Bir define hikâyesi ya da Deli İbrahim'in nasıl delirdiğidir
Define olayını hiçbir ayrıntısını atlamadan anlatmıştı. "En çok İbrahim'e üzülüyorum." diye sözlerine devam etti. "Bir insanın delirmesine sebep oldum. O günden beri yamuk ağzıyla bana vurdular, bana vurdular diyor da başka bir şey demiyor." İsmail gülümsedikten sonra, "Bu söylediklerinin hiç birine inanmıyorum. Her zamanki gibi hikâye anlatıyorsun." dedi.
- "O akşam Şevket, Eski Kızık'ta define bulduklarını ancak cinler tarafından korunduğu için defineye yaklaşamadıklarını, nefesi kuvvetli bir hocaya ihtiyaçları olduğunu anlatırken aklıma bu hikâye geldi ve asıl defineyi ben buldum, dedim. Şevket bu sözümden bir şey anlamadı..."
Şevket o akşam işten erken çıkmıştı. Eve giderken hem evin eksiklerini almak hem de markette çalışan arkadaşı İsmail'le laflamak için markete uğradı. Biraz lafladıktan sonra önemli bir şeyi söylemek istermiş gibi İsmail'in kulağına yaklaştı ve "Mühim bir şey söyleyeceğim ama kimseye söylemeyeceksin." dedi. İsmail, Şevket'in şaka yaptığını sandı, pek de kulak asmadı. Hı hı, dedi kafasını sallayarak. Şevket, "Bulduk oğlum. Bu sefer yeminle bulduk!" deyince şaka yapmadığını anladı. Şevket'in iflah olmaz bir define avcısı olduğunu, en yolsuz zamanında beş bin liraya altın detektörü aldığını bilen İsmail, onun bu sözleriyle neyi kastettiğini hemen anlamıştı. "Yine mi..." dedi, gülerek. "Yok kanka. Mesele gerçekten ciddi bu sefer... Eski Kızık'ta... Ermeni Mezarlığı'nda... Detektörü üzerine getirdiğimizde, makine deli gibi ötmeye başladı. Öyle öttüğünü hiç görmemiştim..." Ermeni Mezarlığı lafını duyunca İsmail bir an ürperdi. Orası halk arasında tekin olmayan bir yer olarak bilinirdi.
Köylülerin gündüz bile yanından geçmeye çekindikleri, bazı geceler çocuk ağlamasına benzer sesler duydukları, üç harflilerin uğrak yeri olduğu öteden beri söylenirdi. "Niye çıkarmadınız defineyi öyleyse?" "O zaman meseleyi en baştan anlatayım." dedi Şevket ve anlatmaya başladı... Kızık, Develi'ye on kilometre mesafede, Erciyes'in eteklerine kurulmuş, kırk elli haneli şirin bir dağ köyüdür. Beş yüz nüfuslu köyün yörük olan halkı geçimini küçükbaş hayvancılıkla sağlar. Senenin büyük bölümünü yüksek yaylalarda geçiren köylülerin yanakları, yükseltinin etkisiyle elma gibidir. Eski Kızık ise köyün kuzey yamacında, köye beş kilometre mesafede, terk edilmiş bir yerleşim yeridir. Vaktiyle köylüler burada tek katlı, taş evlerinde mutlu mesut yaşarken günün birinde köye onulmaz bir uğru gibi yılanlar musallat oldu. Yılanlar o kadar çoktu ki insanlar adımlarını attıkları her yerde irili ufaklı, rengârenk, kendileriyle alay edercesine dil çıkaran bir yılanla burun buruna geliyordu.
Yıkanacakken çayda, yemek yiyecekken ekmek güşenesinin içinde, çamaşırları yıkayacakken çamaşırların arasında, helaya girdiklerinde hela deliğinde... En son birkaç çocuk yılan sokması sonucu ölünce çareyi köyü terk etmekte buldular. O zamanlar köyde Ermeniler de yaşıyordu. Bir kısmı göç eden, bir kısmı da devlet tarafından göç ettirilen Kızık Ermenilerinden geriye köyün çıkışında, bakımsızlıktan harabeye dönmüş mezarlık kalmıştı. Mezarlığın duvarları yıkılıp mezar taşları parçalandığı, köyle iç içe geçtiği için mezar olduğu bile anlaşılmıyordu. O gün Şevket define olduğunu düşündüğü mezarlığa girmiş, keşif yapmak için detektörünü çalıştırmıştı. Bir taraftan detektörü dolaştırıyor, bir taraftan da enselenmemek için etrafı kolaçan ediyordu. Uzun süredir bu işi kovaladığı için define aramada uzmanlaşmıştı. Örneğin, taş üzerindeki göz, gözün baktığı yerde define var demekti ya da taştaki ayak izi orasının kutsal bir yer olduğunun işaretiydi ve defineyi parmak uçları yönünde aramak gerekiyordu.
Akrep, definenin zehirle kaplı olduğunun simgesiydi. Bütün bunları yılların tecrübesiyle öğrenmişti. İleride bir ev yıkıntısı vardı. Şevket o tarafa yöneldi. Şu, duvarları yok olmuş, dikdörtgen şeklindeki küçük alan tavuklar için yapılmış pinelik olmalıydı. Şu, uzunlamasına oyulmuş taşlar da hayvanların üzerinde yem yediği musura benziyordu. Şu da soku taşıydı sanki. Şu da tandır... Tandır! Tandıra yaklaşınca detektör deli gibi sinyal vermeye başladı. Şevket inanamadı. Makineyi kapatıp açtı. Detektör yine sinyal veriyordu. Hem de en üst seviyede... Yani bulduğu altın oldukça fazlaydı! Şevket'in eli ayağı titredi. Soğuk soğuk terledi. Sağa solu kolaçan etti. Etrafta kimse yoktu. Sonra detektörü kapattı ve mezarlıktan çıktı. Altınları bulmuştu bulmasına ama hem orayı kazacak elinde malzeme yoktu, hem de gündüz gözü kazarsa enselenebilirdi. O yüzden gece kazmaya karar verdi. Şevket o akşam yanına kazı malzemelerini ve define arkadaşı Yusuf'u da alarak mezarlığa tekrar geldi.
Mezarlıkla ilgili söylentileri göz önünde bulundurduğu için -her ne kadar inanmasa da- tek gelmeye cesaret edememişti. Dolunay etrafı cam gibi aydınlatıyor, uzaktan uzağa köpek sesleri geliyordu. Etrafta hiçbir hayat belirtisi yoktu. Malzemeleri yüklenip mezarlığa girerken Yusuf, "Abi bura Ermeni Mezarlığı ya..." dedi. "Eee!" diye karşılık verdi Şevket. "Buradaki cinler de Ermeni'dir. Müslüman olsa Felak Nas okuduk mu çeker giderler. Bunlar Felak Nas'tan da anlamaz." "Yürü len!" Mezarlığa girerken Şevket bir an ürperdi. Mezarlıkla ilgili anlatılan çocuk ağlaması, sesler ve cinler aklına geldi. Belki Yusuf cinlerden bahsetmese bunların hiçbiri aklına gelmeyecekti. Fakat Şevket'in zihnindeki korku odasının uğursuz kapısı açılmıştı bir kere. O sırada Yusuf, "Abi korkuyorum." dedi. Şevket, "Yürü be, eşek kadar adamsın!" diyerek Yusuf'un kıçına hafifçe tekme attı. Tandır'ın yanına gelmişlerdi. İçi toprakla doluydu. Etrafına dizilmiş daire biçimindeki taşlardan burasının ekmek pişirmek için yapılmış bir tandır olduğu belli oluyordu. Yusuf kazıyı daha rahat yapabilmek için tandırın etrafındaki otları yolmaya başladı.
O sırada otların arasından bir hışırtı geldi. Bu bir yılandı. Yusuf, "Bismillah!" diyerek kendini geri attı. Yılan karanlığın içine akıp kayboldu. "Abi gidelim buradan. Ben iyice korkmaya başladım!" "Olum, hiç mi ciğer yemedin, altı üstü bir yılan." Uzun süre kazdılar. Şevket kazıyor, Yusuf da kürekle onun kazdığı yerin toprağını temizliyordu. Bir metre kadar kazmışlardı ki kazmanın değdiği yerden "Çat!" diye bir ses geldi. Yusuf etrafa baktı. Kimse yoktu. Kulağına bir çocuk ağlaması sesi gelir gibi oldu. Fakat o anda kazmanın ucundan gelen sese odaklandığı için buna aldırmadı. Uzaktan uzağa köpek sesleri geliyordu. Şevket "Bulduk!" dedi. Yusuf da iştahla kafa salladı. Uzaktan uzağa köpek sesleri geliyordu. Yusuf toprağı elleriyle temizlemeye başladı. Köpek sesleri geliyordu. Yusuf tandırın içine girdi. Köpek sesi... Yusuf... Karanlığın içinden kocaman, simsiyah bir köpek çıktı; salyalar saçarak Yusuf'un üzerine atladı. Yusuf elindeki kürekle kendini korumaya çalışıyordu. Köpek çok kuvvetliydi.
Kürek darbelerine bana mısın, demiyordu. Yusuf'un çığlıkları yeri göğü inletiyordu. Neden sonra Şevket'in: "Yusuf, kendine gel!" dediğini duyar gibi oldu. "Köpek... Simsiyah... Kocaman..." dedi kekeleyerek Yusuf. "Köpek falan yok burada. Sakin ol." "Abi hemen gidelim buradan!" "Tamam, gidelim." Yusuf bir daha define aramaya gitmedi. Şevket'in işten çıkıp hem evin eksiklerini almak hem de İsmail'le laflamak için markete girdiği sırada Azat eşiyle birlikte evdeki eşyaları topluyordu. Birkaç güne, yıllardır yaşadıkları bu toprakları terk edeceklerdi. Devlet böyle istemişti. Bakışları eşi Siranuş'a takıldı. Hala ağlıyordu. Ölünceye kadar da ağlayacaktı. Bir hafta önce üç aylık bebelerini toprağa verdiklerinden beri gözünün yaşı dinmemişti. Ama ne yapabilirdi ki. Babası öyle istemişti. "O kadar uzun yola dayanamaz... Salgın var... Bize ayak bağı olur..." demişti. O da babasının sözünden çıkamamıştı. Siranuş hala onunla konuşmuyordu. Siranuş kimseyle konuşmuyordu. Ağlıyordu sadece. Aç bebenin çığlıklarını duymamak için evi terk etmiş, birkaç gün dağlarda yatmışlardı.
Ama onun çığlıkları, ağlaması peşlerini hiç bırakmamıştı. Dört gün sonra bebeğin cansız bedenini toprağa verdikten sonra bile ağlaması evlerde, sokaklarda, dağda taşta her yerde yankılanıyordu. Kıyamete kadar da yankılanacaktı. Azat'ın babası Sevan tefecilik yapıyordu. Bu sayede bir hayli mal mülk edinmişti. Fakat devletin aldığı kararla malı mülkü elinden uçup gitmek üzereydi. Birkaç gün önce tarlaları ölü fiyatına satmış, borçlu olanların paralarını da altına çevirmişti. Böylece elinde bir hayli altın birikmişti. Bu kadar altını yanında götüremezdi. Yolda yağmalanabilirdi. Yollar tehlikeliydi. Burada emanet edeceği birisi de yoktu. Ne yapacaktı bu kadar altını? Birkaç gündür bu sorunun cevabını arıyordu. Eve geldiğinde Azat ve Siranuş hala evi topluyordu. "Daha bitiremediniz mi? Böyle giderse bizim taşınmamız seneyi bulur." Siranuş ağlıyordu. "Sen de ağlamayı kes! Yürü, pınardan su getir de içelim." Siranuş pınara gitmek için aşırmayı eline aldığı sırada aşırmanın içine öbeklenmiş, sapsarı, bir metre boyunda bir yılan gördü ve korkuyla aşırmayı yere fırlattı. Sevan bastonuyla yılanın kafasına vurup öldürdü. "Bunlardan kurtulacağız ya... En fazla ona seviniyorum." dedi.
Aklı hala altınlardaydı. Ne yapacaktı onları? İnsanın parasının olması da kötüydü. Bu kadar parası olmasa eşyalarını alır, giderlerdi. Başına bela olmuştu altınlar. "Buldum!" dedi neden sonra. Altınları eve saklayacak, uygun bir zamanda da gelip alacaktı. Yapılacak en mantıklı şey buydu. Evi satmamıştı zaten. Onlar gittikten sonra birileri gelip yerleşemezdi buraya. Ama nereye saklayacaktı altınları? Uzun süre düşündükten sonra kapının önündeki tandırın içine gömmeye karar verdi. Sevan ve Azat o gün tandırın içine derin bir çukur kazdılar, küpün içine yerleştirdikleri altınları oraya gömdüler. Akşamleyin gaz lambasının ışığında yemeklerini yerken dışarıdan bir çıtırtı geldi. Sevan pencereden dışarı baktı. İki kişi tandırın içini kazıyordu. Kimdi bunlar? Köyden birileri değillerdi. Altınları alacaklardı! Evet, evet altınları... Altınları oraya gömdüklerini nereden öğrenmişlerdi? O sırada köpekleri karabaş adamları fark etti. Yabancıları hiç sevmediği için hızla koşup üzerlerine atıldı.
Adamlar kaçarak uzaklaştı. Koşarak dışarı çıktı Sevan. Tandırı kontrol etti. Tandır olduğu gibi duruyordu. Kazılmamıştı! "Tanrı beni korusun! Sıkıntıdan hayal görmeye başladım." dedi ve istavroz çıkararak içeri girdi. Sevan'ın tandırı kontrol ettiği sırada Şevket altınları oradan nasıl çıkaracağını düşünüyordu. Orada altın olduğundan emindi. Toprak yumuşacıktı. Tandırın içine sonradan doldurulduğu belliydi. Detektör de en üst seviyede sinyal vermişti. Ama cinler tarafından korunuyordu. Bazı definelerin cinler tarafından korunduğunu duymuştu. Anlaşılan bu da öyle bir hazineydi. Nefesi kuvvetli bir hoca mı bulsam, diye düşündü. Onlara da güven olmazdı. Altınlar oradaydı. Ömrü boyunca ona yetecek altınlar... Onlara ulaşamıyordu. Ne yapacaktı? Sonunda gözünü karartıp mezarlığa tekrar gitmeye karar verdi. Bu sefer yanına diğer define arkadaşı İbrahim'i alacaktı. Yusuf'a söylese de gelmezdi artık. İbrahim'e Yusuf'un başına gelenleri anlatmadı. Anlatırsa korkup gelmekten vazgeçebilirdi.
O akşam Şevket arabaya yine takım taklavatı yükleyip yanına İbrahim'i de alarak mezarlığa gitti. Giderken boynuna cevşen, muska ve hamaylı astı. Güzelce boy abdesti aldı. Yasin'i okudu. Evden çıkarken üç kere Felak Nas okudu ve avucunun içine üfleyip vücudunun her yerine sürdü. İçi biraz rahatladı. Arabada giderken İbrahim: "Abi gergin duruyorsun, hayırdır?" diye sordu. O da "Gergin değilim, bu aralar işler durgun. Onu düşünüyorum." dedi. Birkaç gün önce geldikleri yere arabalarıyla yine durdular. Etrafı kolaçan ettiler. Kimse yoktu. Kazma küreği alıp mezarlığa girdiler. Tandırın içini zaten bir metreye yakın kazmışlardı. Az bir çabayla altını çıkaracaklardı. Tandırın içine İbrahim girdi, kazmaya başladı. Biraz kazmıştı ki küpün kulpu eline geldi. Bir yerlerden çocuk ağlaması geliyordu sanki. Bu sefer sesleri Şevket de duymuştu. "Hemen şunu çıkar da gidelim." dedi İbrahim'e telaşlı bir şekilde. İbrahim elini tam küpe uzatacakken durakladı. Elindeki kürek yere düştü.
"Tamam... Kusura bakmayın... Gelmeyiz..." gibi şeyler gevelemeye başladı. O sırada surata inen bir şamar sesi geldi. Sesi Şevket de duymuştu. "Yandım anam!" diye feryat etti İbrahim. Şevket, yerde yatan İbrahim'in koluna girip hızla oradan uzaklaştılar. Onların arabaya bindiği sırada Siranuş ve Azat da dışarı çıkmıştı. Sevan şaşkın bir şekilde: "Görmediniz mi?" diye sordu. "Neyi?" "Altınlarımızı çalmaya gelmişlerdi. Hatta birini tokatladım." "Baba iyi misin?" dedi Azat. "Altınlarımız işte burada, gömdüğümüz gibi duruyor." Eşyaları toparlamışlardı. Ertesi gün üç deveye yükledikleri eşyalarıyla burayı terk edeceklerdi. O sabah erkenden kalkmış, çavdar ekmeğinin arasına acı çökelek ve sızgıt koyarak karınlarını doyurmuşlardı. Tam develeriyle yola düşecekleri sırada yollarını Hasan kesti. Boynunda çapraz fişekliği, elinde çiftesi vardı. Hasan bundan altı ay önce Sevan'dan yüklü miktarda para almış, ödeyemeyince de rehine bıraktığı evi ve tarlası Sevan'a geçmişti. Sevan da onları satarak altın almıştı.
"Ver ulan paramı, namussuz!" dedi. "O zaman borcunu ödeseydin..." dedi Sevan. "Para mara yok bizde, defol git!" "Veriyor musun, vermiyor musun?" diye sordu Hasan tüfeği onlara doğrulturken. "Bizde para yok dedim sana!" Pat pat... Pat pat... Üç gün sonra köylüler tarafından evin avlusunda üç mezar açılıp oraya gömülene kadar üçünün cansız bedeni de orada kaldı. Şimdi hayatlarına mal olan altınlar gibi onlar da toprağın altındaydı ve orada olmaya devam edeceklerdi. Hasan'ın elinde çifteyle Sevan'ın önüne dikildiği sırada Şevket markette İsmail'le konuşmaya devam ediyordu.
Define olayını hiçbir ayrıntısını atlamadan anlatmıştı. "En çok İbrahim'e üzülüyorum." diye sözlerine devam etti. "Bir insanın delirmesine sebep oldum. O günden beri yamuk ağzıyla bana vurdular, bana vurdular diyor da başka bir şey demiyor." İsmail gülümsedikten sonra, "Bu söylediklerinin hiç birine inanmıyorum. Her zamanki gibi hikâye anlatıyorsun." dedi. Şevket'in canı sıkıldı. "Yarın çil çil altınları görünce söyle bunları!" dedi. "Gerçi sana göre her şey hikaye dimi..."