aynanın sırrı
“başındaki ne?” diye soruyor meraklı. “namaz takkesi”, kuşkuyla uzaktan inceliyor, “niye takıyorsun?”, ne saçma soru, ama o sırada saçma gelmiyor: “namaz kılıyordum.” verdiğim cevabı umursamıyor bile.
başımda namaz takkesiyle bahçede ne işim vardı? hayır, doğru soru bu değil, şu olmalı: annemle namaz kılarken neden ısrarla çalan telefona ısrarla kayıtsız kalmıştım? üstelik annem mırıldanarak okuduğu ‘elham’ı hiç olmadığı kadar rahatsız edici bir tonla seslendirip beni uyardığı hâlde? sonunda sol omzundaki meleği selamlayıp beni paylamıştı: “oğlum işaret veriyorum sana telefona bak diye, niye kalkıp bakmıyorsun?”, yetişkinlerin bu türden riyakarlıklarını henüz kavrayamamışım: “ben de namaz kılıyordum ya…” gülüyor, “sen daha doğru düzgün abdest almamışsın, hem senin namazın bozulmaz…”, öfkeleniyorum, onunki bozulabiliyorsa pekala benimki de bozulabilmeli: “niyeymiş, benimki de bozuluyor!”
seccadeyi saygıyla katlarken dayanamayıp gülmeye başlıyor, “e saf oğlum benim, abdest aldın mı sen?”, asabiyet o sıralar tedavüldeydi, asabileştirmeye çalıştığım yüzümü soldan sağa ağır çekimde çeviriyorum: “tabii ki de abdest almıştım!”, benimle oynuyor resmen: “e hani öyleyse başını mesh etmemişsin, bak kupkuru!” kızarıyorum, utanıyorum. beni, benim huzurumda böyle mahcup etmeye hiç kimsenin hakkı yok. “sen takkeyi başıma geçirince onu unutmuşum ben…” biraz daha üzerime gelirse hıncımdan ağlayacağım. şükür: açık balkon kapısından tanıdık bir ses adımı çağırıyor. balkona koşup bahçeye sarkmaya çalışıyorum, boyum yetişmiyor, “efendim”, aşağıdaki ses kikirdiyor: “gel de oynayalım!”
hızla aşağıya inmek üzere kapıyı açıyorum, üçüncü kattaki 7 numaralı daireden son hızla çıkarken krem rengi kapının cereyandan ötürü “paat” diye kapanmasına aldırış etmiyorum. çoraplarımı giymeyi unuttuğum gibi namaz takkesini de çıkarmadım, tırabzanlardan kayarak aşağıya iniyor, apartmanın, kahverengi olmasını her zaman anlamlı bulduğum kapısından bahçeye gülümseyerek çıkıyorum. mutlulukla kahverengi kapı arasında kurduğum denklemin temeli neydi? sırası değil bunun şimdi, o bambaşka bir hikâye.
“başındaki ne?” diye soruyor meraklı. “namaz takkesi”, kuşkuyla uzaktan inceliyor, “niye takıyorsun?”, ne saçma soru, ama o sırada saçma gelmiyor: “namaz kılıyordum.” verdiğim cevabı umursamıyor bile. yıllar sonra cevabı umursamadan soru sormanın bir tür iktidar işareti olduğunu anlıyorum. muktedir olan bilmek için değil, sorduğu sorunun cevabını bildiğini göstermek için sorar, sahip olduğu iktidar sayesinde her şeyi biliyordur ya da her şeyi bildiği için öyle sarsılmaz bir iktidarı vardır. gamze’nin bu iktidarlı cümleden o sıralar haberi olduğunu hiç sanmıyorum. “iyi sizin eve de telefon bağlanmış mı?”, bu kız her şeyi nereden biliyor: “he, bağlandı ya, ne oldu ki?”
“gel de kömürlüklerin oraya gidelim seninle.” bahçenin sağ kenarındaki daracık, uzun, betonla çevrili alanda büyüyen aslanağzının yanında dikiliyor, sonra çiçeği kokluyor. çiçeğin rengine bakınca, başımdaki takkenin renk kombinasyonu ile deseni arasındaki öldürücü ilişkisizliği fark ederek canımı sıkamıyorum henüz. altı yıl kadar sonra o takkeyle insan içine çıktığım her sahneyi yeniden zihnimde canlandırıp kendime işkence edeceğim. yirmi küsur yıl önce, otuz yıllık olduğuna dair kuvvetli rivayetlerin dolaştığı bu takkenin; renklerin şekillerle amansız bir savaşa tutuştuğu ıstırap verici bir cenk meydanı olduğunu 17 yıl önce korkuyla fark etmiştim. kıvamsız bir safran sarısı boğulurken can havliyle laciverte tutunmaya çalışıyor, lacivert dengesini kaybetmemek için moru şiddetle çekiştiriyor, sonuçta söz konusu renklerin içinde durmaya çalıştıkları yuvarlaklarla üçgenler kendilerini neden orada olduklarını anlamadıkları karelerle iç içe bulmaktan dolayı üzüntü duyuyorlardı. şekillerin sahip çıkamadığı renklerle bezeli bu takke, kafama henüz sahip çıkamadığımın kanıtıydı.
oysa gamze’nin tutup koklar gibi yaparak poz verdiği aslanağzının renkleri uyum içinde birbirlerine dokunuyor, baktıkça çiçeğin hareket ettiği hissini uyandırıyorlardı. çiçeğe baktıkça onun sırf sahip olduğu güzelliği gölgelememek için çenesini açmayıp, konuşma yeteneğini yok sayan bir ağız olduğundan emin oluyordum. bu küçücük ağızlardan çıkacak kelimeleri düşündükçe, renklerin uyumu sayesinde hiç farkına varılmayan gözlerin yokluğu, ağzı daha da irileştiriyor, gözleri ile çenesi olmayan bu kocaman suratı oluşturan ağız, tüm bu orantısızlığa karşın çirkin görünmüyordu. kızın derdi aslanağzıyla değildi.
“bu akşam bana telefon aç!” hoppala, telefon çevirmeyi bilmiyorum ki. sevmiyorum bile neredeyse telefonu. tamam üstündeki tuşlar çok güzel, rakamlar var. ama konuşmak çok sıkıcı telefonla. “ben bilmiyorum telefonla konuşmasını ama.”ahu tuğba’nın, karşısındaki saf erkeği aşağılamak için bakışlarını havaya dikerek yalandan kahkaha attığı bir sahneyi kusursuz canlandırıyor, eli belinde üstelik: “oğlum, böyle nasıl konuşuyorsan, telefonda da öyle konuşursun.” bu konuda şimdi bile derin şüphelerim var. elime zorla tutuşturulan telefonda karşıdan hep beklenti içinde bir ses duydum. her seferinde beklentiyi karşılayamayacağımı bilmenin ezikliğini duyurdum karşı tarafa. genellikle sesimi değil, konuşamayışımı duyarak, sonunda pes ederlerdi: “annene ver oğlum telefonu, size çok yazmasın!” annem zaten tepemde dikiliyordu, “oğlum niye konuşmadın yengenle, bak özlemiş seni?” iyi de ben neden bunun farkında değilim? özlenen, özlendiğini bilmez mi?
“sevmiyorum telefonu, hem buradayız ya işte, ne söyleyeceksen şimdi söyle.” canı sıkılıyor, ne kadar kalın kafalı olduğumu doğru düzgün ifade edebilmek için kızgınlıkla açtığı ağzını hemen kapatıyor. ağzını, özellikle ne kadar sürenin geçtiğini hissettirecek bir süre kapalı tutarak ağzını açtığı an çıkacak en boş sözleri bile şimdiki suskunluğuyla doldurmayı hedefliyor. basit bir taktik, her zaman işe yarar. yine yarıyor: “aptal, seninle hususi konuşmak istiyorum demek ki!”
koca bahçede ikimiz varız zaten. “tamam konuşalım.” bu sefer hırsını dizginleyemiyor, güzelim aslanağzı dalından koparılıp suratıma fırlatılıyor, “takkeli salak! sana telefon aç diyorsam telefon aç işte!”
karşı cinsle iletişim kurmaya çalıştığım ilk zamanlarda bile, onları, onların dilediği gibi anlayamadığımı, ama bundan rahatsız da olmadığımı görüyorum. bunu onlar da görüyor. sanırım bu onları çok daha fazla rahatsız ediyor: “arayacaksın beni!” hiçbir zaman karşı çıkamadığım güçlü bir yumuşak başlılık, başımı ellerinin arasına alıp onu aşağı yukarı sallıyor. “aferin, böyle akıllı çocuk ol!” , “iyi de, ne zaman arayım?” henüz hayatı saatlere bölmediğimiz, zamanın sahiden yekpare ve bütünüyle bizim dışımızda olduğu zamanlar, tabiatın farkındayız: “akşamleyin ara, ilk karardığında hava, babam eve gelmeden!” kız resmen emrediyor, ben de kafa sallıyorum. sorun iradesizliğim değil: kız ikimize yetecek kadar muktedir. bahçede amaçsızca ve sıkılmadan dolanıyoruz. ne kadar zaman geçiyor? annem balkondan sesleniyor bana. yine karşı koymuyorum, eve dönüyorum.
akşam apartmanın arka bahçesinde bana ezberlettiği numarayı tuşluyorum 4-4-4-1-4 çok kolay. o zamanlar, çorum’daki telefon numaraları beş haneliydi. bizim numaramız: 4-4-4-0-6. herkesin evinde telefon yoktu, ama telefonun yokluğu değil, varlığı tuhaf karşılanıyordu, “siz niye telefon çektirdiniz?”, sağlam bir bahaneniz yoksa görgüsüzlükle itham edilebilirdiniz: “eh memleketi arıyoruz, gündüz aradığımızda evin erkekleri evde olmuyor, akşam da postaneden aramak mümkün olmuyor, komşulara sıkıntı vermek de doğru değil…”
telefonun başında bekliyormuş haspa! iki kere çaldıktan hemen sonra karşıdan onun cıvıltılı, mutlu sesi geliyor: “alo.” azap başlıyor, “alo” denildiğinde “alo” demenin incitici bir tarafı olduğunu düşünüyorum. çirkin bir oyuna alet ediliyor, bir eşek şakasına maruz kalıyormuş gibi hissediyorum. umurunda değil prensesin. “şey gamze, ara dediydin ya, aradım ben de.”, benim ne söylediğim onun sahiden umurunda değil: “yarın öğlen evimize gel, seni davet ediyorum.”, bu ne biçim bir şaka! bunu bana bahçede de söyleyebilirdi pekala. “niye bahçede söylemedin ki?”, yine bir çocukta üç misli daha gülünç olan o şuh kadın kahkahası patlıyor kulağıma: “böyle daha iyi.” buyur, ne söylenir ki böyle bir cevaba? diyalogu imkansız kılan bu türden monologların çokluğu, bu ülkede felsefenin, diyalektiğin neden hazmedilemediğini de açıklıyor. telefonu hiçbir şey söylemeden kapatmayı akıl ediyorum. kapattığım an telefon çalıyor, o da bizim numarayı ezberlemiş demek: “öyle kapatılmaz telefon, iyi akşamlar, denir önce!” adab-ı muaşeret kurallarının altını çizmek sizce de adaba aykırı değil mi?
iyi akşamlar, dememe fırsat kalmadan telefonu yüzüme kapatıyor. ertesi gün öğle namazını annemle kılıp yine başımdaki takkeyi çıkarmayı unutarak bahçeye iniyorum, gamzelerin birinci kattaki dairesine bakıyorum, açık pencere, içeriden gamze’nin sesi geliyor, şarkı söylüyor. söylenerek merdivenleri çıkıyorum. zile boyum yetişmiyor. kapıya vuruyorum. aysel teyze gülümseyerek açıyor kapıyı, “hoş geldiniz küçük bey!” ne demem gerektiği konusunda bilgi sahibi olmam, bilginin gereğini yerine getirmem için neden yeterli olamadı hiçbir zaman?” kem küm ederken içeri buyur ediliyor, salona yönlendiriliyor, ilk koltuğa oturtuluyorum. mutfaktan haşhaşlı çörek kokusu geliyor: kavrulmuş, çekilmiş haşhaş, o zamanlar, davul büyüklüğündeki yuvarlak mutfak fırınlarının mutfaklardaki görüntüsü ilginçti.
bu ucubeyi daha hoş göstermek için kadınlar kendilerine işkence ederek onlar için örtü ya da kılıf diyebileceğimiz bir mahfaza örüyor, öremeyecek kadar üşengeç olanlarsa paraya acımayıp satın alıyordu. bir zaman sonra “ışıklı uzay davulu” adıyla vaftiz edilmesini uygun bulduğum bu mutfak fırınlarının örtüleri hakkında uzun süre düşündüğümü hatırlıyorum. bu örtülerden yola çıkarak ev kadınları hakkında sağlıklı bir psikanaliz yapmak fazlasıyla mümkün görünüyordu.
sözgelimi gamzelerin mutfağına gittiğimde turuncu yün iplikten örülmüş ama şimdi fırın çalıştığı için masanın üzerine gelişigüzel fırlatılmış, kenarlarını balık motiflerinin süslediği bu fırın örtüsü ya da kılıfına baktığımda, içime hüzün oturuyordu. büyük sulara açılamayıp karanlıktaki bir akvaryuma tıkılan küçücük balıklar oynaşmaya başlıyordu içimde. sonra suya elektrik veriliyor, balıklar çırpınarak içimde pişmeye başlıyordu. tutkuyla kavranmış örgü şişlerinin ucunda ipliklere girip çıkarak can vermiş bu balıkları avlayan işgüzar ev kadınları, kendi hayal güçlerinin kısırlığından öç almak için çirkinliği kutsuyordu. çirkinliğin kutsandığı bir ayin için canı alınmış balıkların fosilleri, ayinin mutlu anısını sıcak tutmak için evin en sıcak eşyasının, mutfak fırınının üzerini örterek onu tozdan koruyan örgünün üzerinde yan yatıyordu. mutfak fırını demem tuhaf mı geldi? bana da öyle, ama o nesnenin adı fırın değil, mutfak fırınıydı, yanlarındaki camda beyaz harflerle böyle yazıyordu. mutfak fırını tamlamasından yola çıkarak ileriki bir tarihte karşılaşacağım elektrikli battaniyeye ulaştığımda fırınlı yatak düşüncesi zihnimde netleşmişti.
bizim fırın örtümüzün üzerinde kirazlar vardı. kirazlar eşit aralıklarla fırının etrafında dönüyor, fırının üstünde de yine yün iplikten örülmüş küçücük bir sepet, içindeki kirazları dışarı iter gibi duruyordu, bu örtüye baktığımda olgunlaşmayan tasarıların tatsızlığı aklıma geliyordu. mavinin, kirazların canlı kırmızısını ortaya çıkarmak için öldürülmesinden endişe ediyordum. donuk mavi ile kıvamsız gri her seferinde beni aşırı üzgünlüğün sonrasında girilen aşırı sıcak bir banyo gibi daraltıyordu, temizleneceğimi değil, bir daha hiç kirlenemeyeceğimi düşünüyordum.
ben evin köşesini bucağını dikizlerken gamze de yanımda dikilip misafirperver ev sahibesi rolü oynuyordu. salonun bir duvarını kaplayan koca vitrinin içini dolduran gereksiz züccaciye kalabalığına bakıp salona giren ışığın nasıl olup da vitrindeki kristal kadehlere ulaştığını, ulaşıp onları gökkuşağıyla sarmaladığını anlayamıyor, hayretle renklerin kristal üzerindeki oynaşmasını izliyordum. sonra gamze, ağzını açtı, “sana sırrımı versem, tutar mısın?” sorunun beyhudeliğini o zaman görememiştim. “tutarım.” bu kız kendini beğeniyordu ya, sanki bunu başarabilmek için hiç kimseyi beğenmemesi gerekiyormuş gibi görünüyordu, beni yukarıdan süzüp, işaret parmağını kendine doğru kıvırarak onu takip etmemi “buyurdu.”
odasına gittik. dolabını açtı. bembeyaz bir elbise. “arkanı dön de giyineyim!” hiç de meraklı değildim zaten. döndüm arkamı. “şimdi bakabilirsin.” kısacık bir elbise. “sırrın bu muydu?” gözlerini çevirerek kapatırken başını da sola kaydırıyor, “nasıl olmuşum?” işte bir kadına bakıp onun nasıl olduğunu kendi gözünle değil onun gözüyle görüp cevap vermenin şart olduğunu ilk anladığım zaman: “çok kısa bu, bununla üşütürsün, karnın ağrır.” çok öfkelendi prenses: “offf! sana nasıl olmuş dedim, güzel olmuş, prenses olmuşsun diyeceksin! salak!”
“çok güzel olmuşsun.” kimin salak olduğu konusunda hiç kuşkum yoktu: onun söylememi istediği şeyi söylediğim an yumuşadı. gülümsedi, kendini aynada seyreder gibi karşısındaki boş duvara bakıp eteklerinin olmayan uçlarını tutup reverans yaptı. dizlerini kırmayı becerememişti. ama bunun da bir anlamı yoktu. “şimdi dansa davet et beni.” ben dansa davet oyununu bile oymadım ki hiç. “bilmem dans.” bu sefer kesin dövecek beni: “sen dansa davet et beni, sanki ben kabul edecek miyim bakalım, akıllımın akıllısı? sadece dansa davet et!”
aysel teyze sayesinde yırtıyorum danstan: “gamze, bakkala git bir kutu mintax al kızım, çabuk!”gamze kendini paralıyor: “alamam prenses kıyafetimi giydim, kuğu gibi oldum, böyle bakkala gidilmez, kendin git!” annesi de ısrarın anlamsız olduğunu, kızın bildiğinden şaşmadığını biliyor. daire kapısının açılıp örtüldüğünü duyuyoruz. gamze’nin odasından çıkıyoruz. geniş holü iyice derinleştiren aynanın önüne geliyoruz. gamze aynada kendini görünce sakinleşiyor. inanamıyorum. başka birine dönüşüyor. hatta güzelleşiyor. dudaklarının aralığında masum bir gülümseme beliriyor, dudaklarının kenarlarından yanaklarındaki allığa doğru çıkıyor, gözlerinin içinde birikiyor, bu kızın az önceki şirret şeyle hiçbir ilgisi yok. şaşkınlıkla gamze’yi seyrediyorum. gamze aynada kendini seyrediyor. sırtımı aynanın asılı olduğu duvara yapıştırıp yere doğru kayıyorum. dizlerimi göğsüme çekiyor, kollarımı dizlerimin üstüne koyuyorum, sol yanağımı kolumun üzerine yatırıyorum, onu seyrediyorum. onu seyrettiğimi görmüyor bile. hiçbir şeyi görmüyor. sadece kendini.
ne kadar sürüyor bu? kapı anahtarla açılıyor, aysel teyze içeri giriyor, kımıldamıyoruz. kapattığı kapıya yaslanıyor. bakışları gamze ile benim aramda bir süre sarkaç gibi gidip geliyor. sonra mutfağa dönüyor aysel teyze. gamze başını çeviriyor, “gelir misin lütfen?” hırçınlığını bildiğim, öfkesine maruz kaldığım bu kız, hiç olmadığı kadar kibar. yanına gidiyorum, aynayı gösteriyor bana. oturmuş bir kızla yanında dikilen başında namaz takkesi olan bir oğlan çocuğu. oğlan çocuğunun çirkinliğinin aynaya yapışmasından korktuğum için geri çekiliyorum. çekildiğim yerde kendimi görmeden onu seyrediyorum. o da kendisini seyreden çocuğu. birbirimizi görüyoruz sadece, ama birbirimize hiç bakmıyoruz.
bana o gün verdiği sırrı hep sakladım.