Bak Postacı Uçuyor
Cahide Hanım’ın yazısı inci tanelerini aratmıyordu. Dikkatle inceledi Fahri tüm harfleri. Zor olacağa benziyordu. Sonrasında bir kağıda aynı lacivert mürekkepli kalemi dokundurmaya başladı.
“Men çi guyem, tamburem çi guyed”
Kapı ikinci kez çalındı. Televizyon karşısında otururken altına aldığı ayağının uyuşmuş olmasındandı bu ikinci çalış. Koridordan topallayarak geçti.
— Kim o?
— Postacı.
Kapı açıldı. Nüfus cüzdanı gösterildi. İmza atıldı. Mektup alındı. İyi günler dilendi. Kapı kapandı. Adamın biri merdivenleri indi. Diğeri oturma odasına varmayı beklemeden mektubu açmaya koyuldu. Okudukça eşinin bu mektubu yazarken oldukça eğlenmiş olduğuna kanaat getirdi. Bilemezdi ki olayların hiç de tıkırında gitmediğini. Her neyse. Zaten ben size bu adamın değil merdivenlerden uçarak inen adamın hikayesini anlatacağım.
Ayna karşısında on beş dakika kesintisiz kendisine bakarken fark ettim onu. Yani Postacı Fahri’yi. Bir ebru tablosunu andıran lavabonun aynasına bıraktığı üç resim hızlı hızlı çevrilse bir animasyon elde edilebilirdi. Öncesinde şaşkın, ortasında kızgın, nihayetinde ise küskün bir ifade. Evden çıkarken omuzlarındaki çöküklükten gözlerinde beliren yenilgi tahmin ediliyordu. Kapının önünde duran çantasını boynundan geçirip kapıyı hızlıca çekti. Kilitlemeye ihtiyaç duymadı. Bunun yerine sol kaburgasının altındakini yoklamayı tercih etti.
Bugünün diğer günlerden bir farkı vardı. Resmi postalar haricinde bir mektup dolduruyordu heybesini. Alıcı’ya göz attı. Nuri Tamyürek. Gönderene kaydırdı gözlerini. Cahide Tamyürek. Bu her ay telefon faturalarını posta kutularına bıraktığı aileydi. Komşularından Nuri Bey’in kalp tedavisi için İstanbul’da kaldığını, eşi Cahide Hanım’ın evlatlarının yanına memlekete gittiğini işitmişti. Mektubu elinde evirip çevirirken içerisinde bir huzursuzluk peydah etti. Dayanamadı düzgünce açtı zarfı ve kat izleri oldukça belirgin mektubu sakince okumaya başladı. Sonuna geldiğinde kalp gümbürtüleri sakinliğin yerinde yeller estiriyordu. Yaz sıcağından mı yoksa okuduğu haberin hararetinden mi bilinmez alnına ter hücum etti. Onunla da kalmadı şıpır şıpır damladı mektuba. Bir telaştır aldı Postacı Fahri’yi. Dağılan mürekkepler mektubun bir kısmını okunmaz kılıyordu. Okuduğu anlaşılacak, soruşturmayı yiyecekti. Nuri Bey’e mi kendi haline mi üzülse bilemedi. Yapabileceği tek bir şey vardı bu iki muhtemel üzüntüyü de bertaraf edebilecek.
Cahide Hanım’ın yazısı inci tanelerini aratmıyordu. Dikkatle inceledi Fahri tüm harfleri. Zor olacağa benziyordu. Sonrasında bir kağıda aynı lacivert mürekkepli kalemi dokundurmaya başladı.
- ‘’Selamlar Nuri Bey. Sağlığınız günbegün kuvvetleniyordur inşallah. Biliyorum bu vakte kadar hep telefonla irtibat kurardık ama mühim bir haberi telefon telleri ile değil bir insan eliyle ulaştırmak istedim sana. Belki de bu haberi vermeyi biraz geciktirmek...’’
Bu son cümle elini tittretti. Yazıktı. Adamcağız yaşlı başlı bir kalp hastası. Olur muydu, yakışık alır mıydı böyle hüzünlü cümlelerle muhatap olması? Cahide Hanım’a hiç yakıştıramadı. Kocasını ölüme kendi elleriyle sürükleyecekti. Son cümleyi değiştirerek devam etti.
- ‘’Belki de bu şen şakrak halimizi daha kalıcı hale getirmek istedim.’’ Gönlü rahatladı. ‘’Biliyorsun oğlanlar burada ayrı mahallelerde oturuyorlar. Çok da görüşmüyorlar işten, uğraştan. Geldiğim günden sonra bir araya gelemediler bir türlü. Bu miras meselesine de bir açıklık getirmek için -bildiğin gibi buraya asıl geliş sebebim buydu- büyük oğlana akşam yemeğine davet ettim küçüğü. Ne olduysa o sofrada oldu işte Nuri Bey.’’
Yok, bu gidişat iyi değildi. Müdahale etmesi gerekiyordu. Sonraki cümleyi okudu, kaşları çatık. Kızsa bu olanların hepsinin silinivereceğine inanırcasına.
- ‘’Kendisine haksızlık yapıldığını ileri süren küçük oğlan sofradan bir hışımla kalktı ki eline aldığı bıçağı fark edememiştim bile. Yoksa bağrımı siper etmez miydim oğluma!’’
Değiştir.
- ‘’Kendisinin yeni bir kursa yazıldığını ileri süren küçük oğlan sofradan aniden kalkıverdi ki eline aldığı kasedi fark edememiştim bile. Fark etsem müziği duymadan parmak şıklatmaya başlamaz mıydım! Koyuverdi kasetçalara. Başladı kaset güvercini uçurmaya. Büyük oğlan da kalkıp küçüğün karşısında parmak şıklatıp dönüp durmaya başlamasın mı? Bizim oğlanlardan beklemezdim doğrusu. İşte böylece aralarındaki buzlar eriyi eriyiverdi. Yüzleri gülü gülüverdi Nuri Bey. Kaset başa sardı da sardı, bizim oğlanlar coştu da coştu.’’
Fahri kendi kendine kıvrak zekasını takdir etti. Nasıl da iki dakikada uydurmuştu senaryoyu. Kurgulamanın hazzı az daha olayın vehametini gölgeleyecekti. Nuri Bey asıl mektubun devamını okusa tedavi için gittiği hastane ona mezar olabilirdi. Bir kişi diğer tarafa yollanmıştı zaten. Bir aileden bu kadar yeterdi. Devamını da bir güzel uyduruverdi:
- ‘’Küçük oğlanı bıraksak oynamaya devam edecekti ama büyük oğlan arkasındaki kanepeye kıvrılıp horuldamaya başlamıştı bile. Ben ve gelinler de başlarında durup dingin hallerini seyretmekten başka bir şey yapmadık. İşte böyle Nuri Bey. Gel sen de görüver nasıl da kaynaştıklarını diyeceğim ama tedavini aksatmayasın. Küçük oğlan evine gitti zaten. Büyük oğlanı da yatağına yatırır yarın sabah oldu mu alır biletimi gelirim yanına. Kendine dikkat et.
- Eşin Cahide.’’
İşte cillop gibi mektup. Yazacaksan böyle yazacaksın. Hali perişan bir adamı kalp krizinden öteki tarafı boylatmak günah değil mi ya hu! Varsın öğrenmeyiversin gerçeği. Öğrense ne değişecek sağlığından başka?
Sabahları aynadaki animasyon süresi kısalıyor, kısalıyor, kaybolmaya yüz tutuyordu. Fahri, hayat gayesini bulduğuna inanıyor, var gücüyle tüm kötü haberleri insanların hayatından silmeye uğraşıyordu. Yaptıklarının devede kulak kaldığından bihaberdi pek tabii.
Her eline geçen mektubu kutsadığı amacının ardına sığınarak açtı, açtı. Her bir olumsuz cümleyi sahteleriyle değiştire değiştire dirsek çürüttü. Bir bağımlılık ilk adımdan sonra gelen pişmanlık ile bahane arasındaki seçimde saklıdır. Ve bahaneler insanın aklında her şeyden önce sökün eder. Bağımlılıktan delicesine korkup evlenmeye dahi yeltenmeyen Fahri, başka bir bağımlılığın kıskacına yakalandığı gerçeğini de işte bu bahanelerle geçiştirdi.
Ebru tablosundaki animasyon silindi gitti. Ayna karşısındaki mesailer son buldu. Omuzlar dikliğine kavuştu. Soluk soluğa kalmasına aldırmadan merdivenleri uçarak inip çıkan bir karaktere dönüştü Fahri. Ta ki Nevzat kapısının önünde belirene kadar.
Fahri, o günden üç gün sonra evinde ölü vaziyette bulundu. Kilitleme alışkanlığı olmadığından kapısı kolayca açıldı postanedeki arkadaşlarının telaşı üzerine. Öyle ya, neşesinden iki gün üst üste evde duramayan bir insandı. Üç gün uzun bir müddetti bu sebeple.
Nevzat’ın aktardığına göre ya seksen üç ya da bir tane mektup tutuşturmuştu Fahri’nin eline. Geceden kalma bir çakırkeyif olan Nevzat o gün iki kişiye posta bırakmaya gittiğini iddia ediyor ama ikinci kişi bir türlü hatrına gelmiyordu. Bunun üzerine biz iki tahmin ile kurgumuzu tamamladık.
- 1- Fahri merdivenlerden uçadursun mektuplarını değiştirdiği kişiler durumdan çoktan haberdar olmuş, soruşturma başlatılmıştı bile. Herkesi mutlu etmenin tatlı yorgunluğuyla kanepesine atıvermişti kendisini ki zili çaldı. Kapıyı açtı. Nevzat. Elinde destelerce mektup. ‘’Hayırdır, iş mi var?’’ manasında bi bakış attı Fahri.
— Abi sana bu mektuplar. Şaşırdım ben de. Gözümüzden kaçtı heralde. Bayağı birikmiş.
— Sağolasın Nevzat’ım. Veriver hele.
— Abi kimlik. Bilirsin.
Fahri merakın verdiği hararetle bir koşu kimliğini aldı geldi. Teşekkür edip kapıyı kapatmaya varmadan açıverdi en üstteki mektubu. Gönderene baktı. Cahide Tamyürek. Hay Allah! Kaç gün önce mektubu ulaştırmıştı Nuri Bey’e. Dörde katlanmış mektubu hemen açtı. Başlangıçtaki nefret söylemleri afallattı Fahri’yi. Kendisinin adı geçiyordu. Basbayağı kendisine yazılmış bir mektup. Gözlerini aşağıya kaydırdıkça sol kaburgasının altındaki kasım kasım kasılıyordu. Nuri Bey’in memlekete gitmemesi üzerine Cahide Hanım’ın onu aradığını, acı haberi alan Nuri Bey’in memlekete giden ilk otobüse pijamalarıyla koşarken yolda kalp krizi geçirip yoğun bakıma alındığını fakat kurtarılamadığını yazan cümleler iğne gibi beynine saplanıyordu. Kayıp düşen mektubu yerden alamayınca bir altındakini açtı. Metin Bey. Katlanan her mektubun açılışıyla yüreği katman katman yarılıyordu. Sonra Selma Hanım. Sonra Halide Hanım. Sonra, sonra, sonra... Seksen üç kere sonra. Dengesini kaybedince açık olan kapıyı itekleyerek yere kapaklandı.
Açık kalmış gözlerinde geç kalınmış bir pişmanlık okunuyordu.
- 2- Günün sonunda herkesi mutlu etmenin tatlı yorgunluğuyla kanepesine atıvermişti kendisini ki zili çaldı. Kapıyı açtı. Nevzat. Elinde bir mektup.
— Abi sana bu mektup. Ne şaşırıyorsun, postacı adama mektup gelmez mi?
— Gelir tabi. Veriver hele Nevzat’ım.
— Abi kimlik. Bilirsin.
Fahri merakın verdiği hararetle bir koşu kimliğini aldı geldi. Teşekkür edip kapıyı hızlıca kapattı. Mektubun arkasını çevirdi. Doktor Engin. Muayeneye gitmişti nefes probleminden. Sonuçları göndermişti heralde Engin Bey. Bir sayfa dolusu anlamadığı kelimelerin yanında farklı farklı sayıların bulunduğu bir kağıtla karşılaşacağı yerde zarfın içinden mektup çıkması şaşkınlığını pekiştirdi.
- ‘’Selamlar Fahri.
- Direkt konuya gireceğim. Bir kalp rahatsızlığın var. İsmi hipertrofik kardiyomyopati. Ne yazık ki ilerlemiş seviyede ve elimden gelebilecek her ihtimali düşündüm her ihtimalde de eli boş döndüm. Ömrünü uzatacak bir şeyler bulayım dedim ama yok Fahri. Ay falan da yok. Yani ecel aniden geliverebilir ama ben sana on beş gün ya var ya yok diyeyim. Sen öyle neşe dolu bir insansın ki bunu kaldırabileceğine emin olduğum için sana açık açık yazdım. Yüzüne bakmaya yüzüm olmadığından çağırmak da istemedim. Mesleği bırak, huzurlu günler geçir.
- Doktorun Engin.’’
Sol kaburgasının altındakinin gümbürtüsü her türlü sesi uğultuya dönüştürüyordu. Duvara tutundu. Bir çaresi bulunurdu elbet, ne demek çare yok falan! Bağımlılığın sinsi çağrısına kulak verdi ve seksen dördüncü kez yenik düştü. Titrek elleri kavradı kağıt kalemi. Önce doktorun mektubunu iyice bir inceledi. Başladı yazmaya.
- ‘’Selamlar Fahri.
- Çok mutluyum senin adına, çok! Her ihtimali düşündüm ve her ihtimalde de sonuçlarının dengesiyle büyülendim. Maşallah öyle sağlıklısın ki ömrüne ömür katmışsın. Benim de elimden bir şey gelsin, ömrünü bir lastik gibi esnetecek seçenekler düşüneyim dedim. Öyle çok yapılacak varmış ki Fahri! Ay falan var Fahri. Kurt adam ol demiyorum ama mehtabın keyfini çıkar be Fahri. Her ayın on dördünü on beşine bağlayan gecelerde mehtaba çık. Yanına Münir Nurettin’i de al. Sen öyle neşe dolu bir insansın ki turp gibi oluşunu mektupla ileteyim dedim. Mesleğine jest falan hani anlarsın ya. Ben artık mesleği bırakıyorum. Heybeli’ye yerleşeceğim. Kim bilir, belki birlikte mehtaba çıkarız. Huzurlu günler geçir.
- Doktorun Engin.’’
Mektubu güzelce katlayıp zarfına yerleştirdi. Koşar adım indi merdivenleri. Posta kutusuna zarfı koyup derin bir oh çekti. Artık kuşlar gibi özgürdü. Uçarak çıkabilirdi merdivenleri. Çıktı da. Nefes nefese kalmasını sevinçten sandı. Kapısını kapatıp kanepesine rahatça uzandığında kalp kasıntılarını anlamlandıramasa da aldırmadı. Sonuçta yarın posta kutusunda güpgüzel bir mektup bulacaktı. Eğer bir vakit gözünü tarihe kaydırıp dikkatli okusaydı mektubun on dört gün önce gönderildiğini fark edebilir, merdivenleri çıkarken neden nefes nefese kaldığını, kalbinin sol kaburgasının içine neden sığamadığını anlayabilirdi. Lakin ne o gördü ne de gerçeklik sekteye uğradı.