Belkıs Kıssası

Bilge kimdi, neden hikâyemin peşindeydi?
Bilge kimdi, neden hikâyemin peşindeydi?

Yoluma çıkan herkese hikâye anlatacak değildim. Bunu daha çocukken öğrenmiştim. Kim dinleyecekse onu ben seçecektim. Emanetti hikâye. Ehline verilecekti. Kısa bir an sürecek ya da birkaç gün hatta gece. Sesim, kelimeler, isimler, kader. Oyun edilsin istemezdim.

Hikâye uğruna uzun yolları göze alan bir ulaktım, şimdi yıllar var kimseye hikâye anlatmıyorum. Sustukça unuturum zannettiğim ne varsa sustukça yerini kuvvetlendirdi. Hikâyeler kaderimmiş, anlatmasam da birikiyor. Bende varlığıyla baş edemediğim bir ağırlık var, hafıza ağırlık yapıyor. Bilge fark etti bunu. Bilge. Buranın misafiri. Gitmek için gelmişti, beni fark edince kaldı. Azize öldüğünden beri, hep yalnızların dikkatini çekerim. Hep en yalnızları kendime çekerim. Bilge de onlardan biriydi. Varlığından korktum. Beni konuşturmaya çalışmasından. Gitsin istedim.

Ben susmasını, gitmesini beklerken, anlatmadığın için ağır geliyor, dedi gözlerimin içine baka baka. Taşıdığın hikâyelerin ağırlığını unut, dedi. Taşıdığım hikâyelerin ağırlığı! Nasıl, dedim, nasıl unutulur? Artık onları anlat. Yaşadıklarını anlat, hafifleyeceksin. Anlattıkça önemini kaybedecek, dile düşürdükçe basitleşecek, unutulacak, dedi. Neden bu kadar ısrarcı olduğunu anlamıyordum. Sen, dedim, sen hikâye toplamaya mı geldin? Neden dinlemek için bu kadar ısrarcısın? Korkmuyor musun duyacaklarınla imtihan olmaktan? Korkmuyorum, dedi. Hiçbir şeyden korkmam ben! Kibirliydi. Onun bu hali beni korkutuyordu. Onda bir ateş olduğunu hissetsem de pervane böceği gibi etrafında dolanıyordum.

Günler devirdi peşimde anlatayım diye. Sanki onunla paylaşsam güzelliğini geri alan Züleyha olacağım! Bilge kimdi, neden hikâyemin peşindeydi? Konuşmak için değil, onu konuşturmak için kapısına gittim. Yüzünde kendinden emin bir tebessümle açtı kapıyı. Geleceğimi biliyor muydu? Onu görünce, dalgalı kır saçlarını, uzamış sakallarını... Onu görünce... Çocukluk dilini hatırlar gibi, kaybettiğimi geri alır gibi. Sustuklarımı söylemişim, zaman durmuş doya doya sevmişim, tek yalanla karşılaşmamışım gibi. O sensin Bilge, sen de onu gördüm! Konuşturmak için gelmiştim, konuşmasından korktum. Bir yalanı daha dinleyemezdim. Konuşma, dedim. Soru sorma. Bölme, susturma. Susarsam bir daha anlatamam, dedim. Karşıma bağdaş kurup oturdu. Azize’nin ölümünden sonra ilk kez birine hikâye anlatacaktım. Üstelik kendi hikâyemi.

Belkıs’ın hikâyesini bilirsin, dedim. Bildiğini tekrar anlatacak değilim. Duymadığını duyuracağım sana, Belkıs ile İblis’in hikâyesini.

Kendimi bildim bileli, hikâyeler anlatan bir kadının yanındaydım, hafızası olmuştum onun. Emanetçisi. Kelimelere, hikâyelere sahiptim. Azize’den toplamıştım hepsini. Ondan dinlediklerimle yeni hikâyeler uydurmaya başladığım gün bana, git, demişti. Uzaklara git artık. Bir gün bunun olacağını bilirmiş gibiydi. Toydum. Uzaklar ise cazibeli. Gitmek zaten hep baş belası. Bana izin veren de madem o, tereddüt etmeden çıktım yola. Evinden çıkamayan korkakların hayalidir gitmek, dillerine dolayıp dururlar: Gidelim. Ben Azize’nin torunu, gözü kara kızı! Korkmak ne kelime! Yol benim, kader benim. Alır başımı giderim!

Surları yıkılmış şehirlerden de geçtim, sobası tüten köylerden de. Kurumuş nehir yataklarını da gördü gözlerim, akşamın kızıllığının denizde nasıl söndüğünü de. Doğumları ölümler takip etti. Baharları kışlar. Aşkları yalanlar. Sevgileri nefretler. Yok etti. Çocukların kahkahasını da işittim, kadınların susmasını da. Erkeklerin ciğerini kustuğunu gördüğümde hep yolumu değiştirdim. Hikâye kirlenmesin diye. Çünkü bu yolun sonunda mutlaka Azize’ye dönecektim. Alnım ak, hafızam kavi, kalbim kirlenmemiş kalsın istedim. Ona dönerken yanımda yeni hikâyeler. Yüzümde gurur. Bak ben senin torununum Azize! Bak ben bu hikâyeyi sen yokken uydurdum!

Yoluma çıkan herkese hikâye anlatacak değildim. Bunu daha çocukken öğrenmiştim. Kim dinleyecekse onu ben seçecektim. Emanetti hikâye. Ehline verilecekti. Kısa bir an sürecek ya da birkaç gün hatta gece. Sesim, kelimeler, isimler, kader. Oyun edilsin istemezdim. Azize’ye dönemesem bile sonunda Allah’a hesap verecektim. Rabbim, bunca hikâyeyi ben neden uydurdum!

İnsanları tanımak, derdi Azize, onları merak etmekle başlar, sevmekle ilerler. Lakin bu merak tehlikelidir; sevgi ise göz boyar, aldatır. Başladığın yerde bitiverirsin, ruhun duymaz. Sen bir ulaksın, bir hikâye anlatıcısı. Aklın görsün onları. Sakın kalbinle sevme, diye eklerdi. Kalbiyle sevmezse insan, derdim, kalbi değilse coşan... Başka türlü nasıl olur, nasıl olur! Aşk bütün hikâyeleri unutturur, derdi. Bittiğinde anlarsın. Hikâyeleri unutmak demek, Azize’yi unutmak demekti. Böyle bir isteğim yoktu. Ama aşk... O efsun. Uğramasın mıydı kalbime? Daha çocuktum, Azize sarıp sarmaladı kalbimi. Koru, dedi. Neyden koruyacaktım? Cinler mi tepinecekti üstünde! İblisin tuzağına mı düşecektim! Fıtratını mı inkar edecekti kalbim! Neydi bu vesvese! Azize’nin efsunladığı bir kalbi koruyarak büyüdüm. Günahsızdım, ilk taşı atabilecek kadar günahsız! Buna öylesine alışmıştım ki hep böyle kalacağım zannetmiştim.

Azize beni neden uzağına sürdü, beni neden tecrübesiz bir kalple bir başıma yollara düşürdü! Ben, bunca hikâyeyi dinlemiş, hıfzetmiş, yeni hikâyeler uydurmuş ben... Azize’nin torunu! Yalandan bir hikâyeyi dinlerken Azize’yi kaybettim. Artık ilk taşı ben atamam, çünkü ismim Belkıs’ken bir iblise âşık oldum!

Azize’yle yıllarca yolculuk etmiştim. Diller öğrenmiş, insanlar tanımıştım. Ama hep Azize’nin gölgesinde. Kırılmamış kanatlarımla onun göz hizasında uçmuştum. Hür olmak bu muydu? Değildi. Onsuz çıktığım ilk yolculuk, konaklamaya karar verdiğim ilk yurt. Etrafımı saran yanık tenli çocuklara bir ulak olduğumu, hikâyelerle geçmişten haber getirdiğimi, bu haberin geleceği şekillendireceğini söyledim. Ağızlarını kocaman açarak dinlediler. Hayret ettiler. Birbirlerini dürtüp, en cesurlarını öne sürdüler. Büyüyüp de küçülmüş bir edayla buyurdu, anlat da dinleyelim. Biz Azize’yle çocuklardan esirgemezdik hikâyeleri.

Temkinli olmamız gereken büyüklerdi, Azize öyle derdi. Soluklanmak, terimi yıkamak için çeşmenin yanına gitmiştik. Kimin hikâyesini dinlemek istersiniz, dedim. Çocuk yaşta Allah’ı bulan İbrahim mi, çocuk yaşta iman eden Ali mi? Çocukla çocuk ol, derdi Azize. Olurdum. Sakın deliyle deli olma, derdi. Hiç deli tanımamıştım! Köylerin delisinden bahsetmezdi böyle derken bilirdim. Birinin deli olduğu nasıl anlaşılırdı, çılgın olduğu? Bakışından mı, konuşmasından mı, yalanlarından mı... Yalanları yani Allah’tan korkmayışından mı! Tecrübesizdim.

Çocuklar isme karar vere dursun, belli belirsiz bir ayak sesleri işittim. Dönüp baktığımda bana doğru telaşlı adımlarla gelen bir adam gördüm. Yalnız yürümeye alışmış bir hali vardı. Günahı yok, ona uzun sürmüş bir yalnızlığı yakıştıran bendim. Dalgalı saçları kır, sakalları uzundu. İsmimi sordu. Ulağım ben, dedim, hikâyelerle haber taşırım. İsmimi sordu tekrar. Hangi hikâyeyi anlatırsam onun ismini alırım, dedim. Şehrazat sensin öyleyse, dedi. Değildim ama bu ne güzel isimdi. Bana hikâyesini bilmediğim bir isim verdi. Onu merak ettim, aklımla değil üstelik. Kimdi? Onun ismi neydi? Sormadım. Sormadım, ben onu merak ettim ama Azize’nin bana, dur, dediği yer işte burasıydı. Çeşmede bakraç dolmuş, taşan su ayaklarımı ıslatacak gibi olmuştu. Eteklerimi kaldırdım. Aklıma Belkıs kıssası düştü. İsmimin o an Belkıs olduğunu hissettim. Onun ismi neydi? Sormadım.

Bana Şehrazat’ın hikâyesini anlat, dedim. Şehrazat bitmeyen bir şiirin içindedir, dedi. Bitmeyen bir şiirin hikâyesi. Anlat, dedim. Azize’ye yalnız bu hikâyeyle bile dönebilirdim. Gel soluklan, dedi. Yorulmuşsundur. Çeşmeden su uzattı. Yakındı. Bana çok yakın. Ruhların tanışması gibi, evvelden. İlk kez Azize’den başkasından hikâye dinleyecektim. Heyecanlıydım.

Azize ki alnı secde ve gök arasında. Ak elleri duru sularda şifa arardı. Bulurdu. Dili dosta merhametli düşmana adildi. Hiçbir hikâyesine yalan, riya bulaştırmamıştı. Ben onun torunu. Alnım secde ve gök arasında. Ak ellerim duru sularda şifa arardı. Bir gün bulacaktım, inanırdım. Dinlediğim hikâyelerde yalan yoktu. Sevgim de öfkem de sahih. Kim ne diye hikâyesine ihanet etsin ki! Onu... Dedim ya yakındı. Ruhların yakınlığını hissetmiştim. Günahı yok, yalan söylemeyeceğini ona yakıştıran bendim.

Günlerce Şehrazat’ı anlattı bana. Tek bir hikâyemi anlatmamı bile istemedi. Sormadı taşıdığın nedir? Benimle saatlerce konuşur ama uzun uzun bakmazdı yüzüme, benimse gözlerim hep onun gözlerinde. Beni de konuştursun isterdim. Bana soru sormasını. Sormadı. Hikâyesi o kadar uzundu ki, beklerim, dedim. Uzun sürmüş bir yalnızlık ancak bu kadar konuşturabilir dedim. Yalnızlığı bitsin istedim. Kar ıslattı saçlarımı. Mevsim geçene kadar beklerim dedim. Benim de bir gün konuşmamı isteyecektir zannettim. İstemedi. Yola hikâye anlatmak için çıkmıştım, kimseye hikâye anlatamadım. Ona Azize’den bahsettim. Şehrazat’ın hikâyesi bitince ona dönmeliyim, dedim. Bana kalpten bahsetti. Senin, dedi, bana âşık olmanı isterdim, sen dönmekten bahsediyorsun! Kimseye yalan söylememiştim ki bana yalan söylediğini zannedeyim. İnandım. Oysa eteklerimin suda ıslanacağını hissettiğimde ondan uzaklaşmalıydım.

Sesi, bir türlü bitmeyen hikâyesi, yanımdaki varlığı, ona alışmıştım. Aklımda o ve Azize, ikisi arasında sınanıyordum. Ya onu seçecek Azize’yi unutacaktım ya da Azize’ye dönecek ondan vazgeçecektim. İkisinin de var olmasını istiyordum. Ama o Azize’yi istemiyordu. Aşk için ihanet, diyordu. En çirkin imtihanlara tabi tutuldu en temiz sevgiler. Barbarlık bu, demek istiyor ama susuyordum. Onu nasıl ikna edeceğimi, benden bunu istememesi gerektiğini bir türlü anlatamıyordum. Sustum, günlerce sustum. Gelsin beni konuştursun istedim, gelmedi. Aşktan bahseden adam gelmedi. Azize’ye dönmeye karar verdim. Beni hiç bırakmayan, beni beklediğini bildiğim kadına.

Ondan vazgeçtim. Âşık olmak da neymiş, istedim ki ona âşık kalayım. Yokluğunun acısı düşsün payıma. Yasını tutayım. Bir ömür her hikâyede onu anlatayım. Sevmek nasıl olur köy köy dolaşıp bahsedeyim. Kaybetmek nasıl olur. Benden dinlesin herkes sevdanın bir kalbi nasıl ihya ettiğini. Yanında olamasam da onu dilimde hasretle anayım istedim. Mecnun’un hikâyesi gibi onu konuşsun herkes. Yücelttikçe yüceltsinler varlığını, izini, aşkını, kaybetmişliğini. Böyle sevdim diye beni değil, böyle sevildi diye herkes onu konuşsun istedim. Öyle güzel anlatayım ki dilden dile, kavimden kavime, biz mezarda çürüyünce bile o yaşasın istedim. Onu öpüp başıma koyayım istedim.

Toparlanmıştım, Azize’ye dönecektim. Buraya geldiğim ilk gün gördüğüm çocuklar yine etrafımı sarmıştı. Nereye gidiyorsun yalancı, dedi aynı velet. Neden yalancıymışım, dedim. Hani hikâye anlatmaya gelmiştin, bir tane bile duyamadık, dedi. Azize’ye dönmeliyim, dedim. Ona Şehrazat’ın hikâyesini anlatmalıyım. Sonra onu alır gelirim, o anlatır hikâyeleri. Şehrazat’ı anlat da git bari, dedi. Bakalım iyi bellemiş misin? Eskiden, dedim, penceresi deryaya bakan bir ev varmış. Bu evin içinde ismi Şehrazat olan bir kız. Bu kız her sabah dalga seslerine uyanırmış. Çılgınmış derya, coşkuluymuş. Ama korku vermezmiş bu kıza. Kız uyanıp da pencereye gözlerini çevirdiğinde deryadan su içen sahipsiz atları görürmüş. Ormandan mı gelirmiş bu atlar, yoksa bu vakitte deryadan mı yaratılıp toprağa çıkarlar bilemezmiş.

Ah, dermiş, şu alacalı olanın sırtına binsem de beni ait olduğum diyara götürse. Kapansa içimdeki boşluk. Bir sabah kimseyi uyandırmadan evden çıkmış, o alacalı atın sırtına atlayıvermiş. At huzursuzlanmış. Öfkelenmiş. Öfkesi arttıkça kız atın boynuna daha da sıkı sarılmış. Atın saçlarının arasına gömülmüş. At deryaya koşmaya başlamış, kız boynuna sarılı olduğu halde orada gözden kaybolmuş. Çocuklar birden kahkaha atmaya başladılar. Sen ne anlatıyorsun be yalancı, dediler. Bu mu Şehrazat’ın hikâyesi! Dinleyin daha yeni başlıyor, dedim. Devamı da mı var, dediler gülmekten karınlarını tutarak. Seni fena kandırmış, dedi içlerinde en aptalı. Şehrazat’ın hikâyesi böyle değil. Suratıma tükürmedikleri kaldı.

Utandım. En başından beri her şeyden. Yakınlığına ezel tanışıklığı dediğim, ne bana benziyormuş ne Azize’ye. Karşısına geçip hesap sormadım bile. Ondan korktum. Bitmeyen bir şiir diye, bin bir gece bana yalan anlatmasından. İnandırmasından korktum. Kaçtım. Şifa bulmak için Azize’ye ihtiyacım vardı. Ondan ne kadar uzaklaştığımı ona dönerken anladım. Kanatlarımı daha ilk yolculuğumda ne kadar hızlı açtığımı, uzun yolları aşmayı tecrübesizlikle göze aldığımı anladım. Git, dediğinde sıkı sıkı sarılmam gerekliydi Azize’ye. Senin hafızanı taşıyorum, sensiz nereye giderim. Beni bir başıma uzaklara sürme, demeliydim. Diyemezdim... Kendi kanatlarımla uçmak istiyordum.

Giderken heyecanla aldığım mesafe kısaymış, gördüklerim bir rüya. Dönerken yol uzadıkça uzadı, sanki dağlar aştım. Üzerimde bir ağırlık. Azize’nin kına kokan ak elleri saçlarımda dolaşırsa hafifleyebilirdim. Geçsin diye dua ederdi, geçerdi. İnanıyordum. Fakat Azize’ye döndüğüm gün o yoktu. Azize ölmüştü. Bana şifa vermek için zamandan başka bir şey kalmamıştı elimde.

Hakkını teslim edeyim, Bilge bir kez bile sözümü kesmeden dinledi. Tek soru sormadı. Gözlerini gözlerimden çekmedi. Hikâyem... Sırsa eğer artık onda imtihandı. Sadık mı kalacak hain mi çıkacak, belli değildi. Değer miydi anlatmama? Yarın, gidiyorum, deseydi. Bunca yıl sustun da bugün neden konuştun, diye kızmaz mıydım kendime? Kimsin sen Bilge! Neden bu kadar ona benziyorsun? Tam bir şey diyecek oldu ki, belimde sakladığım hançeri göğsüne sapladım. Ne söylese yalan olacak zannettim. Tek yalan dahi duymak istemiyordum. Elim göğsünde, kalbi ellerimde. Sıcacık kan ikimizin de elinde. Yanılıyordun Bilge, anlatmak unutturmuyor, hatırlatıyormuş. Temiz kaldıkça sadık, kirlendikçe unutkan olur insan. Kirleneyim istedim. Öl istedim.