Ben O Değilim

 Orada birileri vardı, bu çok tuhaf hissin içinde; fakat bu bir his değil. Zamandan bir kesit.
Orada birileri vardı, bu çok tuhaf hissin içinde; fakat bu bir his değil. Zamandan bir kesit.

Yolun bir tarafı boydan boya kırmızı ışık. Diğeri sarıya yakın farların cümbüşü. İki çizgi halinde uzanan renkli nehirler gibi. Hepsi matlaşıyor. İzleniyor gibiyim. Arkamı dönüyorum. Üst geçidin merdivenlerinin başlangıcındaki geniş gövdeli çınar ağacının arkasından biri bana bakıyor sanki.

Tramvay tiz çığlıklar atarak durakladı. Ben de yorgun adımlarla kapıya yöneldim. Dışarı adımımı attığım ilk anda hissettiğim duygunun bir ismi yoktu. Henüz dinmiş yağmurun küçücük göletler bıraktığı zemine adımımı atınca kuvvetlenen bir aşinalık var. Reklam tabelalarının neon ışıklarının birikintilerde ve ıslak kaldırımlarda bıraktığı renkler. Koyu kırmızı, mor, sarı ve mavi tonlar. Yüzüme yansıyor. Üst geçide yöneliyorum. Hayret. Kimseler yok. Ağır aksak yürüdüğüm merdivenler, itiş kakış olan köprü bomboş. Az sonra köprüden aşağı bakacağım. Yayaların eksikliğinin aksine trafik tıkanmış.

Yolun bir tarafı boydan boya kırmızı ışık. Diğeri sarıya yakın farların cümbüşü. İki çizgi halinde uzanan renkli nehirler gibi. Hepsi matlaşıyor. İzleniyor gibiyim. Arkamı dönüyorum. Üst geçidin merdivenlerinin başlangıcındaki geniş gövdeli çınar ağacının arkasından biri bana bakıyor sanki. Ürperiyorum. Biliyordum. Buna hazırlıklıydım. Ürpereceğimi tahmin etmiştim. Ürpereceğimi tahmin ettiğimi bildiğim için bir kez daha ürperdim. Orada birileri vardı, bu çok tuhaf hissin içinde; fakat bu bir his değil. Zamandan bir kesit. Ve parçalanan her zaman diliminin, kendi içinde tekrar bölünüp sonsuza kadar çoğalması.

Köprü bitiyor. Kendimi odada buluyorum. Kirli sarı bir ışık geliyor holden. Kendi evim sanıyorum kısa bir süreliğine. Birden konuşmalar yükseliyor. Evimde olmadığımı fark ediyorum. Tanımadığım sesler. Her yer mora yakın bir loşlukta. Nereye gideceğimi şaşırıyorum. Kesif bir yanık kokusu geliyor. Mutfak olduğunu düşündüğüm yerden dumanlar geliyor. Kaçmak istiyorum. Ayaklarım zifte bulanmış gibi ağır. Sanki hava değil de su içinde hareket etmeye çalışıyorum. Tüylerim ürperiyor. Gözlerimden yaşlar geliyor; ama ağlıyor gibi değil. Gözüm akıyormuş gibi. Birkaç adım atıyorum ışığa doğru. Kapı aralığından içeride oturanları görüyorum.

Kol saatimin alarmı çalmaya başlıyor. Panikliyorum. Şimdi duyacaklar. Saklanacak yer arıyorum. Oturma odasına dalıyorum aniden. Onlar görmeden televizyonun arkasına saklanıyorum. Onların gözünü kırpmadan izlediği televizyonun arkasına. Gayet iyi saklandığımı düşünüyorum. Yine aniden fark ediyorum. Onlar beni zaten görmüyor. Teyit etmek için yavaş yavaş odanın ortasına ilerliyorum. Yerdeki halının yumuşaklığını hissediyorum. Eyvah. Ayakkabılarımla bastım. Televizyonu izleyenlerden çocuk olan, gözleriyle beni takip ediyor. Nereye gitsem bakışları oraya yöneliyor.

Bir şeyler demek istiyorum. Sesim çıkmıyor. Çocuğun yanında iki adam var. Biri orta yaşlarda. Kel. Gür bıyıkları var. Kaşları daha da gür. Gözlerini kapayacak neredeyse. Diğeri daha genç. Ebleh gibi bakıyor. Değirmi suratı şekilsiz bir top gibi. Çamura bulanmış ellerini kendine bulaştırmayacak şekilde dizlerinin üzerinde tutuyor. Gömleğinin ütülü olması dikkatimi çekiyor. Kurumuş yemek lekeleri var her yerinde. Çocuk gülmeye başlıyor. Çirkin bir gülüş. Tüylerimin ürpermesinden rahatsız oluyorum. Bütün bedenimin farkındayım sanki. Neye gülüyorsun diyorlar. Çocuk bana bakıp “Bir ölüye,” diyor. Adamlar “Edepsizlik etme,” diyor. “Ölüye saygı duy.”

Genç olanı bir tokat atıyor. Çocuğun suratına yapışkan çamurdan sıçrıyor. Yaşlı olanı kırlentin altından büyük bir yılan çıkarıyor. “Al, öldür o zaman,” diyor, kimi öldürecek anlamıyorum. Çocuk tehlikede sanıyorum. Gözleri büyüyor. Pis sırıtışından suratı geriliyor. Alt dudağı yere düşüyor. Sıçrayan çamur bir asit gibi eritiyor yüzünü. Büyük dişlerini ve alt damağını görüyorum. Yanakları dökülüyor. Avurtları bomboş. Bütün dişleriyle delice sırıtır gibi duruyor. Yılanı alıyor. Üzerime geliyor. “Ben ölü değilim. Yapma. Yardım et…” Yine ağır bir yoğunluğun içinde bütün bedenim. Ne kadar hızlı olmaya çalışsam da her şeyi yavaş çekimde görüyorum. Çocuk üzerime geliyor.

Ben kaçamıyorum. Yılan korkutmuyor. Çocuk daha korkunç. Parlayan mahlûku savurmaya başlıyor rastgele. Yılanın koca ağzı çocuğun sol eline kenetleniyor. Dört parmak sapır sapır yere dökülüyor. Elinden kahverengiye yakın koyu bir sıvı çıkıyor. Yanakları etsiz kaldığı için hâlâ sırıtan bir ifade var. Pencereye vuran yağmurun sesi. Yılanın tıslayan dilinin ıslaklığını hissediyorum. Birden ayaklarım kendine geliyor. Koşarak camdan atlıyorum. Şangırdıyor. Canım acımıyor. Düşüyorum. Çakılacağımı biliyorum; ama tarifsiz bir heyecan var. Coşkun bir çığlık var içimde. Çıkmak için sırtıma, yüzüme baskı yapıyor. Yolun başında koşan biri var. Üzerine düşmek istemiyorum. Hızlanıyorum ki o gelmeden düşeyim.

Korkunç bir irkilme. Tramvay durağının yakınındayım. Yerler ıslak. Ciyaklayarak duruyor demir yığını. İçinden çıkıyor. Onu durdurmalıyım. Oraya gitme. Hızlanıyor. Üst geçidin merdivenlerini geçiyor. Renkler birbirine karışıyor. Her şeyde bir ıslaklık var. Renkler de pürüzlü. Bulanık. Tam koşmaya hazırlanıyorum. Yüzümü fark ediyorum. Yüzüm paramparça. Kesikler. Pencere camı suratımı doğramış. Etlerim lime lime olmuş. Yağ gözeneklerim jöle gibi sallanıyor. Cam parçaları kemiklerime batıyor. Kulağımın yarısı yok. Burnum düştü düşecek. Tuvaletim geliyor ve ben hiç direnç göstermiyorum. Dayanılmaz bir koku kaplayıveriyor beni. Bacaklarımdan vıcık vıcık süzülen bir şeyler var. Kavrulmuş suratımla, pis kokumla gidersem beni bir yaratık, bir sapık sanacak.

Faydası yok. Bir aralık arkasını dönüyor. Beni görüyor. Tüyleri ürperiyor olmalı. Benim de ürperiyor. Çınar ağacının arkasına saklanıyorum. Üst geçidin sonunda, evime giden yolun üzerinde biri bana fener tutuyor. Kırmızı bir fener. Lazer ışığı da olabilir. Nedense çocuk aklıma geliyor. Üst geçidi kullanmadan yolu kesmek istiyorum. Çocuğu durduracağım. Trafik durağan; ama ben korkuyorum. Ürkerek ilerliyorum araçların arasından. Kamyonun önünden geçerken tuhaf hissediyorum. Renkler değişiyor. Kamyon hareket edip beni sıkıştıracak. Çığlık atıyorum. Renkler… Yok oluyor. Sıkışıyorum. Kurtulmak için debeleniyorum.

Bağırsaklarım baskıdan patlıyor. Dökülmesin diye tutmaya çalıyorum. Onları kaybetmemeliyim. Ameliyatla hallederler belki diye en ufak bir parçayı bile muhafaza etmeye çalışıyorum. Odanın ortasında. Benim odam. Yatakta uyuyan biri var. Bunu da yaşadım. Onun kim olduğunu biliyorum. Yine de yaklaşmaktan kendimi alamıyorum. Pencereden süzülen yosun renkli bir ışığın aydınlattığı kafanın kulaklarını görebiliyorum. Saçlarımda solucanlar kıvrılıyor gibi tiksinti uyandıran bir elektriklenme oluyor beynimde. Dışarıdan gürültülü bir müzik sesi geliyor. Biraz daha ilerleyince korktuğum şeyi görüyorum. Ben gerçekten öldüm diye dehşete kapılıyorum. Ürpermekten öte. Bütün saç tellerim dikiliyor. Dövünmeye başlıyorum. Ben ölmedim. Müziğin içindeki davul ve çan sesleri gittikçe artıyor.

Çığlıklar atmak istiyorum. Ben ruhum diyorum. Yine de olabilir mi öyle bir şey diye aklımın derinliklerinde bir soru belirebiliyor. Hâlâ mantıklıyım diye içimde bir sürur, kıvılcım gibi parlayıp yok oluyor. Geçici bir süre çıkmış olmalıyım. Eğer içine girersem. Uyuyan bedenimi hizalayıp aynı şekilde üstüne yatıyorum. Olmuyor. İçine gömülmüyorum. Yapışmıyorum. Bedenim sıcak. O buz gibi. Kıpırdıyor. Gözlerini aralıyor. Birden yataktan fırlıyor. Korkma diyorum. Benim ben. Haykırmak istiyor. Belli. Dili tutuluyor. Benim de boğazım düğümleniyor. İkimiz de sessizce bakışıyoruz. Bu anı tekrarlarıyla yaşadım. Durdurmalıyım. Dışarı fırlıyorum. Başka bir çocuk. Büyük bir bakır ibriği suratıma çarpıyor.

Köprünün diğer tarafında buluyorum kendimi. Şu an köprüden geçiyor olmalıyım. Çınar ağacının yanında gizlenmeye çalışanı görüyorum. Korkmasın istiyorum. Ona bir sinyal göndermek. Elimi cebime atıyorum. Fener orada. Çıkarıp kırmızı ışığı ona tutuyorum. Yanlış anlıyor. Harekete geçiyor. Üst geçitten ineni durdurmalıyım. Merdivenlere yöneliyorum. Yine o his. Tekrarlar. Tekrar ediyor. Yatağımda irkilişim tekrar ediyor. Çocuğu öldürüşüm. Köprüden ineni delik deşik edişim. Gürültülü müzik. Odadaki adamların beni gömüşü. Ölmeyişim. Ölmedim diye haykırışım. Bunları tekrarlarıyla tam da burada dururken aklımdan geçirişimi yeniden yaşıyorum. Semaya dikiyorum gözlerimi.

Bulutların sülfür sarılığında olduğunu görüyorum. Çok hızlı ilerliyorlar, eklenerek çoğalıyorlar. Dalgalar halinde çarpışıyorlar. Üst geçitten inen, gözden yitmek üzere. Kirli sisin içinde hızlıca ilerliyor. Takip etmek, yakalamak, gitme demek geçiyor içimden. Koşarsam yakalarım; ama hareket etmiyorum. Müdahale etmezsem her şey yoluna girebilir. Belki de kovalamamak, akışına bırakmak en doğrusu. Kendimi şaşırtan bir karar alıyorum. Ancak bu şekilde çarkı tersine çevirebileceğime inanıyorum.

Köprüden inenin gittiği yolun aksi istikamette koşmaya başlıyorum. Uzun bir süre. Ya da çok kısa mı? Yine yağmur başlıyor. Suratıma jilet atar gibi iniyor her damla. Yağmur değil, kan akıyor diye düşünüyorum. Üzerime camlar dökülüyor. Yolun ortasında bir ölü. Kıvranıyor yılanlar gibi. Hareket ediyorsa neden ölü olduğunu düşünüyorum? Başkaları da var. Beni gözetleyenleri seçebiliyorum. Onları da takip edenler var. Uzaklardan fare ciyaklaması gibi bir ses geliyor. Zoraki duran tramvayın sesi olmalı. Bir yolu vardır mutlaka. Sesin geldiği yöne doğru ilerlemeye başlıyorum. Kendilerimi kurtarmalıyım.

  • Bir de şöyle düşünün, Post Öykü’nüzde on bir sayıdır hiç yapay bunalımlarını, bunaltılarını okura kusan, ah ne kadar da yalnızım diye şikayet edip mızmızlanan, sulu sepken romantik öyküler okumadınız. Bu gerçek bir başarı hikayesi! (AE)