Bir parça yaşam

Her gün yeniden başlayan bir oyun. Bir ürperti her seferinde. Başımdan aşağı kaynar sular...
Her gün yeniden başlayan bir oyun. Bir ürperti her seferinde. Başımdan aşağı kaynar sular...

Söyledikleri duyulmuyor, anlamaya çalışan da yok. Telaşla dönüyorlar çevresinde, çocukları dışarı çıkarılıyor. Oysa son anlarında ona biraz sükûnet hediye etseler ve yaklaşsalar dudaklarına... Capcanlı hırıltılarla söylenmiş, soldan sağa beş harfli bir ismi duyacaklar. Tebessümle fısıldanan bir son sözü. "Bir parça daha," diyecek adam mutlulukla, "bir parça daha yaşam."

Rüyacı çırağı çok düşünceliydi:

Ben bu öykünün baş kahramanı değilim. Çok fazla konuşmaya da hakkım yok. Hatta düşünmem bile tehlikeli. Ustam kızar ben düşününce, "Bir gün karıştıracaksın bir şeyleri ama bakalım ne zaman." der. Elimde değil ki. Dalıp giderim sürekli, zihnimde başkalarının rüyalarını oynatırım. Şimdi de öyle yapıyorum. Ne âşık gençle, ne şu hiç görmediğim kızla, ne de ölüme yürüyen ihtiyarla bir ilişkim var. Ölümün kıyısındaki Necdet amcayı bir iki defa ziyarete gitmiştik gerçi, rahmetli dedemin arkadaşıymış gazeteden. Bana rüyacılığın güzelliklerinden ve olası tehlikelerinden bahsederdi. Babası bir gazete haberi yapmış zamanında konuyla ilgili. Amca bu işlerden anlamam ben, çıraklık yapıyorum sadece demezdim. Dinlerdim, zaten hepi topu kaç dakika...

Ama artık onu çok yakından tanıyorum. Genci de öyle, sevdiği kızı da hatta. Rüyalar yapıyoruz onlara. Dosyalarını diziyorum. Ve hep kendimi, benim gibileri düşünüyorum bu anlarda. Beş parasız rüyacı çıraklarını. Biz ne olacağız? Siz o göl kenarlarında yanınızda sevgilinizle güneşin batışını izlerken... Biz ne halt edeceğiz? Necdet amcanın babası haklı olabilir mi? Biz de kendimizi hiç kimsenin yerine koymadan düş kurabilir miyiz? Saatlerimiz senelere dönüşmese de olur, kaygısızca geçirebilir miyiz o saatleri? Yaşamı bir ürpertiyle beraber hissedebilir miyiz? Biz, beş parasız rüyacı çırakları.

Genç adam sevdiği kızı anlattı:

Bana bir tane Deniz. Yok mavi olanı demiyorum ama o da olsun. Şöyle hızlı hızlı dalgalansın, köpürsün, ayaklarımıza kadar uzansın. Hatta kendimizi suya bırakalım ve uzaklaşalım, ben yüzme bilmem ama o halledilir herhâlde. Deniz'in yanında mahcup olmayayım. Onu ekleyebilir miyiz, Deniz'in yanında mahcup olmayayım hiç. Bir kere oldum çünkü, çok kötü. Okulda herkesin içinde... Okul hiç olmasın. Ama Deniz ara sıra gözlerimin içine baksın ve "Matematiğin çok iyi senin ya." desin. Soru sorsun bana. Ne bileyim işte, bir nehir kenarında da matematik sorusu çözülebilir pekâlâ. Gülücük. Bunları ayrıntılı olarak yazıyorum evet.

Bakın Deniz'in fotoğrafları burada. Ne güzel değil mi? Hep böyle güzel olsun. Gülsün ama hep değil. Tıpkı hayattaki gibi, ara sıra da ağlasın. Gerçi ağlarken hiç görmedim onu ama muhakkak ağlıyordur. Dışarıdan böyle sert görünen insanlar perdelerini kaldırdığında... Babam öyleydi. Yok yok, babam olmasın. Annem olabilir belki arada. Şu vesikalık olur mu? Ama çok görünmesin o, ekseriyetle Deniz. Anadan geçiliyor ama yardan zor evet. Haklısınız daha komik olayım, Deniz şakalarıma gülsün. Hepsine de kahkaha atmasın tabii, bazılarına nezaketen tebessüm etsin. Aslında istediğim çok da bir şey değil. Minnacık, gerçeğe yakın bir yaşam. İçinde Deniz'in de olduğu küçücük bir şey. Ne kadar olur bu parayla?

81 yaşındaki ihtiyar ölmeden önce son kez müstakbel sevgilisini seyretti:

Yaşamla ölümü ayıran çizgi şu iki binanın arasında. Bir tarafta ölüm döşeği, diğer tarafta genç bir cıvıltı. Ama tam olarak da öyle değil. Anlayamıyor ki. Eski sevgilileri, dostları, rakı sofraları, deniz kıyıları, Galatasaray'ın tarihe geçen maçları neden gelmiyor aklına? Hep böyle düşlemişti ölümden önceki günlerini. Yatağa uzanacak ve her şey bir film şeridi gibi geçecekti zihninden. Olmadı. Deneysel film gibi oldu. Elma yiyen bir çocuk. Yüzü aniden büyüyen ve korkunç hâle gelen bir kadın. Dedesinin ölümü. Babasının ona okudukları. Eski rüyalar. Bellek hakikaten eğlenceli adam. Şu kız ise çok sıkıcı. Yataktan kalkmadan da görebiliyor onu. Her gün balkonda bir şeyler yazıyor bilgisayarına, tuğla gibi kitaplar okuyor. Ne kadar da güzel bir yüzü var oysa. Aynı dönemde doğsalardı kesin âşık olurdu. Hatta belki şimdi de...

Böyle düşünüyor. Bazen onu kıskanıyor bazen de tuhaf bir acıma duygusu hissediyor. Utanıyor kendinden. Bunları düşünmek bunaltıyor onu. O yüzden çekiyor perdeyi, unutuveriyor bir anda. Ara sıra belli belirsiz ortaya çıkıyor zihninde bu güzel kız. Sonra yine pufff. Bu hikâye burada bitmeyecek. İhtiyar olacaklardan habersiz. İçeri çağırdığı torununa notlar aldırmaya devam ediyor. Sırası önemli mi acaba? Bulmacalar, meyveler, dededen kalma tespih, babadan kalma rakı, babasının bir gazeteye yazdığı köşe yazısı. Yazıyorsun değil mi kızım? Dünya Yakında Yoksullara mı Kalacak? Bir gün haklı çıkacağına inanıyor babasının. Hatta haklı çıkmaya başladığına. Gözleri yaşarıyor her seferinde. Dalgaların kıyıya vuruşu, fikrimin ince gülü, gök mavisi, gün batımı...

Aşk, ölüm, deniz. Klişe:

Işıldıyor gözleri balkonda şiir yazarken. Çok kötü şiirler. Ama ikisinin de haberi yok tabii. Olsun. Yani olmasın. Hızlı hızlı adımlarken sokağı genç adam, onu en iyi gören noktadan balkonun örümcek ağlarına... Her gün gelip seyrediyor, daha doğrusu gözlerini kaldırıyor birkaç saniyeliğine. Ellerini çenesine koyup balkonda oturuşunu. Bacak bacak üstüne atışını. Bir fotoğrafta yaşıyor gibi. Önünde bilgisayar. Çok renkli bir yaşam gibi görünmese de, aşk işin içine girdi mi öyle görünür. Bir hoş olur insanın içi. Kıvıl kıvıl bir ağrı. Hızlı hızlı adımlıyor sokağı, peki neden? Usul usul yürümek ve kafasını balkona doğru kaldırmak varken, cesaret edebilirse titreyen bir sesle, "Nasılsın?" demek varken... İyiyim uğraşıyoruz işte. Bazen, "Sen nasılsın?" da der. Her zaman değil. Bugün sormayacak ama, hatta kafasını bile fazla kaldırmayacak. Hemen gitmek niyetinde. Bu sokaktaki yürüyüşü çabucak sonlansın istiyor. Cebinde tomar tomar para. Kolay olmadı tabii. Koş lan koş. Acelesi var. İlk defa böyle büyük bir şey satın alacak.

Çizginin diğer tarafında da benzer bir telaş. O da ilk defa ölecek. Deniz'in oturduğu dairenin tam karşısında 81 yaşındaki ihtiyar. Kapının önüne ambulans yanaşıyor. Uzun süredir hastaydı ama birkaç ay daha yaşar deniyordu. Artık başka şeyler denecek. Sokağı hızlı hızlı adımlayan genç adamla bu ihtiyar arasında görünürde pek de bir bağlantı yok. Tanıyorlar birbirlerini ama o kadar. Yaşlı adam belki de unutmuştur artık genç olanı. Genç tanıyor onu ama üstünkörü. İhtiyarın en büyük tutkularını, rakıyı nasıl içtiğini, neden bazı gazete kupürlerini yanında taşıdığını bilmiyor. Sedyenin üstünde duran "Dünya Yakında Yoksullara mı Kalacak?" başlıklı yazıyı görse çok gülerdi.

Bir odayı tamamen kaplayan bulmaca sayfalarından ya da ihtiyarın son günlerine kadar süren hastalıklı Galatasaraylılığından ürkebilirdi birazcık. Ama bunlar hakkında ya hiç bilgisi yok ya da yüzeysel bilgilere sahip. Sürprizi kaçırmak istemem ama çok yakında hepsini öğrenecek. Yaşam ile ölümü ayıran çizginin kayması gibi düşünün. Ya da eski Türk filmleri gibi. Hastaneye götürdükleri ihtiyarın ölmek üzere olduğu anlaşılacak. Hayır hayır, hastane raporları karışmayacak canım. Benziyor ama öyle değil. Mirastan daha çok pay almak isteyen çocukları akbaba gibi etrafında da dolanmayacak. Bambaşka düşüncelerle bekleyecekler yanı başında. Sekiz saatliğine uyutulan adam on beş dakika sonra yüzünde garip bir gülümsemeyle uyandığında, son nefesini hırıltılar eşliğinde dünyaya bıraktığında, "Çok erken uyandı ya. O kadar da para ödedik." demeyecekler. Ama akıllarından böyle geçecek. Kovamayacaklar bu düşünceyi. Nasıl olur böyle bir şey?

Odayı boşaltalım lütfen. Tabii tabii. Yeni bir rüya için servet harcayacak hâlleri yok. Ama ölüm döşeğindeki ihtiyar hâlihazırda gayet mutlu görünüyor. Gülümsüyor ve kıpırdıyor dudakları. Doktor tıp terminolojisiyle bir şeyler söylüyor. Eyvah. Anlıyor tabii herkes. Bekleniyor zaten, adam kefen gibi bir yatağın içinde ölüme adım adım yaklaşıyordu. Soluk benzi ve kupkuru dudaklarıyla ölümü hatırlatıyordu adeta. Ama şimdi farklı, yüzünde bir gülümseme, canlılık. Kıpırdıyor dudakları. Söyledikleri duyulmuyor, anlamaya çalışan da yok. Telaşla dönüyorlar çevresinde, çocukları dışarı çıkarılıyor. Oysa son anlarında ona biraz sükûnet hediye etseler ve yaklaşsalar dudaklarına... Capcanlı hırıltılarla söylenmiş, soldan sağa beş harfli bir ismi duyacaklar. Tebessümle fısıldanan bir son sözü. "Bir parça daha," diyecek adam mutlulukla, "bir parça daha yaşam."

Genç adam sevdiği kızı anlattı, rüyacı profesyonelce not aldı:

Aslında istediğim çok da bir şey değil. Minnacık, gerçeğe yakın bir yaşam. İçinde Deniz'in de olduğu küçücük bir şey. Ne kadar olur bu parayla? Süper, buyurun. Tatlı rüyalar, yine bekleriz. Ne? Tamam ben gerekli belgeleri toplayıp yarın gelirim o zaman. İzbandut gibi iki görevlinin arasından yürüyüp tekrar hayata... Buranın atmosferi bana hep garip gelmiştir. Dünyadan ayrı bir mekân gibi. Bir nevi öyle aslında. Ben çıkarken içeri giren şu zavallılara bakın. Yan mahallede oturan Necdet amcanın çocukları. Şimdi içeri girecekler ve artık doğru dürüst cümle bile kuramayan babaları için bir rüya tasarlayacaklar. Bu adalet mi? Böyle bir şeyin hukuki olarak meşru kabul edilmesini aklım almıyor. Necdet amca insanların ölüm döşeğindeki akrabalarına 10, 20, 50, 100 senelik rüyalar tasarlayıp izlettirmeleri hakkında bir beyanat verdi mi sağlığında? Hiç sanmıyorum. Verdiyse de ölüm korkusu, onu dönüştürecek kadar ciddi bir boyuta ulaşmış olmalı. Böyle şeylere sıcak bakacak bir adam değildi çünkü. "Okuyun oğlum okuyun." derdi. Gözlüklerinin üstünden bakar ve çocuklara ara sıra şeker, ara sıra da öfke dağıtırdı. Bulmaca tutkunuydu. Ben hayatımda onun kadar deli bir bulmaca meraklısı görmedim. Epey de yaşadı.

Niye zorluyorsunuz ki bu kadar? Şimdi kim bilir kaç sene maruz bırakacaklar adamı o kendi tasarladıkları rüyalarına? Minimum 50 sene. Ölmezse tabii. 50 senelik rüya nereden baksan bir 8-10 saat sürüyormuş. Necdet amca ölümün kıyısında. Öyle diyorlar. Ona acımamak elde değil. Ölüm önemli değil de, o kadar sene bir nevi zindan hayatı... Benim rüya 1 senelik. 15-20 dakikadan fazla sürmez. Bütçem daha fazlasına yetseydi de böyle tercih ederdim. Deniz'le bir sene yeter mi bana? Yetmez ama zaten ben kanmak değil, daha fazla susamak istiyorum. Uyandığımda yeter artık demekten, doymaktan, uyuşmaktan korkuyorum. Niyetim çok açık. Anlıyorsunuz değil mi? Kafasını sallıyor. Şuraya bir imza. Tatlı rüyalar, yine bekleriz. Son olarak eklemek istediğiniz... Deniz'in gözleri. Denizin sesi. Elini çenesine koyuşu. Balkonda bacak bacak üstüne atışı. Gök mavisi. Gün batımı. Bir parça daha yaşam. Bir parça daha yaşam.

Rüya:

Soldan sağa 5 harf. Ara sıra, kimileyin. Kimi leyin? İçinden lan içinden. Böyle olunca canım çok sıkılıyor, kötü şakaları içimde tutmak konusunda bazen... Heh, bazen işte. Ya da bazan. Ayaklarım Maldivler kumsalında. Ağzımda puro. Aynı anda elli işi birden yapıyorum. Elimde sürekli gazete. Gazete mi kaldı lan? Senelerdir böyle. Yukarıdan aşağı 7 harf. Mooo nooo tooon. Bunlar klasik, hep çıkar. Bir Mısır tanrısı, soldan sağa 2 harf. Re re re ra ra ra gassay gassay cimbombom. Bu nereden aklıma geldi şimdi? Bir anda çıkıverir ağzımdan böyle. Sanki konuşan ben değilim. Hayır hayır borudan asla öyle bir ses çıkmaz. Kocaman bir başlık gazetenin kenarında: Dünya Yakında Yoksullara mı Kalacak? Zenginler sürekli rüya satın alıyormuş. Yirmi iki, yirmi üç saatini rüyada geçirenler bile varmış. Saatler içine seneleri sığdırmanın, düşledikleri hayatı tekrar tekrar yaşamanın tadını alan herkes yavaş yavaş, bütçesi ölçüsünde rüyalara kaçacakmış.

O hâlde neden dünya bir avuç yoksula kalmasınmış ki. Bir yığın palavra. Olur mu lan öyle şey? Otuz dört senedir bu sandalyede gazete okuyor ve bulmaca çözüyorum. Böyle aptalca şey duymadım. Lan ben neden otuz dört senedir bu sandalyede bulmaca çözüyorum? Neden sürekli tanımadığım insanlarla gülüşerek rakı içiyorum? Ben rakı sevmem ki. Peki neden her gün tanıdık bir yüz görür gibi oluyorum ve koşuyorum ardından? Sonra puffff. Kayboluyor ortadan. Gökten şarkılar iniyor. Genelde Türk sanat müziği. Başkasının rüyasında seni aramak var ya, bu hep böyle böyle... Arada da bu. Sıkıcı, boğucu, bunaltıcı. Allah'tan manzaram güzel. Soldan sağa beş harf. Tuhaf hissediyorum. İçimde bir şey titriyor. Yer kabuğunun çukur bölümlerini kaplayan, birbiriyle bağlantılı, tuzlu... Her gün yeniden başlayan bir oyun. Bir ürperti her seferinde. Başımdan aşağı kaynar sular...