Behrâm-nâme

Geceleri şehir meydanındaki havuza gelerek oturuyordu. Günlerce. Yalnız geceleri.
Geceleri şehir meydanındaki havuza gelerek oturuyordu. Günlerce. Yalnız geceleri.

Savaş başladıktan günler sonra sefil kılıklı biri heybesiyle şehre gelmişti. Herkesin acıyarak baktığı, gerçek ile hayal arasında bir divane gibiydi. Ehrimen'in casusu olabilir, şehirdekileri şerriyle baştan çıkarabilirdi. Onu takip ettim. Bir gece vakti Nişabur sokaklarında avare gezinirken şehir meydanında içerisinde kırmızı bir balığın yüzdüğü süs havuzunun başında durdu. Havuza vuran ayın siluetini ve balığı kımıldamadan seyre daldı.

Ben bu satırları yazarken gözlerini yuman amcama...

Kavuşmak güzeldir.

Savaş tüm azametiyle sürerken, yüce kral Behrâm'ın orduları şimdiye kadar namağlup bir komutanın orduları olarak ilk defa bir yenilgiyi şanlı tarihlerine eklerken, yüce komutan Behrâm'ın en güvendiği vakanüvisi ben, komutanımın emriyle savaş alanından ayrılmış, bana verdiği görevi yerine getirmek üzere atımı mahmuzlamış ve savaş alanını terk etmiştim. Ordumuzun sırtını verdiği iki tepenin arasındaki dar boyundan kana bulanmış atımla birlikte yukarılara tırmanıyordum ki kılıç ve kalkanların dağlarda yankılanan o yürek hoplatıcı şakırtısıyla irkildim. Atımı durdurup son defa ardıma baktığımda toprağı ıslatma sırası gözyaşlarımdaydı. Bu teşne topraklarda göğe yükselen her kılıçla birlikte sağ ve sol kanattaki askerlerimiz birer ikişer can veriyordu. Düşman atlıları ise direnmeyi başaran artçı askerlerimizin üzerine var güçleriyle gidiyor, askerlerimizin zekice mızrak darbeleriyle at sırtında can veriyordu. Tüm azametiyle namağlup ordumuz nice savaşlar gören gözlerim önünde feleğin zulmüne uğruyordu.

Ne Behrâm kaldı ne de tacı, tolgası. Behrâm'dan geriye yalnız toprakla dolmuş bir beden, kuru bir ad kaldı...
Ne Behrâm kaldı ne de tacı, tolgası. Behrâm'dan geriye yalnız toprakla dolmuş bir beden, kuru bir ad kaldı...

Biraz ötelerinde atların kaldırdığı toz bulutu dört bir yanı sarmıştı. Yüce komutanımız Behrâm'ın çevresini saran askerlerimizdeki yenilmezliğin verdiği kendinden emin tavrı ve oluşan toz bulutuyla birlikte gözlerindeki korkuyu hissedebiliyordum. Bunu anladığımda atımı şaha kaldırıp ölen ve ölecek olan tüm askerlerimize minnetimi sundum. Atımı sürmeye devam ettim. Yüce komutanımız Behrâm, savaş alanından gitmem için beni seçtiğinde mecliste bulunan herkesin kuşku dolu bakışını üzerimde hissetmiştim. Mecliste bulunanlar arasında karşıma almaktan korkacağım nice savaş görmüş yiğit kumandanlar; komutanımız Behrâm'a pervane olup yol gösteren nice bilginler vardı. Tüm bölgeyi avucunun içi gibi bilen, düşman şerriyle gerek kılık değiştirerek gerekse gözü karalığıyla başa çıkacağına şüphe olmayan casuslarımız da cabası.

Üzerime yönelen bakışlar bir süre sonra kendisini alçak bir uğultuya bırakmıştı. Emindim. Bu uğultunun kaynağı basit bir vakanüvisin bu görev için uygun olmadığını düşünüyor, hepsi bu görev için bir başkasını öne çıkarıyordu. Derken havaya kalkan yumruk tüm bu uğultuyu kesmişti. ‘O gidecek!' Emir kesindi. Seçim çoktan yapılmıştı. O an mecliste bulunmayıp ardımda bıraktığım askerlerimiz beni belki de bir korkak olarak hatırlayacak, hatta hatırlamaya bile fırsat bırakmak istemeyen birileri peşimden gelerek beni yakaladığı yerde infaz edecekti. Düşmanın savaş alanına gelebilecek muhtemel desteği bildirmeleri için koyduğu gözcüler de cabası. Ancak yüce komutanımızın emri kesindi. Her ne olursa olsun verdiği bu son görevi yerine getirecek, yüzünü kara çıkarmayacaktım.

***

Günlerce at üstünde yol gittim. Savaşlarda su kuyularını zehirleyerek düşman birliklerine kayıp yaşatmak eskiden beri görülen bir adetti. Ordumuz savaş alanına geldiğinde yolda bulduğumuz su kuyularının hiçbirine dokunmamıştık. Ne de olsa yüce komutanımızın önderliğinde savaşı kazanacak, geri dönecektik. Fakat düşman birlikleri bunu da hesaba katıp ardımızdaki kuyuları zehirlemiş olabilirdi. Savaşı kazansak bile karargâhımıza geri dönerken yolda ölümümüze sebep olabilirlerdi. Karşılaştığım hiçbir su kuyusundan su içmeden gidebildiğim kadar savaş alanından uzaklaştım. Güvenliğimden emin olduğum bir yerde mola verip yüce komutanımızın bana verdiği ceylan derisini açacak, içerisindeki buyruğu yerine getirecektim.

***

Nihayet savaşı ardımda bırakmayı başarmıştım. Önümde başka tehlikeler. Fedailer, haramiler... Bulduğum bir mağarada üzerimdeki savaş kıyafetinden kurtuldum. Eyer çuluyla atımın teni arasında, atımın sıcağında pişen etleri hızlıca yedim. Sıra ceylan derisi içerisindeki emri yerine getirmedeydi. Mektubun içerisinde başka bir mektup daha ve içerisinde zümrüt büyüklüğünde bir taş. Yüce kralımız Ehrimen'in devler, cinler ve insanlardan oluşan ordusuna yenileceğini düşününce gerçeklik taşı adını verdiği zümrüt büyüklüğündeki taşı kaçırmamı, dahası saklamamı istiyordu. Ta ki Ehrimen'in neferleri onu bulamasın. Onu bulduğunda gerçeklik değişip de kötülük iyilik gibi görülmesin, Ehrimen'in orduları sonsuza kadar muzaffer olmasın.

***

Güneş Koç burcuna girince, dünya bir güzellik ve tazelik kazanmıştı. Bu tazelik ve heybemdeki görevim bana güç veriyor, yolumu aydınlatıyordu. Yolum beni Fırat ve Dicle'nin suladığı mümbit topraklardaki bir manastıra götürdü. Han ve içindeki yolcular, eşkıyalar, sürekli soru soran seyyahlardansa bu manastırda konaklamak daha az dikkat çekiciydi. Girdim. Manastıra ilk girdiğimde dışarıdaki tazelik burada kendisini bambaşka bir havaya bırakmıştı. Sanki dışarıdan gördüğüm manastır ile içi birbirinden bağımsızdı. Buna rağmen göz alabildiğine uzun ve büyük pencerelerinden içeriye yansıyan aydınlığıyla, raflardaki cilt cilt kitaplarıyla manastırın içi bir anda en güvenilir yer haline gelmişti. Manastıra girdiğimi gören keşişlerden biri beni karşılayarak adımı sordu. Tütsüledi. Kötü ruhlar içeri girmesin. Oysa daha iki gün önce bir savaşın koynunda, kaplan postu giyen yüce kralımız Behrâm'ın yanındaydım. Savaş alanından kaçtım. Şimdiyse günahtan kaçan biri gibi karşılanıyordum.

Beni buraya getiren yazgım, kontrolümü hiçe saymış gibiydi. Karşımda duran bu beyaz tenli keşişe daha kim olduğunu dahi soramadan heybemdeki taşı çıkardım ve keşişe uzattım. Taşı alan keşiş mutlak bir zafer kazanmışçasına gülümsedi. Taşın yanında uzattığım, kralımın ceylan derisi üzerine nakşedip mühürlediği mektubu okudu. Taşı olduğu gibi yere çaldı. Dur diyemedim. Taş yerle bir olmuştu. Gerisi karanlık. Kendime geldiğimde sakalları da boyu gibi uzun bir başka keşişin daha geldiğini, iki keşişin birlikte başında durduğu minyatürü gördüm. Minyatürdeki kişinin elinde elmas büyüklüğünde bir taş. Bu taş, getirdiğim taşın farklı açıdan, tıpkısıydı. Minyatürün altına hangi dilde olduğunu anlayamadığım kelimeler iliştirilmişti. Uyandığımı gören keşiş yanıma gelerek, "Sır artık bu kitapların arasında güvende" dedi. Anlamadım. Beni buraya getiren yazgım bana nasıl bir oyun oynuyordu? Bu keşişler de neyin nesiydi? Gerçeklik adeta avuçlarımın içerisinden kaymıştı.

Yerine benimseyemediğim bir gerçekle yüzleşiyordum. Dahası tüm bu olup bitene karşı koyamıyor, denilenlere! uyuyordum. Keşiş günler sonra geldiğim gün olduğu gibi tütsüleyip dua ederek beni yolcu etti. Görevim nasıl olduğunu anlayamadığım bir şekilde burada sona ermişti. Manastırdan ayrıldığımda başkente giderek yüce kralımız Behrâm ile Ehrimen'in orduları arasındaki savaşı haber vermek istedim. Ancak bu atlaslarla bezeli kubbenin altında gördüklerim başımı öylesine döndürmüştü ki. Kalakaldım. Yalnız bir çeşme gibi hüzne kapıldım. Defterimi yazmaya gücüm daha da yetmedi, bıraktım. Zihnimin dar kıvrımlarında kayboluyordum. Benimseyemediğim bir gerçekle burun burunaydım. Tek bildiğim ise kendi zihnim tarafından oyuna getirilerek aldatıldığım.

Nişabur şehrini görmüş, Hamse sahibi Nizâmî.
Nişabur şehrini görmüş, Hamse sahibi Nizâmî.

Genceli Nizâmî

"Bu defteri bulan kişi, bir vakitler doğu diyarlarının ve de tüm Acem'in turkuaz tuğlalarla, elmas firuzelerle ve renk renk bahçeleriyle bezeli Nişabur şehrini görmüş, Hamse sahibi Nizâmî. Bir zamanlar doğu diyarının kadim krallarından olan, adı Şâhnâme'de övgüyle bahsedilen; cesur, korkusuz ve adil kral Behrâm-ı Gûr'un garpta Ehrimen'in, şeytanın ordularına karşı muzaffer olduğu savaşın üzerinden uzun yıllar, asırlar geçti. Ne Behrâm kaldı ne de tacı, tolgası. Behrâm'dan geriye yalnız toprakla dolmuş bir beden, kuru bir ad kaldı... Ehrimen'in ordularının ise yerlerine yenileri hızla geçti. Cengiz Han bir gece ordusuyla birlikte Nişabur'u karanlığa mahkûm etti. Şehirdeki kedi ve köpeklere kadar katlettiler.

Bir zamanlar doğunun en görkemli şehirlerinden biri olan, Horasan'ın kalbi, içerisinde tüm dinlerin özgürce yaşadığı; Hayyam'ı, Attar'ı, Hacı Bayram-ı Veli'yi ve nice âlimi sinesinde barındıran şehir yağmalanmış, tüm kütüphaneler tek tek yakılmıştı. Nişabur o günden sonra bir daha doğrulamadı. Firuzeleriyle, bahçeleriyle meşhur Nişabur, su toplamış bir yara artık. Bu defteri ise birkaç gün önce şehirdeki eski bir evin kuytu mahzeninde bulup bana getirmişlerdi. İçerisinde yazılanlar öylesine korkutucuydu ki okuyanların hayrete düşüp aklını kaçırmasına sebep olabilirdi. Gök kubbe altındaki tüm yıkımlar, yangınlar bu defterle birlikte artık bir anlam bulmuştu. Bulduğum defterin sararmış sayfaları arasında benden önceki sahiplerinin yazdıkları ise hâlâ aynı canlılığıyla duruyordu."

Defterin Önceki Sahibi

"Doğu diyarının yüce kralı Behrâm'ın garpta Ehrimen'in ordularına karşı muzaffer olduğu savaşın üzerinden aylar geçti. Savaş bitmiş, yüce kralımız içerisinde her gece bir eşinden hikâyeler dinlediği yedi renkli köşküne dönmüş ve yedi iklimin prensesi eşlerine kavuşmuştu. Anlatılanlara göre ansızın savaşın seyri değişmiş, yüce kral Behrâm belki de hayatında ilk defa bir yenilgiyi tadacakken kalbine doğan son bir kuvvet ile yanındaki askerleriyle birlikte düşman hatlarını yarmış, o kanı bozuk devler dâhil Ehrimen'in tüm ordusuna savaş meydanını dar etmişti. Kaçan cinler ve devlerin peşine düşen askerlerimiz mızrak darbeleriyle devlerin; çeşitli efsunlarla da cinlerin hakkından gelmişti. Tüm bu bahsettiklerim şehirde bir efsane gibi duyulmuş ve dilden dile yayılmıştı. Kralımız Behrâm'ın şanı tüm doğu topraklarına yayılmış, Behrâm'a karşı hataya düşecek, karşısına çıkabilecek herkesin kalbine korku salmaya yetmişti.

Savaş başladıktan günler sonra sefil kılıklı biri heybesiyle şehre gelmişti. Herkesin acıyarak baktığı, gerçek ile hayal arasında bir divane gibiydi. Nişabur'un elmas firuzeleri, bahçeleri arasında gözünü alamayarak başı döndü, iyice kayboldu. Ehrimen'in casusu olabilir, şehirdekileri şerriyle baştan çıkarabilirdi. Onu takip ettim. Bir gece vakti Nişabur sokaklarında avare gezinirken şehir meydanında içerisinde kırmızı bir balığın yüzdüğü süs havuzunun başında durdu. Havuza vuran ayın siluetini ve balığı kımıldamadan seyre daldı. Günler geçti. Heybenin sahibi divane olduğu yetmezmiş gibi bir de iyice kendini kaybetti. Üstünü başını yırtmaya başladı ve heybesini olduğu yerden uzağa fırlattı. Aldım. Heybedeki defterde yazılanları okuyunca ne yapacağımı şaşırıp bu defterden bir an önce kurtulmam gerektiğine hükmettim. Eğer efsunlu olmasından korkmasam onu çoktan yakardım. Ve şimdi onu bulduğum yerden daha uzağa savuracağım."

Defterin Sonraki Sahibi

"Ben, Nişabur şehrinde yaşayan ve pirimiz Ehrimen'e içten içe saygı duyan Dahhâk. Yüce kralımız Ehrimen ile bedbaht Behrâm arasında geçen savaşta galip taraf biz oluyorduk ki Behrâm yapacağını yapmış, ani bir baskınla koynumuza kadar sokuluvermişti. Devler, cinler ve insanlardan oluşan ordumuz birer birer telef edilmiş, o bedbahtın zulmüne uğramıştı. Ben ve benim gibi kaçmayı başarabilen casuslar ise pirimiz Ehrimen'e bağlılık yeminimizi yineleyip şehirlere karışmıştık. Vakti geldiğinde kanlı bir savaş tekrar bizi bekliyor olacaktı. Şimdilik Nişabur'a sığınmıştım. Bir gün Nişabur sokaklarında yürürken bu uğursuz defter elime geçti. Okudum. Artık her şeyi biliyordum. Bildiğim her şeyi Ehrimen'in casuslarına ve ordularına haber verdim. Hepimiz sessizce harekete geçtik. Önce şehirde o sefil kılıklı adamı aradık. Yoktu. Havuzun içerisindeki bahsi geçen balık da onunla birlikte buhar olmuş gibiydi. Dağlardaki birçok fedaiye, haramiye de haber salıp bu toprakları baştan aşağı kolaçan ettirdik.

Sonra bulduğumuz tüm manastırları, kütüphaneleri altüst ettik. Kılıç sesleri, feryatlar arşa değdi. İçerisinde aradığımızı bulamayınca kimisini yakıp yıktık, kimisini de nehirlere attık. Nehirler bu yüke dayanamadı. Günlerce kızıl kan aktı. Gittiğimiz yerleri bir gecede büyük bir karartıya çevirdik... O kitabı aramaya biz başladık. Son da olmayacak. Bizden sonra gelenler de gereğini yapacak. Gerçeklik Taşı'nın gizlendiği kitabı bulana kadar Ehrimen'in orduları tüm şehir ve kütüphaneleri yakıp yıkacak, nehirler kızıl renge boyanacak. Yalnız doğuya ait bu topraklarda değil, gerekirse batı da dâhil tüm topraklardaki kütüphaneler, manastırlar ve mabetler yakılıp yıkılacak. Sırra vakıf olduğunu düşündüğümüz herkes kılıcımızın tadına bakacak. Tüm dünya bizden korkacak. Yaptıklarımız ve yapacaklarımız bilinsin diye bu defteri şehrin göz önündeki bir sokağına bırakacağım."

Defterin Genceli Nizâmî'den Önceki Sahibi

"Ben, Nişabur'un meşhur hikâyecisi; gittiği yerlerde Sam, Zâl ve Rüstem'e ait en güzel hikâyeleri anlatan Hûşeng'den başkası değilim. Defteri şehrin sokakları arasında, üzerine kıvrılan bir kedinin altından çekip aldım. İlk önce benim gibi bir başka hikâyecinin olduğunu sandığım bu defter sayfaları arasında gezdikçe gerçeği kavramamı sağladı. İçerisindekiler mühimdi. Ancak bu Gerçeklik Taşı dedikleri de neydi? Peki ya Ehrimen. Bahsi geçen sefil kılıklı yolcuyu defteri bulmamdan günler önce görmüştüm. Yabancı olduğu her halinden aşikârdı. Baktığı her yere hayret ediyor, gülüyor, gülünce gözleri delicesine büyüyordu. Divaneydi, belli. Bir gece onu takip ettim. Tıpkı ustamın ölmeden önce yaptığı gibi onu kullanacaktım. Hikâyelerimde bir divaneyi taklit etmem gerektiğinde onu taklit edecektim.

İyi anlatılan bir hikâyeye para vermeyecek adam yoktur. Geceleri şehir meydanındaki havuza gelerek oturuyordu. Günlerce. Yalnız geceleri. Onu daha iyi duyabilmek için yaklaştım. Balığın da havuza yansıyan Ay'ın silueti gibi özgür kalmasından bahsediyor, balığı ayrı düştüğü okyanusuna taşımaya yeminler ediyordu. Aklını bu balığın vuslatıyla bozmuştu. Oysa basit bir süs havuzundaki basit bir balıktan başka bir şey değildi. Onu son gördüğüm gece yeminini unutmuş biri gibi iç çekerek Ay ve balığın havuzdaki vuslatını kabul etmişti. Vazgeçti. Demek bir divane böyleydi. Bağırarak yeminler edip sonra gülebilir, biraz sonra da ağlayabilirdi... Sonraki hiçbir gece onu görmedim. Günler sürüp geçti. Yoktu. Bir gece sinirlenerek balığı havuzdan aldığım gibi küfürler ederek toprağa çaldım. Şimdi o divane gelip görsün bakalım, vuslat nasılmış, yas nasıl oluyormuş!"