Bir Yaz Hikayesi
Aslında Tarkan da yanmazdı… Gelin alayı kapının önünde beklerken, kız “inmem de inmem, on bin lira isterim,” deyince, o vakit ataydı yüzüğü, dinleyeydi sözümü, geç değildi aslında.
İşte dün gibi. Pembe saten şalvarımla Tarkan’a bakıyorum. Gözlerim alev. Yanlış kızı seçtin aslanım. Duyguların yalancı. Bu kız seni bitirecek.
Bu hikâyeyi anlatmasam olmaz. Bahar gelmiş, güller açmış. Menekşeler pembe mor sarı. Kız istemeler tamam, düğünlere ne kaldı? Bisikletler kırlara uzanmış. Eller papatyalara değiyor. Seviyor, sevmiyor, seviyor sevmiyor…
Onun için bu hikâyeyi anlatmasam olmaz işte.
“İmdaaat, imdaaat,” diye koşarak bağırdı kız. Düğünün tam ortasında hem de.
Müzik sustu kaçan gelini görünce.
Önce polis geldi. Peşinden düğün sahipleri.
Tuttular kollarından: N’oldu kızım, astılar mı kestiler mi?
“Kaynanaaam,” derken, hüngür hüngür ağlıyordu gelin. Kaynanam fotoğraf çekilmemize izin vermiyor memur bey.
Gerçekten mi? Bu zamanda hem de?
Kaynana çaresizce atıldı. “Abe yalan, abe yalan. Çok çekildiniz, yeter dedim sadece. Abe dilim kuruyaydı da demeyeydim. Rezil olduk elaleme.”
Ağlak gelin, masum pozları kesti. Ağzını burnunu yamulttu, gözlerini kaydırdı, omzunu “banane” cinsinden attırdı. Arkadaşı bu fırsatı kaçırır mı hiç. Şu tarafa bak, az sola, heh şöyle masum, dedi ve birkaç resim daha çekti.
Damat yere diz çöktü. Elinde bir çubuk, beton yeri eşeledi.
Herkesin ağzı bir karış açık, fısıldaşmalar başlamadan, “Abe yürün gidin işinize,” dedi polisler. “Aydi aydi.”
Müzik tekrar başladı. Telgrafıııın telleriiine, kuşlar mı kooonaaar, insan sevdiğine yavrum böyle mi yapar…
Polisler ellerini sağa sola döndürdü. Damadın aklı neredeymiş ki acaba.
Damat damat dedikleri Tarkan. Sarı saçlı, akçe pakçe bir şey. Anne babasının ilk göz ağrısı. Hem de ne ağrı. Kendi halinde bir oğlan, artist filan değil. Sessiz sünepe, ama anasının babasının yakışıklısı yani.
Evlerinin her köşesinde Tarkan’ın resimleri. Birinde dişleri dökük, diğerinde sırıtıyor, ötekinde uyuyor mesela.
Resimler bir yana, Tarkan’ın öyle pek bi merakı yok hayatta. Ama okula gidiyor, git dedikleri için. Gitmese ne yapacak. Bir ustaya çırak mı olacak.
Okula gidesiye uyur, servis yerinden oynasa yine uyur. Derste uyur, teneffüste uyur. Uyur da uyur.
Sen misin uyuyan. Bir uyandıran çıkar elbet. O büyük gün, yani kıvılcımların yandığı, kızla ilk bakıştıkları gün, nedense uyuyamamıştı. Erken mi yatmıştı, havaya cemre mi düşmüştü, kader işte. Kaptan radyonun düğmesine dokununca gözleri iyice açılmıştı.
Bahçeeeleeer deee börülce
Oynar geeeelin görüüümmcee, oynar geeeliiin gööörümce…
Her şey olup bittikten sonra, ablam en çok kaptana kızdı zaten, ablam dediğim Tarkan’ın anası. Kaptan dediğim servisi çeken.
Bilse hiç açar mıydı beya, adamcağız nerden bilsin? dedim ablama bir gün. Dedim ama, hak vermediğimden değil, maksat yatışsın, yangına körükle gidilir mi hiç. Gidilmeez. Ama kaptanın kapısına vardık yine de. İçimde kalacağına dedi ablam, söveyim de kurtulayım.
Kaptan pek mahcup oldu. Bilseydim ben gelirdim, dedi. Şaşırdım ben buna. Hep senin yüzünden, dedi ablam. Açmayaydın öyle ayıplı müzikler beya. Çeliverdin oğlumun aklını. Ellerimi kollarımı bağladım, kafamı salladım. Ablamın yanındayım. Yalnız bırakmam.
“Niye açtın be vicdansız? Abe yaktın evladımı. Te şuncağızdı, pırıl pırıldı, kuruttun bağımı bahçemi beya. Sarı papatyamdı o benim, ah.” filan derken ben başımı ötelere çevirdim.
Ayçiçekleri güneşe bakıyordu. Ablamla kaptanı bırakıp koşasım geldi. Kendi derdimdeyim. Bir gün bana da sarıpapatyam diyen çıkar mı acaba?
Kaptan dedi ki, yer yarılsa da içine girsem be ablacım. En iyisi ben sizi eve bırakayım.
Bırak be abla, dedim, adamcağız pişman. Adi gidelim.
Kaptan bizi eve kadar bıraktı sağ olsun. Kibar adammış. Beklemezdim hiç. Ablama baktım. “Çocukların aklına girdin. Abe kızanım tertemizdi,” diye sayıklıyordu, yazık. Kaptan aralıksız tövbe ediyordu. Tüh tüh tüh. El alışkanlığı, radyoyu açacakken çekiverdi parmağını. Tövbe tövbe, dedi bana bakarak. Başımı çevirdim. Kirpiklerime rimel sürmüştüm, ne olur ne olmaz. Keşke açmasaydım, dedi tekrar. Adammış. Saçımla oynadım. Bir daha mı, tövbe, dedi.
Kaptan dedim, o gün hangi şarkıyı açmıştın.
Bilmeden oldu beya, sıradan çalıyordu, hani şey var ikimizin resmini…
“Oooo ooo oooo, sen yana, ben cama. Ooo oooo oooo sen yana ben cama… İkimizin resmini çıkarsınlar yan yana. İkimizin resmini çıkarsınlar yan yana…” o mu dedim omzumu oynatarak.
Doğru bildin, ne güzel söyledin kız, işte o, dedi.
Hayrola kaptanbeyefendi, dedim tokamı düzeltirken, senin de mi yavuklun var yoksa?
Yok be gülüüüm, nerdee. Kim bakar benim gibi gamlıya? Kim bakar…
A-a nerden gülün oluyorum senin, demeye kalmadan toparladı.
Pardon laf icabı şeyettim, dedi.
Hayatımda ilk defa biri bana gülüm dedi. Hoşuma gitti. Kıyamadım.
Üzülme madem, dedim, seninki de can, olan olmuş. Ablam aramızda değildi hâlâ, kafası camda, kim bilir nereye gitmişti. Kızın saçını mı yoluyordu, Tarkan’ı emzirdiği günü mü hatırlıyordu. Emzirirken abdest almamış mıydı, kim bilir.
Ablaa, abla, uyan, dedim sonunda. Geldik. Usulca uzaklaştı servis. Dönüp bakmadık.
Radyoyu açtığını farkettim ama inerken, ah dedim sen akıllanmazsın kaptan. Yürü be abla. Yürü. Çekilecek kahrın varmış.
Gerçekten temiz oğlandı Tarkan. Babasından öğrendiği küfürleri saymazsak yani. Sokakta misket oynardı, top sürerdi. Fena arkadaşları yoktu. Jöle sürmezdi.
Asan asaaan, derdi. İn de tek kale maç yapalım.
Tek kale maç yaparlardı daracık sokakta. Kadınlar çekirdek çitlerdi kapı önlerinde. Çamaşırlar iplerde kururdu o vakit. Havasını ala ala. İki gazoz bakkaldan. Bisiklete binerlerdi. Serinlemek için ya çimlere uzanırlardı ya da soğuk cami duvarlarına yaslanırlardı.
Cami hocası da insaflı adammış. Namaz kılmış-kılmamışlar mesele etmezmiş. Kendisi anlattı. Böyle gide gele alışırlar nasılsa dermiş. İki şeker iki bişi verirmiş onlara. “Gelin ayran var. Gelin karpuz yiyelim, a kızanlar.”
Hoca devam etti konuşmaya. Hiç beklemezdim Tarkan’dan beya. İnsan bir arar araştırır di mi ya. Size lokum ikram edeyim. Çifte kavrulmuş. Yok mu bizim Arif, o getirdi yatsıda.
Lokum güzeldi hakkaten. Eteğimi toplayıp çömdüm yere. Düşündüm, hoca çalgıdan çengiden anlar mı acaba? Gönlüme göre birini bulamadım, vay, ama gırgırımı geçiyorum, oh.. Sevmek kolay mı beya. Adam bulmak her vakitte. Şöyle heybetli. Bonkör tayfasından. Oynadığında yapıştıracak bir beşlik alnına. Aç müziği diyecek gerilince. Kültürlü olucak. Okuyup okuyup bunalmıcak ama. Allah’tan ümit kesilir mi hiç? Kesilmeeezzz…
Şükredersen Allah yüzüne güler, derdi ninem. Doğru söylemiş valla. Kurban olduğum Allah’ım hep güldü yüzüme.
Keşke Tarkan’a da güleydi dedi Hasan bir gün. Hasan, hani Tarkan’la tek kale maç yapan. Olayların detayını bir de o anlattı. “Ben de aynı servisteydim o gün,” dedi. “Piknikleri kaçırmam.”
Aa dedim, demek o gün pikniğe gidiyordunuz. Ben de diyorum Tarkan niye uyumadı, hayret.
Tarkan’ı bitiren işte bu şarkı oldu abla, dedi. Güzel şarkı ama, di mi.
Hem de çok.
Kaptan, frene basıyor, Tarkan’ınki servise zıplıyor ve şarkı gençler için geliyor:
İnce giyerim ince
Pembe yakışır gence
İnce giyerim ince…
Şarkıyı geç Hasan dedim. Başka?
Kızın anası balkondan bakıyormuş. Üzerindeki pembe elbiseyi de anası dikmiş zaten. Anası terziymiş, kız bununla övünürmüş. Babası da servisçiymiş, bilmem kaç tane servisi varmış. Patron adam yani. Aile forslu. Minnet edecek bir durumları yok kimseye yani.
Sen zenginden korkacaksın zaten abla, dedi.
Tarkan genelde uyur, bilirsin, diye devam etti.
Bilmem mi. Ben de onu diyorum. Hayret.
Gerisi aynı işte. Biraz kaptanın marifeti biraz baharın, kapıdan heyecanla binen deli kıza vurulmuş bizimki. Tarkan sonraları kıza sarılıp sarılıp şöyle diyecekti. Bak normalde uyurdum haa, vardı o gün bişi. Kader kızım bu, kader.
Evet, diyecekti kız da, servise oynayarak binmiştim o gün. Şarkıyı üzerime alındım doğal olarak. Hah.
Böyle dediğine bakmayın, müzik bahanesi. Yerinde duramaz o. Tarkan da onun tam tersi. Ama kibar, idaresi kolay bir şey.
Tam da bu yüzden, üç vakte, acil bir kararla, elinde çelenkvari bir çiçek, kız en büyüğünden olsun demişti çünkü, bir metre boyunda, pembe mor sarı cart bir buketle Tarkan, zile bastı.
Zıır zıııır.
O gece, iki aile arasında geçen en sakin geceydi.
Kahvenin içine pul biber konmuştu. Sadece Tarkan değil anası da almıştı nasibini.
Bu çok şey anlatıyordu. Ama ablam yanlışlıkla oldu sandıydı.
- Aman beya, n’olcek komşum, heyecandandır, demişti saf saf.
- Nah heyecandan, bildiğin biber boca etmiş. Ayağını denk alasın.
- Yok beya, senin için fesat. Şuncacık kız. Niye yapsın?
Meğer ben safmışım, diyecekti yıllar sonra ablam, senin için temizmiş komşum.
Üniversiteye girmekten vazgeçti böylece Tarkan. Kayınpederinin yanında işe başladı. Gelirini garantiledi. E her şey hepten kötü olamaz zaten. Tarkan servis çekecekti bundan böyle. Serviiiis. Tarkan aşklı meşkli şarkılar çalmayacaktı ama. Bilirsiniz, ben yandım, eller yanmasın hesabı.
Aslında Tarkan da yanmazdı… Gelin alayı kapının önünde beklerken, kız “inmem de inmem, on bin lira isterim,” deyince, o vakit ataydı yüzüğü, dinleyeydi sözümü, geç değildi aslında.
İşte dün gibi. Pembe saten şalvarımla Tarkan’a bakıyorum. Gözlerim alev. Yanlış kızı seçtin aslanım. Duyguların yalancı. Bu kız seni bitirecek.
Tarkan, dediğimi anladı, anladı ama, ok yaydan çıktı be abla, dedi.
Ellerini beline koydu. Başını eğdi. Hadi gülüm, in arabadan, dedi.
İner mi gelin, inmez.
Dayanamadım. Vardım arabanın başına.
Abe in şu arabadan, car car car... Yolu tıkıyorsun, naş naş, dedim. Dudakları büzüldü, tıpış tıpış indi arabadan.
Bi şekil alayı atlattık.
Düğünde olanları cümle alem biliyor zaten. Ama bilinmeyen bir şey var ki, onu da sona bıraktım.
Her şey tatlıya bağlanır ya. Bağlanmalı yani, ana yüreği böyle ister. İnsan anasını üzer mi hiç. Tarkan, “alo, ana, biz geliyoruz,” demiş. Özür dilemeye gelecekler hesapta. İyi, gelin be yavrum, demiş ablam. Ne desin.
Zil çalınca dua ederekten yürümüş kapıya. Bir şaşırmış önce. Damatlık-gelinlikle dikiliyorlarmış öylece. Ablamın kafası düğün gününe gitmiş, acaba demiş bir an için, kâbus muydu her şey, bismillah.
Ses etmemiş onlara, “ama mutfakta bi soğuk su içmeyi de ihmal etmedim,” dedi anlatırken. “Oturup üç yudumda içtim, Felak-Nas okudum korkumdan.”
Ana demişler, özrümüzü diledik. Biz gidiyoruz. Sen de canını sıkma artık.
Hayırdır, demiş ablam. Fotoğraf çektirmeye mi? Dilini ısırmış, ama boşuna.
Yok be ana. Fotoğraf çekilir tabii de… Arkadaşların düğünü için hazırlandık. Onlara sürpriz yapcaz, sürpriz…
Tam üstüne gelmişim. Acımadım ikisini de kovaladım. Peşlerinden terlik fırlattım.
Belki de o terlik etti Tarkan’ı böyle. Sustu içine kapandı üç vakte. Kızı boşadı, boşadı ama kafa hala gidik.
Şükret be Tarkan diyorum ara sıra. Daha çok çekerdin o terliği yemeseydin, çook.
- yalnızdı. mutsuzdu. pencereye doğru yürüdü. pencerenin dibinde durdu. elini titreşen perdeye uzattı. araladı. kısık gözleriyle dışarıya bakarken, duraksadı. usulca çevirdi başını, yazarına baktı;
- “olum yeter ya, millet neler yazıyo, sen hala yalnızdı, pencereye doğru yürüdü filan. yazma lan beni. bitti olum bunlar, pencereye yürüdük baktık, tamam bitti. uçmak istiyorum olum ben, ejderha istiyorum. nalbant olup da mecburiyetten krallığın başına geçen şaşı bir adam olmak istiyorum, başka birşey aklına gelmiyor mu, sürekli yalnızdı, pencereye yürüdü. yürümüyorum lan. atlarım valla. bırak.” (Güray Süngü)