Babalar, Marangozlar ve İstikrarlı Acılar

Hayatta kararlı kaldığım tek şey kararsız kalmak.
Hayatta kararlı kaldığım tek şey kararsız kalmak.

Tematik öykülerdeki temel amaç tek bir ruh hâlini anlatmaktır. Uygun bir kurguyla anlatılan bu ruh hâlinin biricik olması makbuldür. Ayrılık hüznü, aldatılma acısı, ebeveyne karşı içten içe büyütülen nefret, ölüm korkusu gibi akla gelebilecek herhangi bir ruh hâlini, diğerlerine karıştırmadan işlemek gerekir ve bunu hakkıyla yapabilmek de epey zordur.

Bir duyguyu tarif edebilmek kolay değildir. Hadi tarif edildi diyelim, muhatabında karşılığını bulabilmesi oldukça zordur. Aşk demek yetmez örneğin, acı demek yetmez. Peki nasıl anlatılır? İşte tam olarak bu noktada genç öykücü, uçurumun kenarında ilerlediğini fark eder yahut fark etmesi gerekir. Zira doğumundan itibaren duygular ona belirli kalıplarla sunulmuştur. Hisleri belli başlı sözcük gruplarıyla çerçevelenmiş ve en göz önündeki duvara asılmıştır. İlk görüşte aşık oldum demenin yetmeyeceğini bilebilir genç öykücü, bundan uzak durabilir. Fakat midesine yumruk yemiş gibi hissettiğini söylediği anda yuvarlanır gider uçurumdan. Zira kendi çerçevesini sunmamıştır okuyucuya, bunu düşünmemiştir bile. Yıllar yılı farkında olmadan baktığı duvardaki başkasının çerçevesini, kendisininki sanma gafletinde bulunmuştur. Kürşat Çelik, bu uçurumun kenarından -zaman zaman tökezleyip ayağı kayar gibi olsa da- düşmeden ilerlemeyi başarmış, büyük oranda kendini emniyete almış bir genç öykücü. İlk olarak Dergâh 312’de yayımlanan Hiçbir Şey Bilmiyorum adlı öyküsüyle selamladı okuru. Dergâh’ın yanı sıra Mahalle Mektebi ve Post Öykü’nün de aralarında bulunduğu dergilerde kısa zamanda -yaklaşık bir buçuk senelik süre zarfında- on öyküsü yayımlandı Kürşat Çelik’in. Sizce de gayet başarılı değil mi? Peki bu sayıca çokluk öykülerinin başarılı olduğunun bir göstergesi midir? Pekâlâ öyledir. Zira öykülerini yayımladığı dergilerin günümüz öyküsü açısından önemi herkesçe malumdur.

Tematik öykülerdeki temel amaç tek bir ruh hâlini anlatmaktır. Uygun bir kurguyla anlatılan bu ruh hâlinin biricik olması makbuldür. Ayrılık hüznü, aldatılma acısı, ebeveyne karşı içten içe büyütülen nefret, ölüm korkusu gibi akla gelebilecek herhangi bir ruh hâlini, diğerlerine karıştırmadan işlemek gerekir ve bunu hakkıyla yapabilmek de epey zordur. Kürşat Çelik’in bu konuda oldukça başarılı olduğunu ve bu durumun, ö ykü lerinin merkezine oturduğ unu sö yleyebilirim. Yazarın bu tek bir hissiyatı dağılmadan ve kararlılıkla işleyebilme başarısıysa öykülerini bir oturuşta yazmasından kaynaklanıyor diye düşünüyorum. Akla şu soru gelebilir: “Bir oturuşta yazdığını nereden biliyorsun?” Bakışlarımı ufka sabitleyip alnımı kırıştırarak şöyle cevap vereyim: “Yazarın kendisine sordum.”

Öykülerin bu denli etkileyici olmasını yalnızca bir oturuşta yazılmalarına bağlamak elbette haksızlık olur. Zira dil kullanımındaki yetkinlik, tekrarlayan sözcük grupları ve kısa cümlelerle ritmin diri tutulması da okurun öyküden kopmasının önüne geçip finalde kendisini bekleyen yumruğa bile isteye kafasını uzatmasına neden oluyor.

Hemen hepsi bilinç akışı tekniği ile yazılmış öykülerdeki birbirlerinin hükmünü düşüren cümleler, yazarın kafasının karışık ya da kararsız olduğunu hissetmemize neden oluyor. At Hırsızları adlı öyküsünde geçen “Hayatta kararlı kaldığım tek şey kararsız kalmak.” cümlesi, öykülerin büyük çoğunluğunda, anlatıcının söylemediği fakat okurun duyabildiği bir iç ses gibi yankılanıyor. Bu çelişkili ya da görünürde tutarsız cümleler ise bilinç akışının doğal sonucu elbette. Kim dosdoğru, çelişmez bir şekilde düşünebilir ki?

Baba ve marangoz imgeleri öykülerde başat olarak kullanılan imgeler. Öykülerin büyük çoğunluğuna nüfuz etmiş bu imgeler, belli ki yazarın yaşamını derinden etkilemiş. Bu imgeleri sürekli kullanışı ise yazarın tekrara düştüğünü düşündürebilir. Fakat öykülerini art arda okuyan biri olarak söyleyebilirim ki bu imge tekrarları kesinlikle rahatsızlık vermiyor, aksine öyküleri daha samimi kılıp okur ile yazar arasındaki görünmez bağın kuvvetlenmesini sağlıyor.

Kürşat Çelik öykülerinin etki alanını genişleten diğer faktör ise metinden süzülüp okuru çepeçevre saran manevi bir atmosferin varlığı diyebilirim. Camii, cemaat, annenin bir anda yükselen fısıltısıyla ettiği dualar ve daha birçoğu öykülere oldukça başarılı bir biçimde yedirilmiş. Bu atmosferi kurma ve devam ettirebilme başarısıyla Çelik, diğer genç öykücülerden ayrılıyor. Zira bu esintiyi kurmak maharet ister ve başarılı olunamadığı takdirde mesaj kaygısı içeren, temayı sekteye uğratıp eğretileşen metinler ortaya çıkar.

Çelik’in öykülerini okuyanların içlerinde yükselen bir duyguya söz geçiremeyeceğini düşünüyorum. Özellikle bir duyguya… O duygu, öykülerin genelinin de temasını oluşturuyor aynı zamanda. Nedir bu duygu? Buna öykülerde sıklıkla yer alan şu kısa olduğu kadar yakıcı cümle cevap versin istiyorum: “Ne acı!”

Öyküsünün tüm bu özellikleri ile Kürşat Çelik’in sırtını, ilk öyküsünü yayımlayan Dergâh’ın büyüklerine yasladığını düşünüyorum. Çelik’in zaten yazan kalemini, Mustafa Kutlu gibi ustaların kalemtıraşları açmış ve sivriltmişe benziyor. Öyle ki kaleminin hareketleri içten içe bize Kutlu’yu hatırlatıyor. Bu tarifi güç durumu Kutlu’nun eserlerini okumuş olan Kürşat Çelik okurlarının da sezdiğine inanıyorum.

“…peki sonra ne olmuş?” Neil Gaiman’a göre bu dört kelimeden oluşan cümleyi, bir öykü anlatan herkes duymak ister. Öyküleri canlı tutan ve okuru öykünün amansız girdabına çekip kurtulmasına fırsat tanımayan da tam olarak bu kelimelerin ifade ettiği merak unsurudur. Kürşat Çelik öykülerinde ise bu unsurun biraz zayıf olduğu gözden kaçmıyor. Öyküleri fazla tahmin edilebilir olsa da hacim olarak fazla uzun metinler olmaması ve akıcı üslubu ile bu eksikliğin hakkından gelmeyi başarıyor.

Kürşat Çelik’in öykü serüvenini dikkatle takip etmeye devam ediyor ve öykülerinin muhatabı olan okura ulaşmasını diliyorum.