Beton Kamil
Hayatında en mutlu olduğu günleri, futbol oynadığı zamanları... On küsur yıllık amatör futbolculuk hayatında bir elin parmaklarını geçmeyen gollerini hatırladı. Orta sahadan rastgele vurduğu ama doksana giren golü... Topun havada süzülüşünü nasıl unutabilirdi ki? Ya kornerden gelen topa ceza sahası dışından kafayla vurup attığı gol...
Kahvenin demir kapısı gıcırdamaya bile fırsat bulamadan sertçe açıldı. Kahvedekilerin ölgün bakışları birkaç saliseliğine canlanıp oraya doğru kaydı. Koca göbeği, pis sakalları ve elinde bir poşet dolusu market malzemesi ile hastabakıcı Kamil –yani daha çok bilinen lakabıyla Beton Kamil- kısık gözlerindeki umursamaz bakışlarıyla içeriyi süzüyordu. Beton Kamil; ağır vücudunun ezdiği tahta döşemenin çığlıkları eşliğinde köşedeki boş masaya oturdu. Daha doğrusu onun geldiğini görünce tırsılan ve boşaltılan masaya... Gözlerini televizyondan ayırmadan kalın ve hırıltılı sesiyle kükredi. “Mahmuut... Bana bir orta yap. Kumandayı da getir.” Aslında adı Murat olan ocakçı, bu kasıtlı yanlışlığa hiç itiraz etmedi. Gıkı bile çıkmadı... Hatta “Tamam abim” diye cevaplayıp, işlerini bırakıp, telaşlı bir şekilde cezveyi ocağa sürdü. Peki ya kumanda... Ocakçının garson çocuğa yaptığı bir göz hareketi ile kumanda Beton’un masasına anında ulaştı. Sadece kumanda değil, üzerinde sadece “Beton Kamil” yazan beyaz bir zarf... Zarfı gören Beton’un, o kocaman iri cüsseli adamın, bir anda tüyleri ürperdi, gözleri büyüdü, yüzü kıpkırmızı oldu.
Bu öyle korkunç bir görüntüydü ki, zavallı garson çocuk güldür paldır kaçıp, ocakçının yanına bir kedi yavrusu gibi sokuluverdi. Peki, bu zarf bu kadar can sıkacak ne ifade ediyordu? Mahallenin esnafı alacaklarını genellikle böyle zarflar göndererek hatırlatırdı. Son günlerde Beton’un evine bu tür zarfların geliş sayısı artmaya başladığından mahalle postacısına talimat vermiş ve zarflar artık evine uğramadan kahveye bırakılmaya başlanmıştı. Beton Kamil’in dünyada belki de tek çekindiği -korktuğu demeyelim- görüntü, karısının baykuş gibi patlattığı gözleri ile sorgulayan yüz ifadesiydi. Ve şimdi masanın üzerindeki bu beyaz zarfa her baktığında sanki karısının o nahoş yüz ifadesi gözünde canlanıyordu. Moralini alt üst eden zarfı masanın bir kenarına doğru fırlatıp televizyon kumandasını kavradı. “Mahmuut... TRTspor kaçta?”“On yedide abi.” Reklamlar vardı... Ama bu onun için sürpriz sayılmazdı. Sonuçta başlama saatine uygun şekilde bir futbol maçının devre arasıydı.
Matematik bilgisi ilkokul seviyesinde olsa da, bir maçın başlama saatini bildikten sonra beyni otomatik olarak devre arasını ve bitiş zamanını hesaplayabiliyordu. Üstelik uzatma dakikalarını bile ekleyerek... Bu şaşırtıcı yeteneğini amatör ligde oynadığı futbolculuğu sayesinde edinmişti. Zaten “Beton” lakabı da ona futbolculuk zamanlarından mirastı. Defansta her zaman ayakta kalan, geçit vermeyen, beton bir duvar gibi sağlam kalmasına ithafen... Futbola geçen yıl veda ettiğinde, arkasında birkaç kırık kemik, üç-beş çatlak, on-onbeş kadar çıkık ile sayılamayacak kadar küçüklü büyüklü sakatlık bırakmıştı. Tabi ki hepsi rakip futbolcular adına... Futbolu bıraktığı duyulduğunda bütün amatör lig oyuncuları koca bir “oh” çekmiş, yöneticilerin sevinçten bir kurban kesmediği kalmıştı. Hadi onlar tamam da, onu asıl işkillendiren yıllarca top koşturduğu kendi takım yöneticilerinden hiç kimsenin çıkıp daha fazla oynaması için ısrar etmemesiydi. Şimdi onlara okkalı bir küfür göndermenin yeriydi ama... Neyse... Gözü tekrar masanın diğer köşesinde sinsice duran beyaz zarfa kaydı.
Bu kısacık bakışma dahi midesine kramp sokmaya yetmişti. Ah bu alacaklılar... Ne kadar da gaddar insanlardı. Biraz daha anlayışlı olamazlar mıydı? Hiçbir zaman borcunu inkâr etmez, geç de olsa mutlaka öderdi. Sonuçta evinde üç küçük çocuk ve müsrif bir kadın barındırıyordu. Hastabakıcılıktan kazandığı asgari ücret maaşıyla ne kadar geçinebilirdi ki? Son sınıfına kadar ite-kaka geldiği Sağlık Meslek Lisesini bitirebilseydi en azından sağlık memuru olur, iki üç kat daha fazla maaş eline geçer, rahat rahat geçinirdi. Hayat işte... Lise son sınıftayken yaşadığı olay aklına geldi. “Keşke sinirlerime hakim olup müdür muavinine o kafayı atmasaydım” diye düşündü. Böylece okuldan atılmaz birkaç ay sonrada mezun olabilirdi. Devamsızlıklarını silmek için bir ufak rakı isteyen o muavini belki de hemen dövmemeliydi. Diplomasını aldıktan sonra bir köşede kıstırır istediği kadar dövebilirdi nasıl olsa... “Lan! Sen bize örnek olacaksın, hoca bozuntusu” diyerek çaktığı kafa ve muavinin kan çanağına dönen burnu gözünde canlandı. Keyiflendi birden... “Ne olduysa oldu, iyi ki yapmışım” diye mırıldandı.
Kocaman göbeğine bağladığı elleri ile geriye yaslanıp, sandalyenin ön ayaklarını hafiften havaya kaldırdı. Gözleri televizyondaydı ama düşünceleri geçmişindeki mutlu günlerini arıyordu. Hayatında en mutlu olduğu günleri, futbol oynadığı zamanları... On küsur yıllık amatör futbolculuk hayatında bir elin parmaklarını geçmeyen gollerini hatırladı. Orta sahadan rastgele vurduğu ama doksana giren golü... Topun havada süzülüşünü nasıl unutabilirdi ki? Ya kornerden gelen topa ceza sahası dışından kafayla vurup attığı gol... Gerçi o zaman topun ağlara gittiğini görememiş, gol olduğunu arkadaşları söylemişti. Ve en güzeli, hala rüyalarına giren... Kullandığı bir serbest vuruşta topun önce baraja sonra kaleciye ve en son yan direğe çarpmasıyla attığı gol... Bilardo topu musun mübarek? Sonra... Futbolculuğunu bitiren olay... Mutlu anılarına tuz biber eken, futbol topunu her düşündüğünde bir karabasan gibi anılarına hücum eden o olay... İçi burkuldu, midesi yandı birden. Kahvesi de nerede kalmıştı? “Mahmuut... Bizim kahve ne oldu?” “Geldim abi.”
Ocakçı bizzat kendi getirmişti kahveyi ve bir bardak suyu. Beton, bir dikişte suyu yarıya indirmiş, ağzını şapırdatarak kahvesinden küçük bir yudum almıştı. Ama ne kadar kafasından atmaya çalışsa da içini burkan anılar birbiri ardına üşüşüyordu zihnine. Peki, ne olmuştu? Kaptanlığını yaptığı amatör takım o yıl hiç olmadığı kadar iyi gidiyordu. Tarihlerinde bir ilk yaşanacak ve belki de birinci amatörde şampiyon olacaklardı. Takımın kaptanı ve abisi olarak, kendini bir komutan gibi görüyordu. Gerek kulüp başkanı, gerek teknik direktörü, gerekse taraftarlar, onlar sadece figüran, kendisi başroldü. Çevresini saran hevesli, pire gibi gençlerle önlerine geleni deviriyorlardı. Defansta lakabına yakışır şekilde tam bir beton kale gibiydi. Ligin ilk yarısını en az gol yiyen takım olarak açık ara lider bitirmişlerdi. O yıl müthiş keyif alıyordu, futboldan... Ve hayattan... Kafası futbolla ve şampiyonlukla o kadar meşguldü ki, ne geçim sıkıntısı, ne alacaklılar, ne karısının somurtkanlığı, ne çoluk çocuğun mızıldanmaları... Hiç biri umurunda değildi.
Ligin ikinci yarısı başladığında ilk birkaç maç teklemişlerdi. Bu birazda rehavetten kaynaklanıyordu, telafi edilebilirdi. Ama asıl tehlike bambaşkaydı. En yakın takipçileri olan rakip takım devre arasında yeni bir transfer yapmıştı. Ahmet Suphi adındaki bu genç transfer tam bir deli fişekti. Hızına kimse yetişemiyor, çalımları ile baş döndürüyor, şutları neredeyse ağları deliyordu. Her maç üç dört tane gol atıyor, bir o kadar da attırıyordu. Çocuğun namı almış yürümüş, tüm amatör lig onu konuşur olmuştu. Beton Kamil de onun birkaç maçını gizlice izlemişti. Bu ufak tefek, çelimsiz ama gözleri fıldır fıldır çocuğun oyununa hayran kalmıştı. Hayran kalmanın yanında, kıskanmıştı... Çocuk futbolu kendisinin yaptığı gibi kaba bir güçle değil, teknik ve hızıyla oynuyor, topla güreşmeyip adeta dans ediyordu. Top sanki bu çocuğa sevdalanmış, âşık olmuş gibi ayağından hiç ayrılmak istemiyor, sımsıkı sarılıp sarmalanıyordu. Şampiyonluk kaçıyor muydu yoksa? Tamam, puan olarak hala öndeydiler ama rakip takım averaj yönünden avantajlıydı. Ligin son maçı iki takım arasındaydı ve puan farkı sadece üçtü. Yani beraberlik bile şampiyon olmaları için yeterliydi. Ama ya yenilgi... Bay bay hayaller, kupa, şampiyonluk...
Maçtan bir gün önce tüm maç planları hazırlanmıştı. Teknik direktörleri oyun taktiğini Ahmet Suphi’yi durdurmak üzerine kurmuştu. Sağlam ve kalabalık defans, uzun paslar, uzaktan şutlar, kontra ataklar... Takımın oyun kurgusu ve planı kağıt üzerinde tamamdı. Ama kendisinin de gizli bir planı vardı. O akşam kullanılması yasak olan çivili kramponlarını çıkarmış, çivilerini eğelemiş, anlaşılmaması için siyaha boyamıştı. Amacı belliydi. Maçın başında Ahmet Suphi’yi sakatlayacak ve oyun dışında kalmasını sağlayacaktı. Kırmızı kart görme pahasına... Rakibin yıldız oyuncusu olmadığı zaman, nasıl olsa maçı en azından berabere bitirirlerdi. Ömrü hayatında ilk kez yakaladığı şampiyonluk şansını bir çocuk yüzünden kaybedemezdi. Maç başlamıştı. Henüz ilk dakikalarda Ahmet Suphi’den yediği bacak arası çalım ve ardından attığı gol... Bütün takım elleri bellerinde, başlar önde kalakalmıştı. Takımı ateşlemeye çalışmış, bir yandan da gizli planını uygulamak için acele etmeye karar vermişti. Ahmet Suphi’nin peşinden sahanın her yanına, hatta rakip cezasahasına kadar gidiyor, taban giriyor, kayıyor, tekme sallıyordu.
Ama çivili kramponlarını bir kez bile isabet ettiremiyordu. Bu çocuk lastik top misali hoplayıp zıplıyor bütün faullü hareketlerden bir şekilde kurtuluyordu. Devre bittiğinde tabelada rakip takım adına üç gol vardı. Ve tabi ki üçünü de Ahmet Suphi atmıştı. Devre arasında soyunma odasında yapılan tüm telkinler, bağrışmalar, moral vermeler boşunaydı. Biliyorlardı... Maç kaybedilmiş, şampiyonluk kaçmıştı. İkinci yarı kendileri biraz daha hırslı başlasa da, rakip defansa çekildiğinden, bir sonuç elde edememişlerdi. Bam güm giden maçta artık kendisinin tek hedefi kalmıştı. Ahmet Suphi denen çocuğu bir şekilde yakalayıp, dövercesine sakatlamak... Ümitlerin tükendiği maçın sonlarına doğru, bir korner atışında gözüne kestirmişti onu. Marke ediyormuş gibi yakınına kadar sokulmuştu. Kendilerine doğru gelen topa bir kedi gibi zıplamıştı Ahmet Suphi. O da bunu fırsat bilmiş, topu bahane ederek peşinden zıplayarak tüm ağırlığı ile çocuğun üzerine öyle bir yüklenmişti ki zavallı çocuk çarpmanın etkisiyle havada savrulmuştu. İkisi de yere düşmüşler, top bir şekilde uzaklaştırılmıştı. Takımı ani bir atağa kalkmıştı.
Kaleci bile topun peşinden rakip alana doğru fırlamıştı. Ayağa kalktığında sahanın dışına savrulmuş yerde yatmakta olan Ahmet Suphi’yi görmüştü. Büyük bir rahatlama hissetmişti. Üç gol atıp takımını şampiyonluktan eden adama gereken cezayı kesmenin rahatlığı... Rakip sahaya doğru birkaç adım ilerlemişti ki, gayri ihtiyari tekrar geriye bakmıştı. Ahmet Suphi hala yerde kımıldamadan yatıyordu. Hareketsiz, öylece... Sanki... Ölü gibi... Bir anda içinde patlayan devasa bir yangın tüm vücudunu kaplamıştı. Aklına gelen o korkunç düşünce büyük bir vicdan azabıyla beynine saplanmıştı. Korkudan uyuşmak üzere olan ayaklarını sürüyerek geri dönmüş, kale direğinin yanında boylu boyunca yatan zavallı çocuğun yanına gelmişti. Gördüğü manzaranın dehşeti karşısında adeta tüm vücudu buz kesmişti. Ahmet Suphi’nin kafasından fışkıran kan yüzünün yarısını kırmızıya boyamıştı. Gözleri yarı açık olmasına rağmen sadece gözakları görünüyordu. Hafiften seslenip, birkaç tokat vurmasına rağmen yanıt alamadı. O an fark etti. Nefes almıyordu...
Telaşla çevresine bakındı. Oyun devam ediyor, hakemler, teknik heyetler, seyirciler, herkes heyecanla rakip sahada oynanan oyunu seyrediyordu. Hiç kimse onların farkında değildi. Korkusunun kuşattığı vicdan azabı bağırıp yardım istemesine engel oluyordu sanki. Kimden yardım isteyecekti ki? Şoförden bozma amatör ligin çakma sağlıkçılarından mı? Kendisi onlardan daha eğitimli bir sağlıkçıydı sonuçta. Evet, sağlıkçıydı... Okulda öğrendiklerini hatırlamaya çalıştı. Öncelikle sakin olmalıydı. Başını çarpınca bayılmıştı, tamam. Neden nefes almıyordu? Dili... Tabi ki dili dönmüş olmalıydı. Kanlara aldırmadan çocuğun ağzını açtı. Evet, tahmin ettiği gibi dili boğazına kaçmıştı. Hiç düşünmeden parmağını soktu. Tükürüklerin, salyaların arasından diline ulaştı ve çekti. Ciğerlere dolan havanın boğuk ve hırıltılı sesini duymuş ve ardından istemsiz öksürükler eşliğinde tekrar nefes almaya başlamıştı çocuk. Büyük bir sevinçle farkına varmadan attığı çığlık çevredeki birkaç kişinin dikkatini çekmiş ve yanlarına toplanmıştı. Hala baygın olan Ahmet Suphi alelacele hastaneye kaldırılmıştı.
Birkaç gün sonra Ahmet Suphi’nin taburcu olduğu haberini almıştı. Ama bir daha görüşmediklerinden bir özür dileme fırsatı bile bulamamıştı. İyi de olmuştu. Suçluluk duygusu hala içini kemiriyordu. Yaşadığı vicdan azabı nedeniyle futbolu bırakmıştı. Şimdi sadece televizyondan maç izleyen bir seyirciydi artık. Kahvesinden şapırtılı bir yudum daha aldı. Televizyondaki maçın ikinci yarısı başlamak üzereydi ve yapılacak bir oyuncu değişikliği için tabela kaldırılmıştı. Televizyonun altında beliren yazıda giren oyuncunun numarası ve adı yazılıydı. “10- Ahmet Suphi” Bir yandan da spiker oyuncuyu övüyordu. “Genç yetenek Ahmet Suphi, ilk profesyonel maçına çıkıyor.”Beton Kamil’in beklediği buydu işte. Sevinçten kahkaha atmış, kahvedekilerin meraklı bakışları bir an için ona çevrilmişti. “Hey koçum be! Sen ikinci yarı girecek oyuncu musun?” Beton Kamil’in içini kıpır kıpır yapan sevinç dalgası, yüzünde çirkin bir gülümsemeye neden olmuştu. Göbeğini gerdirerek maça odaklandığı sırada masa üstündeki beyaz zarf gözüne ilişti. Moralini bozmak istemese de zarfı alarak hızlıca açtı.
İçinden ikiye katlanmış sarımtırak bir kağıt ve küçük bir not kağıdı çıkmıştı. Alacaklıların borç isteme şekli giderek değişiyordu anlaşılan. Kağıdı açtığında gözlerine inanamadı. Kendi adına düzenlenmiş bol sıfırlı bir çekti bu. Bir hata olabileceğini düşünerek ister istemez not kâğıdını okudu. “Hayatımı borçlu olduğum Beton abime... Lütfen kabul buyur abi. Ahmet Suphi.” Boğazı düğümlenmiş, eli ayağı boşalmıştı. Mahcubiyet içinde başı öne düşmüştü. Onunla göz göze gelecekmiş gibi televizyona bakamıyordu artık. Karakterine ve cüssesine yakıştıramadığı gözyaşlarını kimsenin görmemesi için hızlıca elleriyle sildi. Çeki ve not kâğıdını yavaşça cebine yerleştirirken tüm utancını yenip, bakışlarını televizyona çevirdi. Ahmet Suphi, o meşhur bacak arası çalımlarına başlamıştı.