Balsu’nun Keyfi Yerinde

Hatice Teyze beni evinden atmadan önce bana bir anaokulunda iş bulmuştu.
Hatice Teyze beni evinden atmadan önce bana bir anaokulunda iş bulmuştu.

Şimdi çocuklarla tüm gün oyun oynadığım güzel bir hayatım var. Çocuklar beni ne olursa olsun seviyor. Tekrar paylaşılamayan olma hissini tadıyorum. Bazen bir çocuk bir kolumdan diğer çocuk öbür kolumdan tutup beni çekiştiriyor. Tekrar sevildiğimi hissediyorum. Ama akşam olup da çocuklar evlerine, anne babalarının yanına döndüğünde tavana bakarak kısacık süren saadet zamanlarımın anılarına dalıyorum.

Hatırladığım ilk anı şu. Bir oyuncakçıdayız ve ben annemin kucağındayım. Yüzü bana hiç tanıdık gelmiyor ve ona biraz da dehşetle tuhaf tuhaf bakıyorum. Sanki bilincimi o an birdenbire kazanmış gibiyim. Öncesinden ne bir ipucu, ne bir anı zerresi, ne bir koku hatırası var. Peki bana bu kadar yabancı gelen bu yüzün sahibinin annem olduğu ne belli? Bana “Kızım,” diyor. O anki zihin kapasitemle bu kadarını kâfi buldum sanırım, eşelemedim daha fazla. “Neden kokunu tanımıyorum? Neden sesin bana bu kadar yabancı? Neden seni ilk kez görmüş gibiyim?” filan diye sormak da hiç aklıma gelmedi. Küçücük bir çocuğum tabii, nereden aklıma gelsin bunları sormak? Hadi diyelim öncesinde bitki gibi bir şeydim ve bilincimi o an kazandım ama yine de bir annenin sevgisinin ne olduğunu her nasılsa biliyordum. Bana “Kızım,” diyen o sesteki şefkati hissediyordum. Eğer beni kucağında sarıp sarmalayan bu kadın annem olmasaydı gözleri böylesine parlayamazdı. Anlayacağınız üzere minicik aklım karman çormandı. Bir yandan tanışıklık hissinin yokluğuyla şaşırıyor, bir yandan da “Evet bu benim annem,” diyordum.

Bir saat içerisinde anneme alıştım. Sanki yabancı biriymiş de ona alışmam gerekiyormuş gibi. Anlattıkça bana da tuhaf geliyor. Ama aklımda o kadar net ki o gün, nasıl desem, sanki dünmüş gibi açık seçik hatırlıyorum. Derler ya çocukluktan hatırlananların çoğu uydurmadır ya da bize anlatılanlardır diye. Öyle değil işte. Adım gibi eminim. Bilincimi kazandığım o gün adımı da yabancıladığımı hatırlıyorum. Babam bana ilk defa ismimle seslendiğinde dönüp bakmamıştım mesela. Babam da annem gibi başta bana çok yabancıydı.

Akşam eve geldiğinde “Baba,” diyerek bacaklarına sarılmak aklımın ucundan geçmedi. Sonra annem beni bir köşeye çekip endişelendiğini söylemişti. Daha önce babamı hep neşeyle karşılarmışım. İyi miymişim. Bir sorun mu varmış. Cevap vermemiştim çünkü ne diyeceğimi bilmiyordum. Annem babama benim yerime açıklamıştı soğukluğumu. “Bugün çok yorulduk da babası.” Babama alışmam da bir saati bulmuştur herhalde. Birlikte televizyon izlemiştik akşam boyu. Beni kucağına almıştı. Televizyon izlerken bir yandan da benim için çekirdeklerin kabuklarını ayıklamıştı.

Akşam olup da yatağıma yatırıldığımda odanın pembeliği beni çok şaşırtmıştı. Başımın üstündeki pembe cibinlik benim değildi, şu pembeli beyazlı yastıklar benim değildi, komodinin üzerindeki süslü boncuklardan yapılma süslü kolyeler, bileklikler, hiçbiri benim değildi. Annem şaşkınlıkla bana “Fatoş’u yanına almayacak mısın?” diye sormuştu ben meraklı gözlerle odayı incelerken. Sonra cevap vermemi beklemeden benim yarım boyumda kocaman oyuncak bebeği baş ucuma koymuştu. “Sen hep bebeğinle uyursun,” demişti. Bunu bana bu şekilde söylemesi epey garip gelmişti o zaman da. Ama oyuncağımı unuttuğumu anladı diye düşünüp içimde kapatmıştım konuyu. Bugün düşününce ise sanki annem o söylemeden önce Fatoş’tan hiç haberim olmadığını biliyormuş gibi geliyor bana. Ama belki de yanlış duymuşumdur. Belki de onunla uyumadığıma şaşırıp “Hep bebeğinle uyurdun,” demiştir, bilmiyorum, biraz kuruntu sayılabilir bu kadarı da, sanırım.

O gece hiç uyuyamamıştım. Bana yabancı gelen bu yatakta sabaha kadar tepemdeki cibinliği izlemiştim. Güneş yeni yeni doğarken babam odama gelmişti. Hiç hareket etmemiştim uyumadığımı anlamaması için. Babam üzerimi sıkıca örttükten sonra yanağımı öpüp sessizce dışarı çıkmıştı. Bir süre sonra annem beni uyandırmaya geldi. Dolabımdan askıya asılmış pembe bir elbise çıkarttı ve beni yanaklarımdan öpe öpe giydirdi. Her şey gibi bu kıyafeti de yabancılamıştım. Ama her şey gibi ona da alıştım. Hatta etek kısmındaki fırfırları hoşuma bile gitmişti.

Anneme, onun sarıp sarmalayıcı sevgisine, babama, eve geldiğinde bana mutlaka bir şeyler almasına, odama, oyuncaklarıma alıştım. Üstelik hepsini rahatlıkla ve kolayca benimsedim. Oyuncakçıda annemin kucağındaki şaşkınlığımı hatırlamasam bu alışmalarımı kesinlikle unuturdum. Beni ben yapan belki de o şaşkınlığımdır. Sebebini hâlâ bilmiyorum, daha önce benimle benzer şeyler yaşadığını söyleyeni de duymadım. Acaba hemen öncesinde başıma bir darbe almıştım da hafızamı mı yitirmiştim? Bilmiyorum. Sessiz sakin bir şekilde kendi başıma halletmiştim bu sorunu. Anneme “Kimsin sen,” diyerek ortalığı ayağa kaldırmamıştım. Annem zaten hep benim ruhumun çok naif olduğunu söylerdi. Belki de bu naiflikle alakalıydı sorunu kendi içimde çözüşüm.

Annem çocukluğum boyunca hep üzgün bir kadındı. Ben ortalarda olmadığımda ağlardı, çok ağlardı. Hep gözleri kızarıktı ve sürekli burnunu çekerdi. Beni gördüğünde zorla gülümsemeye çalışırdı. Anlayacağınız sahte neşesiyle çocuk bile kandıramazdı. Annemin hüznü bana da bulaşırdı çoğu zaman ama onu mutlu etmek için elimden hiçbir şey gelmezdi. O ne derse yapmaya çalışırdım. Yeter ki bir kere gerçekten gülümsesin isterdim. Babamın da annemden bir farkı yoktu ama o mutsuzluğunu daha iyi saklıyordu. Geceleri baş ucuma oturup saçlarımı okşarken gözümü hafifçe aralayıp yüzüne bakardım.

O da o zamanlar ağlardı işte. Beni uyuyorum sandığı için rahat rahat pijamasının kollarına gözlerini silerdi. İkisinin de bu mutsuzluğunun nedenini tam olarak hiç anlamadım. Bazen suçu kendimde arardım. Benim yüzümden mutsuzlar derdim ve onları üzeceğini düşündüğüm şeyleri yapmamaya çalışırdım. Mesela artık kendi başıma yemek yiyebileceğimi düşünüyordum ama annem ısrarla kendisi yedirmek istiyordu. Ona hiç karşı gelmedim. Kendimi bebek gibi hissetsem de annemin “Uçak geliyoor,” diyerek kaşığı ağzıma götürmesine müsaade ettim.

Odamda bir ara saçları ve kaşları olmayan bir kız çocuğu fotoğrafı asılıydı. Kızın kolyesinin aynısından bende de olması garibime giderdi. Ama onun kim olduğunu annemlere hiç soramadım. Üzüntüleriyle alakalı olduğunu hissederdim bu kızın ve bu konuyu açmaya çekinirdim. Şu yaşımda hâlâ daha bilmiyorum onun kim olduğunu. Büyük ihtimalle ablamdı ve ölmüştü. Bana böyle düşündüren o yaşımda neydi bilmiyorum. Bir tür hissiyat olsa gerek. Kızın fotoğrafı duvarımda çok uzun süre durmadı. Annem çerçeveye benim fotoğrafımı çekip koydu sonra. Neden bilmiyorum, belki o eski fotoğrafa bakıp daha fazla üzülmek istememiştir.

Annem fotoğraflarımı çekmeyi çok severdi. Beni güzelce süsler ve bir o açıdan, bir bu açıdan, bir şunu yaparken, bir bunu yaparken çekerdi. Ben onun modeli olmaya da alışmıştım. Zaman zaman aşırı sıkılsam da istediği gibi poz vermemin onu mutlu edeceğini düşündüğümden gıkımı çıkartmazdım. Çektiği fotoğraflardan albümler yapardı. Hepsinin arkasına tarihlerini yazar ve “Balsu’nun keyfi bugün yerinde” gibi küçük notlar alırdı. Böyle ona yakın albümüm vardı. Annem arada açıp açıp bakardı. Neden bilmem, onları kilitli bir dolapta saklardı.

Annemin çok yakın bir arkadaşı vardı. Hatice Teyze. Karşı komşumuz. Neredeyse iki günde bir bize gelirdi. Bir de kızı vardı, Merve. Epey iyi anlaşırdık. O da benim gibi bayağı içine kapanıktı. Yine de güzel oyunlar oynamışlığımız var. Hatta bir kere oyunumuzun en güzel yerinde Hatice Teyze eşinin gelmek üzere olduğunu, o yüzden eve geçmesi gerektiğini söylemişti de suratlarımız nasıl düşmüştü. Merve annesinin kulağına fısır fısır bir şeyler söylemişti. Hatice Teyze de anneme tercüme etmişti Merve’nin fısıltılarını. “Balsu’yu bu akşam bize götürsek olur mu?” Annemin yüzü düşmüştü bu teklif karşısında. Ağlayacakmış gibi dudağı bükülmüştü. Hatice Teyze durumu toparlamak için aceleyle “Merve biraz daha sizde kalabilir mi peki?” diyerek sorusunu değiştirmişti öncekine cevap beklemeden. Annemin yüzü düzelmişti hemen. “Tabii ki,” filan demişti. O gün akşama kadar oyun oynamıştık.

Annemle babam başıma bir şey geleceğinden çok endişelendiğinden olsa gerek beni dışarıdaki hayattan neredeyse tamamen izole bir şekilde büyüttüler. Dışarıya hiç tek başıma çıkmadım. Okula bile gitmedim. Yalnızca bize gelen misafir çocuklarıyla oynamama müsaade vardı. En yakın arkadaşım da yıllarca Merve’ydi. Ama o da ikinci sınıfa geçtikten sonra nedense benimle pek konuşmaz oldu. Merve okula ilk başladığı zamanlarda bana hararetle okulunu anlatırdı. Sınıftaki arkadaşlarından bahsederdi. Öğretmeninin ne kadar güzel olduğunu uzun uzadıya tarif ederdi. “Saçları sapsarı aynı bir barbi gibi, görsen hayran kalırsın.” Hayal etmeye çalışırdım. Gerçek insanlar kadar uzun ve kendi kendine hareket edebilen bir barbi gelirdi gözümün önüne, merağım alevlendikçe alevlenirdi.

“Okul” denilen yerin yalnızca tek bir yer olduğunu sanıyordum. Bütün okula giden çocuklar aynı yere gidiyormuş gibi. O yüzden keşke ben de okula gitsem de o barbi gibi öğretmeni görsem, diye hayaller kurar dururdum. Ama anneme ya da babama gidip de “Okula gitmek istiyorum,” diyemedim hiç. Zaten çok üzgünlerdi ve hâlâ onları mutlu edebilmek için bir şey yapamıyordum. Okula gidersem daha çok üzülecekleri belliydi. Onları daha da mutsuz etmek istemediğimden hayallerle yetinmeye çalışıyordum.

Gündüzleri çoğunlukla annemin yakınlarında olurdum. Annem ev işi yaparken benimle ilgilenmiyorsa bile bir köşede oturmamı isterdi. Bazen birlikte sitenin parkına inerdik. Nedense birilerini görecek olsa hemen beni saklamaya çalışırdı. Nazar değmesinden korkuyordu sanırım. Hırkasıyla, şalıyla, atkısıyla artık ne varsa yakınlarda üzerimi örterdi. Ben de sesimi çıkartmadan öylece üstümün tekrar açılmasını beklerdim. Akşamlarıysa babamlaydım genellikle. Annem bazen aramızdaki ilişkiyi kıskanırdı, beni babamın yanından kaldırıp kendi kucağına almaya davranırdı.

Babam böyle zamanlarda şakayla karışık “Zaten hep seninle tüm gün, nolcak akşam birkaç saat de benim yanımda olsa,” diyerek sitem ederdi anneme. Annem biraz bozulurdu. “Al tamam senin olsun” derdi küçük bir çocuk sesi tonlamasıyla. Beni paylaşamadıkları bu gibi zamanlar kendimi çok tuhaf hissederdim. Bir insandansa bir eşyaymışım gibi. Bu his beni öyle pek rahatsız etmezdi ama. Dedim ya, yalnızca tuhaf hissederdim. Bana sıkıca sarıldıklarında, yanaklarımı öpücüklere boğduklarında geçerdi bu his. Tekrar gerçek bir çocuk olurdum.

Bir gün Hatice Teyze yine bize ziyarete geldiğinde annemin masanın üzerinde unuttuğu albümlerinden birini gördü. Annem onun gördüğünü fark edince hemen elinden almaya çalıştı ama Hatice Teyze albümü sıkı sıkı tutuyor bir yandan da sayfaları açabildiği kadar aralamaya çalışıyordu. Benim pembe elbiselerimle kâh otururken kâh kalkarken çekilmiş fotoğraflarımla dolu olan albüme gözlerini kocaman açmış bakakalmıştı. “Bence seninle konuşmamız lazım,” demişti anneme. Annem hemen benim kulaklarıma atılmıştı “Çocuğun yanında olmaz!” demişti, sonra da beni odama götürüp kilitlemişti. Ne konuştuklarını bilmiyorum. Ama o günden sonra bir şeyler değişti.

O günden sonra annemle babam haftada bir akşam beni evde yalnız bırakarak bir yerlere gittiler. O zaman anlamamıştım nereye gittiklerini. Annem sadece birkaç kere “Biz geri döneceğiz,” diyerek yanaklarımı okşamıştı. Hepsi bu. Ne annem ne de babam bana daha fazla açıklama yapma ihtiyacı duymuştu. İhanete uğramış hissediyordum. Üzerime bu kadar titredikleri halde beni evde yalnız bırakabilmelerini anlamıyordum. Beni artık daha az seviyorlardı belki de. Bilmiyorum. Her sabah kahvaltıdan sonra ikisi de ilaç kullanmaya başlamıştı. Birbirlerine ilaçlarını hatırlatıyorlardı sürekli. “Canım ilacını aldın mı? Hayatım ilacını almayı unutma. Bak ilacın burada. Su getirir misin ilacımı içeceğim...”

Bir değişiklik de daha az ağlamaya başlamalarıydı. Aslında bu benim için iyi bir gelişmeydi. Onları sürekli üzgün görmek beni de üzüyordu. Ama onlar daha mutlu oldukça benimle daha az ilgileniyorlardı. Vicdanım ve ilgi görmek isteyen tarafım en çok bu konuda çatışmıştır. İçimden keşke annem yine ağlasa ve gelip bana sarılsa diye düşünüyor, hemen sonra böyle bir şey istediğim için pişman oluyor ve kendime kızıyordum. Evet, tüm bu ilaçları, ortadan kaybolmaları, daha az üzülmeleri filan hepsini bir arada düşününce apaçık ki terapiye başlamışlardı. Ama o yaşımda bilmiyordum tabii böyle şeyler. Ortada bir değişim vardı ve bu değişim benim daha az seviliyor hissetmeme neden oluyordu.

Annem artık sürekli onun yanında olmamı istemiyordu. Hatta bazen “Eh, ayak altında dolanma sen de,” filan deyip beni odama götürüyordu. Babam eve gelir gelmez bana aldığı hediyeleri çıkartmıyordu. Akşamları dizine oturtup saçlarımı okşamıyordu. Çok üzülüyordum, çok canım yanıyordu. Beni tekrar sevmeleri için de hiçbir şey yapamıyordum. Onlar ne derse onu yapıyordum yalnızca. Git, gel, otur, yat... Her şey giderek daha da kötüleşiyordu. Hep daha kötüsü olamaz derken daha kötüsü nasılsa olabiliyordu. Bir sonraki darbe babamdan geldi.

Babam bir akşam duvardaki resmimi kaldırıp ablam olduğunu düşündüğüm kel kızın fotoğrafını koydu çerçeveye. Bana nedenini kimse söylemedi. Ben de sormadım. Belki de onun ölümüyle başa çıkabilmeye başladıkları için resmi geri asmışlardı. Ama neden benimkini indirmek zorundalardı? Benim fotoğrafımın yanına bir çivi çakmak o kadar mı zordu? Beni o kadar kötü hissettirmeye ne hakları vardı? Çocuk aklımla benim yüzümü görmek istemiyorlar diye düşüneceğimi tahmin edememişler miydi? Beni artık o kadar bile mi umursamıyorlardı?

Hatice Teyze bir gün yine geldi. Ben odamdaydım o sırada. Sadece içeriden gelen sesini duyuyordum. Annemle ne konuştuklarını anlamıyordum, merak da etmiyordum. Hayatımı mahveden değişimlerde Hatice Teyze’nin parmağı olduğunu düşündüğümden ona karşı pek hoş duygular da beslemiyordum. O gün kabus gibiydi. Tam anlamıyla. Odamın kapısını Hatice Teyze açmıştı. İçeri girdikten sonra beni yavaşça kucağına aldı. O an anladım neler olacağını. Ama inanmak istemiyordum. Gerçek olamaz diyordum, şaka yapıyorlardır belki. Zerre direnemedim. İstenmediğim bir evde durmak için çabalamak o minik gururuma bile fazla gelmişti. Annem kapının yanında gözlerinde çok az bir yaşla öylece götürülmemi izliyordu. Hatice Teyze anneme dönüp “Artık o bana emanet, endişelenme tamam mı?” filan diyordu.

Annem kafasını sallıyordu. Elinde arada gözlerinin altını sildiği bir mendil. İnanamıyordum. Gerçekten mi? Direnmiyordum. Hatice Teyze’nin kucağındaydım. Gerdanından gelen ekşimtırak ter kokusunu alıyordum. Bu ancak bir kabus olabilirdi. Annem bana bir elveda öpücüğü bile vermedi. Babamı da onu da bir daha görmedim. Anlamıyordum. Hâlâ daha anlamıyorum. Bir anne baba canlarından çok sevdikleri kızlarını nasıl ellerini kollarını sallayarak başka bir aileye verebilir? Hadi verdiler diyelim, şartlar bilmem neler öyle gerektirmiş olsun, karşılarındaki dairedeydim ya, üç adım bile yoktur kapıların arasında, bir kere mi ziyaret etmez insan? Bir kere mi bir göreyim demez? Şu yaşımda hâlâ hatırladıkça gözlerim dolar. Affetmedim. İkisini de. Kıyamette iki yakalarına yapışacağım.

İstesem de istemesem de artık Hatice Teyzeler’de yaşamaya başlamıştım. Aynı zamanda Merve’yle. Merve beni gördüğünde başta heyecanlanmıştı. Eski günlerin hatırına biraz oynamıştık. Ben istenmeyen olmamın acısını bu oyunla unutacağımı ummuştum. Ama oyunumuz o kadar kısa sürmüştü ki acıyı unutmak bir yana istenmeyen biri olduğumu iyice anlamıştım. Merve “Ödev yapmam gerek,” diyerek hemen masasının başına geçmişti. Sonraki günlerdeyse “Oyun oynamak küçük çocuklar içindir,” diyerek beni yok saymıştı. O evde yıllarca ot gibi sessiz sedasız yaşadım. Ama yıllarca. Hiçbir şey yapmadan ama sürekli ve sürekli üzülerek. Merve büyüdü, Hatice Teyze yaşlandı. Ev artık onlara dar geliyordu belli ki, önce koli koli eşya attılar. Yetmedi, beni de göndermeye karar verdiler. Vicdanını kandırmak için olsa gerek Hatice Teyze beni evinden atmadan önce bana bir anaokulunda iş bulmuştu. Orada yatıp kalkmam karşılığında çocuklarla oyun oynamam gerekiyordu. Hepsi bu kadar.

Şimdi çocuklarla tüm gün oyun oynadığım güzel bir hayatım var. Çocuklar beni ne olursa olsun seviyor. Tekrar paylaşılamayan olma hissini tadıyorum. Bazen bir çocuk bir kolumdan diğer çocuk öbür kolumdan tutup beni çekiştiriyor. Tekrar sevildiğimi hissediyorum. Ama akşam olup da çocuklar evlerine, anne babalarının yanına döndüğünde tavana bakarak kısacık süren saadet zamanlarımın anılarına dalıyorum. Sonra nasıl terk edildiğime geliyor sıra. Ne kadar kolay harcanabildiğime şaşırıyorum tekrar ve tekrar. Bir açıklama bulmaya çalışıyorum. Aklıma hiçbir şey gelmiyor. İlk hatırladığım anıya bakmam gerektiğini hissediyorum ne arıyorsam. Annemle sitenin bahçesi dışında gittiğimiz tek yer olan o oyuncakçıya kayıyor aklım. Annemin kucağındayım ve yüzü bana hiç tanıdık gelmiyor.