinde, olduğu gibi gördüğünde derin şüphelere giriftar oldu. Hükümdarımızın basiret ve nur alametleri pişanesinden pek ala okunuyordu ama onda ne tanrısallığı ne de uzamsızlığı bulabildiler.

Böylece kuzeydeki çok soğuk olduğu için yaşam olmayan yerlerden, güneyde çok sıcak olduğu için yaşanamayacak yerlere dek hükmettiği topraklarda herkesin üzerine müphem bir huzursuzuk, güvensizlik çöktü.

Ülkemizin batı sınırı boyunca kimselerin geçmeye yeltenemeyeceği nehir uzanır. Tabiat, nehrin öte tarafındaki meçhul ve yabani âleme pek cömert davranmamıştır: orada uçsuz bucaksız bozkırdan başka şey yoktur. Bozkırın üzerinde göçebe barbarlar ve atları yaşar. Bunlar, savaşla dize getirilemeyecek kadar çok, barışla teskin edilemeyecek kadar aralarında bölünmüşlerdir. İşte, hükümdarımızın heyulası engel tanımaksızın cangalları, nehri ve bozkırı aştığında barbarlar, birbirinden uzakta yaktıkları ateşlerinin başında onu şaşkınlıkla incelediler.

Müstebit hükümdarımızın çehresi asileri sindirecek, mürtetlerde umumi korku uyandıracak cinstendi fakat bu ürkütücü görünüşün bile onları bahçe bostanlardan, sürülerden, şehirlerin parıltısından ve ipek libas giyen karavaşlardan uzak tutup; hiçbir şey vermeyen ama kaptığını götüren bir nehrin ardındaki hiçbir şey vermeyen ama her şeyi yutan bir toprağa hapsetmiş adamın yansıması olabileceğine inanamadılar. Şaşkınlıkları itiyada, sonrasında da horlamaya ve küçümsemeye dönüşünce uzak ateşleri git gide birbirine yanaştı. En sonunda bir gece biz medeniler, tek bir büyük barbar ateşi dışında bozkırın ufuklarında başka ateşin yanmadığını gördük.

Ertesi sabah on bini aşkın atlı, azgın nehri en çalak deminde zayiat vermeksizin geçip, üzerimize bela gibi çöktüler. Koyun hırsızı ve kervan soyguncusu, ün ve onur kazanmaya hevesli bir genç etrafında toplanmışlardı.

***

Kalemiz, sabah ve akşam yıldızından daha yükseğe kondurulmuştu. Güneş en tepedeyken onun naçiz bir burcu sanılır, Simurg ona şöyle dert yanardı: "Yuvamı senden yükseğe yapardım, yazgı olmasa...’’

Nitekim barbarlar; debbabeleri ile surlara yanaştıklarında, müstahkem kalemiz hakkındaki her şeyin, aynı hükümdarımız konusunda olduğu gibi muhayyilemizin ve sanatımızın bir desisesi olduğunu anladık. Askerler büyük bir zaaf ve acz içine düştüler. Barbarlar ise, şehrin muhtelif yerlerinde hükümdarımızın sureti ile her karşılaştıklarında kahkahalar attılar, iyice cesaretlenerek atlarını mahmuzladılar. Deccal, yani barbarların efendisi, ordusuyla müstebit hükümdarımızın umutsuzluğa kapılmış ordusunu kırıp geçti. Binlerce yıl beklenen savaş bir lahzadan kısa sürdü.

Nitekim sonrasında, şehrimizde başlayan kıyım şöyle anlatılır:

Çocukları babasız, külahları başsız, filbanları filsiz bıraktılar. Kement atarak, gürz ve hançerleriyle âşıkları firaktan, dertlileri gamdan, feylesofları gümandan azat ettiler. Ahd ve peyman ile kendisine âmân verilenler deliklerinden çıkınca çengellere gül oldu. Siyahı beyazdan, arifi ümmiden, ehrimanı mazdadan ayırmadılar. Kadınların ar perdeleri yırtıldı, nehirlerden mürekkep aktı, günler unutuldu, mağrip maşrike karıştı, kellelerden yapılan minareler Kuh-i Kafı aştı.

Yıkım ve yağma bitince, barbarlar fitne gemini saraya çevirdiler. Hükümdarımız doru atıyla meçhule azmetmek istedi ama yeni efendilerine yaranmak isteyen mekr ehli bir azatlı tirkeşinden çektiği okla zavallı hayvanı yüreğinden vurdu. Müstebit hükümdarımızın gözlerine mil çekip onu fildişi kuleye hapsettiler. Tüm suretleri toplatıldı, yakıldı.1

Barbarların genç kralına gelirsek: Sahipkıran, tahta çıkınca vezirlerine mühürler dağıtıp, ferisi kılıklı emirlerine hilatlar giydirdikten sonra kimseye bir şey söylemeden odasına kapanmıştı. Şimdi, gün boyunca ikircik içinde odayı baştan sona arşınlıyordu. Tebaaları eşiğinde yığıldılar fakat o, müneccimlerden maada kimseye geçit vermedi.

Bir müddet sonra dışarıda hayat mutat düzenine döndü. Barbarlar, müskiratlarını boynuz kadehlerde içtiler, işretlerde bulundular ve uzun temaşalarımıza rağmen amacını ve kaidelerini çözemediğimiz müsabakalar düzenlediler. Her şey olurken genç kral hala odasını turlamaktaydı.

Bundan sonrasını fazla uzatmamak lazım gelir: Yeni hükümdar, kapandığı odadan saltanatının doksanıncı gününde çıktı; kırışmış alnını, fersiz gözlerini ve uzun sarı saçlarına düşen akları görenler gençliğinin nasıl solduğuna şaştılar. Havaleliler gibi, bir yandan korku ile titriyor diğer yandan büyük bir heves içerisinde, aldığı kararı uygulamaya can atıyordu. Önce ürkekçe etrafına bakındı, sonra da yavaş, ikircikli adımlarla yaverine sokulup fısıldar sesle kendisine fotoğrafçıyı çağırmalarını söyledi.

  • 1 Bu vakayinamede Barbar Kralı’ndan ‘’Deccal’’, ‘’Şehirleri yıkmaya gelen iblis’’ diye bahsedilmektedir. Nitekim bizce kimseler ‘’şehirler kurmak’’ ve ‘’şehirler yıkmak’’ için savaşmaz. Gerçek şu ki: herkes dünyayı kendi dünyasına benzetmek için mücadele eder. Bu yüzdendir; medeniler girdikleri bozkırlara hamamlarını, ibadethanelerini, tiyatrolarını inşa ederler. Göçebeler ise girdikleri şehirlerde daha rahat at koşturabilmek için bunları bir bir yıkarlar.