Bir parça ışık: Gitano
Sanatçılık, ruhumda vardı, en güzel eserimi bu gece yapıyordum. İhtişamı kulaktan kulağa çalınacak, hikâyesine hikâye katılacak, bir duyan bir daha dinleyecek, torunlar ninelerine ısrarcı olacak, çağın bulutlarına sinecek. Sonrası bilindik döngü.
Allı morlu düğümler bağlanınca fırlanırdı ateşin başına. Köze vurulan odunla havada uçuşan ateşböcekleri grubun neşelenmesi için yeterdi, artardı, fazlasını yarın akşamki eğlencede kullanırdık. Azla yetinmek bizim âdetimizdi. Bir kuru ekmeği sekiz kişi bölüşmek de başka bir âdetimiz. Bu teamülü biz kurmadık, gelenekten payımıza düşen biraz çul, çadır ve kuru ekmek oldu. İskân kanunları hazırlayanlarla pazarlığa tutuşup hakkımız olanı isteyemedik, kasabadakilere dönüm dönüm toprak verdin, bize bir yurt kuramadın mı, diyemedik. Yurdumuz her yer ve hiçbir yerdi.
En çok elma yerdik, göçerken yolumuz düşünce yerlilerin yüklerini taşır, bahçesini temizler, bakırlarını kalaylar, karşılığında bohçamıza ne konursa onu alırdık; bohçada en çok elma olurdu. Koklamayan bilmezdi kıymetini. Yemeden önce kabuğunu tek seferde soyar, gözümün önünde yay gibi bir iki kez sallayıp cebime atardım, ya kuruyana ya çürüyene kadar orada kalırdı. Kasabaya indiğimiz zaman kızlar kokuma hayran kalırdı da söyleyemezlerdi, onların payına da bu düşmüş, kızlar her yerde her şeyi söylemez. Yanından ayırmadığı mendille ağzının kenarını kapatır, diğer kenarıyla gülümser, bunu en iyi İsabella bilir.
Ateşin başında en büyüğümüz cızırtılı gırtlağıyla şarkı söylerken elime ne zaman geçtiğini hatırlamadığım çırpıyla oynuyordum. Avcumda evrilip çevrilmekten başı dönmüş olmalı, birazdan öğürmeye başlarsa yanımdakinin üstüne atıvereceğim. Şimdilik her şey yolunda, elimde oyuncak olmaktan şikâyet etmiyor. Bir ateşe bakıyorum bir de çırpıya; keşke her kadın senin gibi olsa, yakınıp durmasa, beni usulca beklese, gözlerime bakınca tüm dertleri silinse. Öyle değiller; asiler, inadınalar, anarşistler, azılı korsanlar, kalbimi talan etmek için ölesiye yarışıyorlar. Tüm yükleri kapılarında boşaltıyorum, yetmiyor; altınlar mercanlar taşıyorum, beğenilmiyor; kirazlar, elmalar gibisiniz diyorum, olmuyor. Kapıda kalan yükler yağmurdan nem kapıyor, altın yere düşüp pul oluyor, lantanalar, karanfiller soluyor.
Senin gibi kavrayamadım hiçbirinin ince belini, iki saz iki sözle kandırıp birkaç tebessüm kaçırabildim yalnızca. "Bessimo!" Bana sesleniyorlar, ateşböceklerini salmış, gül yapraklarını uçurmuşlar. Elimdeki ince çalıyı yere atıp dansa koşarken melodik bir çıtırtı doluyor kulaklarıma, insanın da şu çırpı gibi kırıldıkça sesi güzelleşiyor, annem babamdan daha güzel okuyor bu şarkıyı. "Ayde!" Fırfırlı etekler etrafımda salınıyor, rüzgâra bırakıyoruz kendimizi. Keman, gösteriye eşlik ediyor. Bir ayağım yere çarpıyor, Everest'i yıkıyorum; Gloria kıvrak bir hareketle dönüyor, dünyayı durduruyor. Ellerimiz insanlığa ritim nasıl olurmuş gösteriyor. Tüm para sayma makineleri bozuluyor. Gitarın telleri ışık hızına ulaşıyor, bizim zamanımız geri akıyor, sizler ölmeye yaklaşıyorsunuz. Bizi ölümle tehdit edenler! Sizler, ellerinizi kaldırın, silahlarınızı yere bırakın! Kör olan gözlerinizin büyüsü bir gece vakti çözülecek.
Saatler süren eğlenceden geriye dalgalanarak göğe yükselen kuru bir dumanla kalıyoruz. Duman sakin, ben de öyle, duman yalnız, ben de. Ama duman ben değil, ben de duman değilim. Gün doğunca onunla da ayrılacağız. Uzun zamandır bir düşünce beynimde kimseye fark ettirmeden dolaşıyor; acaba yerliler bizim gibi olmaya alışabilirler mi? Çatıları gökyüzü, mutfakları yeryüzü olacak bir düzene. Kabul etme ihtimallerini ölçmekte tartmakta zorlanıyorum. Köylüler bize savaş açabilir, savaştan korkmayız, alışığız ama o alışık değil. Çadırı da çanta sırtında kaçak gibi yaşamayı da garipseyecek, belki hiç ayak uyduramayacak, günün birinde şu duman gibi o da benden yüzünü çevirecek. O gün gelene kadar birlikte yeterince mutlu olabilir miyiz, bilmiyorum. Buna dair elimde bir kanıt olsa yahut bir anlaşma yapabilsem, size bahşedilen kısacık zamanda ömrünüz boyunca yetecek mutluluğu biriktireceksiniz, dense hemen imzalardım. Hayır, okuma yazmam olmadığı için imzalayamazdım, parmak basabilirdim hatta yaşam için bize verilen izin belgesini rehin bırakırdım. Onu halletmek kolaydı, zor olan portakal bahçesindeki güzel İsabella'yı ikna etmekti. Bir çare düşünecektim fakat şimdi değil, ne zamandır yüzümü aydınlık perdesi okşuyor. Neredeyse sabah oldu. Beton örgünün üstünde bulduğum yarısı bitmiş sigaradan son kez uzun uzun içime çekip çadırıma doğru yol alıyorum. Aheste salınan dumanı yalnızlığına terk ettim; terk etmek de, edilmek de neydi iyi bilirdim. İkisini de günahım kadar sevmezdim.
En küçük üyemiz Arlo, çalışmayı aramızda en çok seven kişi, parmakları terliklerinden fırlamış, herkesten önde koşuyor. "Hey Ria, seninki yine karınca gibi, bu dünyaya bir insan getirdiğine emin misin?" Gevşek gülüşüm yüzünden, omzuma yediğim darbeyle elmam kendini bir anda yerde buldu. Ria'nın eli ağırdır, çalışkan, güçlü bir kadın, benim de sonum elma gibi olmadığı için şanslıydım. Gününde değil anlaşılan, yoksa eğlenceli biri, dün gece ateşin başında nasıl dans ettiğini, Latin dansçıları kıskandıracak güzellikte olduğunu hatırlarsınız. Saçları ilahî bir hare gibiydi, eteklerinin ucunda tütsüler yakan büyücü zilleri çalıyordu. Tanrıçalar onun bedeninde dirilmişti, dünya bu sabah tekrar dönmek için ondan izin almış olmalı. Aralarında nasıl bir hesaplaşma geçtiğini merak ediyorum. Yerdeki elmayı alıp biraz üfleyince tamamlandı dünya. Tozu pasağı kalmadı gözünü kapatana, borsa yoktu, izbelerdeki cinayetler yoktu; beyaz ekranda beliren dünya simgesinin yanında "Çığlık, kan, vahşet içermez." uyarısı çıkıyordu. Siz buna inanın dostlar, izleyen sizsiniz. Yanında çekirdek, patlamış mısır, kola. Sayın duymayan beyler ve bayanlar, "Önden bayanlar, sevgili Gloria."
Gıcırtılı bir sesin ardından bu kokuşmuş, karanlık yere girdik. Liderimiz dün bize iş aldığını söylemişti. Görev tanımımızda ahır temizlemek, saman balyalamak, atları tımar etmek de vardı. El yordamıyla bulduğum düğmeyle ortalık biraz olsun aydınlandı, göz gözü görür oldu. Biz de vakit kaybetmeden işe koyulduk, "Arlo, tut oğlum şu çuvalı, içini hayvan gübresiyle dolduracağız, afferin be sana." Heveslendirmesem çalışmayan bir çocuktu, on dakika sonra koyun pisliğine dalmış, "Mişketleyi sayıyoyum Bessi dayı, o kaday çoklay kii." diye bana hayretle seslendi. Bu çocuğun bize faydası olmayacağı en başından belliydi, dilimizde tüy bitti de Ria'yı ikna edemedik, çocuğu babasıyla bırakmadı. Dört sene önce ayrıldığımız şehirde yaşayan bir yerliydi. Durumu iyiydi, oğlunu da seviyordu ama bizimle yollarda ömür geçirmeyi kabul etmedi. Gloria da az keçi değildi, şehirde kalmadı, nasıl alışacakmış, kadınlar alay edermiş, ayakları bile orada eğri basarmış. Çaresiz, biri orada biri burada hayatlarına devam ediyorlar. Kanunlara uygun değildi ama oğlunu annesine bıraktı Luis. Ria'nın gözyaşlarına dayanamadı, el kadar çocuğu anne kokusundan ayırmaya gönlü razı gelmedi. Yürekli adamdı, ben de çok severdim onu. Elimde çalgım, sokakları dolaşırken benimle tüm şehri karış karış gezdi, her kasabada aşklarıma şahitti. "Luii!" diye bağırırdım, ya ağaç tepesinde kalmış olurdum ya polisten kaçıyor, koşar gelirdi. Polise az dil döktürmedim ona, ben kuyruğu indirmezdim, arkamı hep o toplardı.
Ahırı temizlerken birden gülmeye başladım, "Şişt Ria, hani vardı ya, Luis, hani bizim yaşlı cadıdan kaçarken…" Kahkahalarım gerisini anlatmama engel oluyordu, Ria da kısa süre sonra hatırlamış olacak, şen gülüşüyle eşlik etti. "Ta çamaşırına kadar leş gibi eve gelmişti," dedi, "üç gün hamama gitti, kokudan kurtulmak için." Gülmekten yaşaran gözlerini silip temizliğe devam etti. Dalgınlaşmıştı, bakışları saman çöplerinde takılı kalıyor, parktan eve dönmek istemeyen çocuklar gibi balyaların iplerine sıkı sıkı tutunup durmadan sallanıyordu. Gloria biraz daha izin veriyordu düşüncelerine, az daha kalalım ama sonra gideceğiz diyordu, unutacağız, anlaştık mı? Kim bilir kaç defa söz veriyorlardı da ilk fırsatta sözünü çiğneyerek küçük bir delikten fırlayıp geliyordu anıları, taze balık gibi kıpırdaşıyordu zihninde. Günün birinde Ria'yı o şehre götürecektim, "Al karını, artık mutlu olun, bıktım onu böyle görmekten!" diye paralayacaktım Luis'i.
Arlo'yu uyuyakaldığı samanların üstünden sırtlanıp çadırlara geri döndük. Pelte gibi olmuştuk, umarım bu kez yorulduğumuza değerdi. Mülk sahibiyle hesaplaşmayı liderimiz yapardı, bizde herkesin parası kendine diye bir anlayış yoktu, Alman usulü de. Bunlar hep o kan emicilerin uydurmasıydı, hani balığı çiğ çiğ yiyenler, işte onların. Günün adil bölüşmesini yapıp karnımızı doyurduktan sonra sokağa attım kendimi. Bir sigara bulmalıydım, belki bugün de şansım yaver giderdi. Karanlığın zifirisine doğru seğirttim, ayaklarım otomatikleşmiş ya da kendi kafalarına göre hareket ediyorlardı. Korkarım yakında ayaklarım da özgürlük mücadelesi verecek, onlar için endişeliyim çünkü asla kazanamayacaklar. Belki ezildikleriyle, tırnaklarım tam ortadan kırıldıklarıyla, belki küçük parmak bir yere çarptığıyla kalacak. Şanslılarsa böyle olacak, değillerse kökleri kuruyacak. Kökünden de kesilse bir yara, sonunda kurur ve kabuk bağlardı. Daha öğrenecek çok şeyleri var ama aceleye gerek duymuyorum, sokakları yaylana yaylana adımlayan ben, onlara tüm soykırımları anlatacağım. Zaman en çok bende var, kimsede olmadığı kadar. Şu gece gündüz ışıkları yanan köşkte oturanlar bilmez vaktin kıymetini, har vurup harman savururlar, en çok ben bilirim. Her gece burada onları izleyerek ceplerimde biriktiriyorum saatleri. Yakında lazım olacak, o gün geldiğinde saniyesine acımadan kullanacağım hepsini. Ben de gözlerinin yaşına bakmayacak, çığlıklarına kulaklarımı tıkayacağım.
Kasabanın en gösterişli köşkü burası, içeri giren çıkan adamların bini bir para. Şuh kahkahalar, tokuşan kadehler eksik olmuyor geceden. En fazla sigara bu kapıda söndürülüyor, o yüzden buradayım, yarım kalmış sigara toplayıcısı. Cama uzun uzun bakıp en güzel kızı gözlerine kestiriyorlar, hedefleri hazır olduğunda son dumanı iştahla çekip kalanı boşluğa savuruyorlar. Dikkat çekmemeye çalışarak siniyorum köşeye, bir keresinde izmaritin peşinden atladım da bir güzel dayak yedim. Benim İsabella bu evde yaşıyor. Kimi zaman bu pencerelerin birinde gözüme takılınca keşke biri şuracığa sigara paketini düşürmüş olsa diye geçiriyorum içimden, onu burada görmek müziğin en güzel yerinde keman telinin kopması gibi. O en çok portakal ağaçları arasına yakışıyor, ilk karşılaştığımız yere. Kuru gövdeli iri bir ağacın arkasında utangaç gülümseyişle mendilini verdiği yerdi orası. Öyle dümdüz vermedi, gitmeden önce ağacın ince bir dalına astı, birkaç adım uzaklaştıktan sonra dönüp bakınca ben de mendili bıraktığı yerden alıp cebime koydum. Memnun olduğu, incecik adımlarla süzülüşünden belliydi. O mendili nerede kaybettim ben?
Oyalı ipekliler zamanı değil şimdi. Daha büyük bir derdim var ama kimseye diyemiyorum, Luis burada olsaydı bana yardım ederdi, kaçırırdık İsabella'yı. Benden istediği bu, sessiz çığlıklarını duyabiliyorum, gözlerindeki üzgün bakışlarda bir dilek saklı. Onu bu dünyadan çekip çıkarmam için yalvarıyor, öyle şen göründüğüne bakmayın, bu evin başında bir cadı var ki elinden kurtulmak ne mümkün. Ama korkma, ilmek ilmek işledim planımı, yakında özgürlüğüne kavuşacaksın, tabii bizimkine özgürlük denirse. Bu koca evdeki dünyanın dışarıdan haberi yok, sahte ışıklar gireni kör ediyor, çıkan bir daha eskisi gibi bakmıyor. Yürüyüşler başkalaşıyor, alımlı çalımlı laflar gırla gidiyor. Şehirdekiler daha da şehirlileşiyor, köydekiler kasabalı oluyor. O sebeple bu lanet yerin köy mü, kasaba mı olduğu belli değil. Akşam burada olanlar kahvehanelerde geçmiyor, sağda solda konuşulmuyor, kimse de bir yerden duymuyor. Gizli bir okul, saklı bir modernleşme merkezi, şu karşımdaki köşk için dünyanın orta noktası deseler altına imza atacak binlerce adam var. Kadınlar portakal bahçelerinde, kadınlar çocuk peşinde, kadınların bazısı burada. En güzeli burada, dışarıda gülümseyince parlayan dişlerinden bu eve girince kan damlıyordur, içtiği kırmızı şarap en meşhur üzümlerden mayalanmıştır. Yabancısı değilim o üzümlerin, hamallığını yapmıştım, en yıllanmışının da hamalı dedemdir benim.
Düşüncelerim boğuşurken cebimdeki muma oyuk açmışım, baş parmağıma göre bir mezar, mumun yanmasına engel olacak kadar değil, hâlâ bir bütün olarak duruyor. İkiye kırılsaydı erimiş mum suyuyla yapıştırırdım. Mumlar kendi yaralarını kendileri tamir edebiliyorlar. Bizse beyaz bir mum kadar olamadık hiç. Buna üzülecek değilim, ne ateş ne duman ne mum olmak istiyorum. Bir İsabella var istediğim, bir de sıkıştırıldığımız bu mengeneden günün birinde kurtulabilmek. Gösterişli evin etrafında bir tur atıp bizimkilerin yanına döneceğim. Ceplerimi izmaritle doldurdum ya bu gece, keyfime diyecek yok. Evin ışıkları gittikçe azalırken gözlerim karanlıkla dans ediyor, dudaklarımdan dökülen melodiye engel olmuyorum.
"Bir parça ışık var bu karanlıkta, bana sükûnet verecek, zaman sakinleştirecek."
Yorgunluk bedenimi sinsice ele geçiriyor, onunla savaşacak güçte değilim. Neyse ki ezberci ayaklarım beni çadırıma kadar götürdü, yerime yatırdı ama güneşin doğmasını ayaklarım sağlamadı, o zaten bir şekilde doğardı. Günler birbirini tekrarlarken kasabadaki vademizin dolduğunu anlamıştık, danteller satılmıyor, çanak çömlek elimizde kalıyordu. Bohçadaki elmalar da azalmaya başlayınca alıştığımız oyun kendini tekrar etmeye başladı, akşamdan pılıyı pırtıyı topladık, ateşleri söndürdük, kasabada son bir tura çıkıp döndük. Geldiğimde çoktan ayaklanmışlar, yüklerini sırtlamışlar, kimisi önden yola koyulmuş bile. Bir tek ben eksikmişim, geç kaldığım için endişelenmişler, beni geride bırakıp yola çıkmayı bile düşünmüşler. Elbette onlara yetişirdim fakat uzun süre kimseyle konuşmazdım, huyumu bilirlerdi.
Kan ter içindeydim, bunun bir önemi yoktu, yeni bir yolculuk yeni bizler demekti. Atlardan sarkan eşyalarımızın ritimli çınlamalarıyla uyumluydu hareketlerimiz, yürüyen koca bir orkestra gibiydik. Ekipte dört çocuk üç tane de yaşlı olduğu için sık sık tuvalet molası veriyor, bu yüzden yavaş ilerliyorduk. Yine de kasabaya adını veren büyük dağın güney cephesine gün ağarmadan varmayı başarabildik. Tüm şehir karşımızdaydı. Dikkatli bakmamıza gerek kalmadı, şehirde büyük bir karmaşa olduğu açıktı. "Arkamızdan gelenler mi var, Arlo, kimsenin bir şeyini çalmadın değil mi oğlum?" Gloria gözlerini kısmış olanları endişeyle izliyordu. İlk durağımız burası olacaktı anlaşılan. Sırtımdakileri yere koyuverdim, bizimkilerin kendi arasında konuşmalarına kasabanın gürültüsü karışmıştı. Gürültüden hoşlanmazdım, gitarımı alıp şarkımı söylemeye başladım.
"Fırtına ve sükûnet, zaman sakinleştirecek
Denizin yumuşak sesi daima benimle kalacak
Tekrar koklayacağım yağmuru, bu bedene düşecek"
Kasabanın derinliklerinden turuncu bir ışık yayılıyor, gökyüzüne dumanlar yükseliyor, feryatlar duyuluyordu. Tellere daha sert vuruyordum. Hayır delirmemiştim, hayır duyuyor ve görüyordum. O büyük evde, arka kapının önündeki saksının altına bıraktığım nottan bir saat sonra İsabella'yı almaya gitmiştim, karanlıkta bekliyordum, benim dışımda bir tek sigaramın ölgün ışığı vardı. Az sonra kapı ürkekçe açıldı, İsabel. Elinde küçük bir bez çanta. Sağı solu kolaçan ederek çıktı, sık sık arkasından gelen var mı diye bakmayı ihmal etmiyordu. Beni biraz geç fark etti. Gelmediğimi düşünmüş olmalı, yüzüne çöken ağır hüzünden sonra beni görünce gözleri iki kat aydınlandı. Tüm dişlerini görebiliyordum, kocaman gülüşünü, altın gibi saçları mutluluktan çılgınca uçuyordu. Bedenimi karanlıktan çıkaracağım anda, tam adımımı atacağım esnada, o cadı fırlayıp İsabella'mın ipek gibi saçlarına yapıştı. Evinin en güzeline, en çok para edenine zerre acımadan yerlerde sürükledi, küfürler ağzından kuduz köpek salyası gibi sağa sola saçıldı. İsabel'in gözlerinde aynı acı yalvarış belirdi, şimşekler bulutlarla bir araya toplandı. Elini uzatmıştı, ben de ona elimi uzatacaktım.
Yerimden çıkacakken bu kez de evdeki kalabalık gürültüyle geldi, ortadaki kavga yumağının üzerine atıldı, İsabel'i yutup yok edip tekrar o eve götürdüler. Aynı ayakların aşina olduğu bu bahçe, hırçın dalgalarla kudurduktan, öfkesini kustuktan, alacağını aldıktan sonra durulan deniz gibiydi. Sessizlik, alabildiğine sessizlik ele geçirdi mahalleyi. Onun aksine kulağımdaki çınlama gitgide büyüyordu. Evin etrafını bir hışımla geçtim, ayaklarım bütün bu adımları gecelerce ezberlemişti. Tüm kapıları -mahzendekilere kadar- tek tek kilitledim. Duvardan yılan gibi kıvrılarak pencerelere ulaşan sarmaşıklar çoktandır müttefikimdi, hepsine benzinden kurulu ince bir yol çizdim. Sanatçılık, ruhumda vardı, en güzel eserimi bu gece yapıyordum. İhtişamı kulaktan kulağa çalınacak, hikâyesine hikâye katılacak, bir duyan bir daha dinleyecek, torunlar ninelerine ısrarcı olacak, çağın bulutlarına sinecek. Sonrası bilindik döngü.
Gün ağarıyor. Bir türlü söndüremedikleri yangının kırmızısı, gökyüzünün kızıllığına karışıyor. Güneş yere inmiş bugün, kasabanın merkezi olan o büyülü, o kör edici güzellikteki evden doğuyor. Vahada koca bir ağaç gövdesi bulmuş gibi şarkımı bitirip gitarıma yaslanıyorum. Hırsla oyduğum mumum artık cebimde değil, onun yerinde güzel kokulu kıpkırmızı bir elma duruyor. Kavrıyorum elmayı, kılıcı kınına koyuyorum, parmaklarımın arasından düştü düşecek, düşmüyor, yeri yüzyıllardan beri benim ellerim. Koca bir ısırık alıyorum, ısırığın sesiyle gök gürlüyor. Avcumdan koluma süzülüp gömleğimde toplaşan damlalara aldırmadan karşımdaki muhteşem manzarayı seyrediyorum. Dudağımın kenarında eğri bir gülümseme, diğer kenarı büyük bir sır saklıyor. Sayın duymayan baylar ve bayanlar, tıpkı sizlerinkiler gibi.