Ayaklar Altında Itırlar, Sümbüller
Sümbül, yardım ediver kızım akşama sarma saralım Itır sever. Babana da turşu çıkaralım. Annem yaşayan çocuğunu fark etmişti. Boşlukla yaşamaya alışmanın ilk adımıydı bu. Evimizde biri ölü, biri yaralı, biri sızlanmayı bilmeyen üç çocuk vardı. Sızlanmayı bilmemek! Çatlasan da şikayet etmemek. Soluklanmamak. Yorgunluk. Biri bana silahın yerini söylesin. İçimdeki atı vurmam lazım.
“... kadının ağlaması başka bir şeydir. Benim için hiç ağlanmış mıdır bilmem. Sanmam. Birisi o sahnedeki gibi ağlamışsa benim için, bunu bilsem, öğrensem, ne olurum acaba. İçime doğru çöküp yok mu olurum acaba.”
Güray Süngü
İt dalaşı. Başladı yine. İçlerinde neyi saklamışlarsa pişman olmuş gibi ciğerlerini kusuyorlar. Boğazlarını yırta yırta hırlıyorlar. Kendilerinden başkasının dile gelmesine müsaade etmiyorlar. Meydan okuyorlar kendilerince. Bir şey oluyor bunlara, taze et kokusu almış gibi baştan çıkıyorlar. Öfkelerinden utanç duymuyor, haz alıyorlar. O uyuz hallerinden eser kalmıyor. Şeytanıyla yaşayan köpek kesiliyorlar başımıza. Biri şunlara Tanrı’yı göstersin! Sesleri mahallenin bıçkın delikanlılarını, çirkef kızlarını seyre çağırıyor. Ellerinde sigara, ağızlarında sakız her çağırana koşan müptezeller gürültüde şifa bulur gibi, seyir için coşkuyla kapılara koşuyorlar.
İtler aldırışsız. Ne hasta dinliyorlar, ne uykusunda bebek. Gün yüzü yok ulan size, diyorlar. Sohbetlerinizi böleriz, sessizliğinizi sonlandırırız. Bizimle bölüşmediğiniz her rızkı kursağınızda bırakırız. Gece uykunuzda gündüz gözünüzün önünde bağınızı bahçenizi talan ederiz. Sadece kendileri gibi arsızlara musallat olsalar yine iyi, annem gibi nazeninlere bile merhamet etmiyorlardı. Annemin bin bir emek verdiği bahçeyi bir anda alt üst ederlerdi. Onların hırlamasını bastıramazdı annemin naif sesi, son çare terliğini fırlatırdı. 36 numara, pamuklu, pespembe terlik. Neyse ki hayvanlar terlik seçiminden karakter analizi yapamıyordu da bu hareketiyle annemi ciddiye alıyorlardı. Şöyle ki itlerde bir şok, bir dikkat dağılması yaşanıyordu. Terliğin diğer eşinin fırlamasıyla bahçeye üşüştükleri hızla çıkmaya başlarlardı. Bahçeyi terk ederlerdi ama olanlar olduktan sonra. Ayaklar altında ıtırlar, sümbüller...
Annem Nazenin, akşam babam gelene kadar üzülür, babam olay mahallini iyice görebilsin, durumun ciddiyetini annemin istediği ölçüde kavrayabilsin diye tek yaprağa bile dokunmadan beklerdi. Çiçekli perdeyi açıp açıp yarasına bakardı. O an annemde kendimi görürdüm... Göz görmeyince gönül katlanır demek işin kolayı. Ya gözümüzün önünde tutmamız gereken ağrılarımız varsa?
Babam gelince, annem babama sakladığı göz yaşları içinde, gördün değil mi bahçemin halini bey, derdi. Ne zaman onaracaksın şu çitleri? Babam da çiçekli perdeyi açar talan olmuş bahçeye bir kez de bu açıdan bakarken, Nazenin’i incittikleri için köpeklerin kalbine tükürürdü. Güven sarsmayan erkeklere özgü gururla, derin merhamete sahip erkeklere özgü gururla, ardında incitilmiş kadın bırakmayan erkeklere özgü gururla ertesi gün kolları sıvardı. Harcı karmış, tuğlaları kamyonetten bir bir indirmiş, annem anneannemden dönene dek, bahçenin etrafına duvar döşemiş olurdu.
Baba, derdik, annemin buna sevineceğine emin misin? Biz pek emin olamadık da. Ooo sevinmek de laf mı bayılacak bayılacak, diyerek daha bir aşkla çalışırdı. En çok sevene mahsustur, sevgi göstereyim derken işin cılkını çıkarmak. Babam da o misal, kendince kesin çözüm uygulamıştı. Annem şaşkınlıkla bahçeye girmiş, bir süre tepkisiz kaldıktan sonra dile gelmişti. İyi ama, şimdi kim görecek benim bahçemin güzelliğini? İlk defa o gün, annem o tepkiyi verince beni neden hiç anlamadığına şaşırdım. Bunu söyleyen kadın, beni nasıl anlamaz! Ah anne, beni bu halimle kim görecek, kim görecek de gönül verecek?
En çok sevene mahsustur, emeği ziyan edilince kırılmak, kırıldıkça bağırmak yerine susmak... Babam, annemin bahçe duvarını aşan beğenmemişliğine içerliyordu ki ablam pencereyi açıp bağırdı: Madende göçük olmuş! O an hepimizin hayata nazlanma hakkı sona erdi. Babamın yenilediği bahçede ıtırlar bile kokusundan utandı, annem yıllara rağmen solmayan güzelliğinden, babam ailesini hep kolu kanadı altında koruduğunu zannetmesinden utandı. Ablam, abimle tartışmalarını unutmayıp da kendisine, bir gün sen de diyeceksin, bu adam sevilmeye değmezmiş diye, diyen o herifin her yaptığına kör oluşuna utandı. Utandı ama âşık insan unutur. Unutmak bağışlamaktır. Ablam da her defasında unuttu, sevmeyi sürdür, sevmeyi sürdürdü. Ben... Benim payıma utanç değil içerlemek düştü hep. O haberin ardından yürüyemediğime içerledim. Ayak seslerimin olmayışına. Herkes madene koşarken kalan oluşuma içerledim, hep beklemekle imtihan oluşuma. İsyan etmedim, bir gün bile isyan etmeyeceğim fakat affet Rabbim yürüyemeyişime çok içerledim.
O günden sonra, yok olanın ağırlığıyla evde boşluk açıldı. Bir göçük! Baş köşeye oturdu. Babam ayakta kaldı günlerce. Evin içinde dört döndü. Uykuları kaçtı. Sustu. Annemse boşlukla konuşmaya başladı. Boşluk; bir zamanlar vardım beni hatırla, dedikçe, annem; seni unutabileceğimi nasıl düşünürsün, diyordu. Onu hâlâ rahminde taşır gibiydi. Gömdüğü değil, doğmasını beklediği çocuğuydu sanki. Boşluk o kadar doluydu ki, söyleyecekleri bitmiyordu. Annem onu dinledikçe dinlerdi, söyledikleri kimseninkine benzemiyordu. Aşınmış ahşap pencerede macun döküntülerinin açtığı boşluk. Banyoda fayans aralarında açılan boşluk. Dişte dilin sürekli yokladığı boşluk.
Yemek masasında, ölen çocuktan kalan boşluk gibi değildir hiçbiri. Aslında bütün ağırlıklar bir gün hafifler. En derindeki bile unutulur ama anneler babalar için unutmak yoktur. Onlarda açılan evlat boşluğu kapanmaz. Yas tutmayı yalnız onlar bırakmaz. Üzerlerinde taşıdıkları bir cisme döner yas. Tarak olup annemin saçlarında dolaşır mesela. Annem tarağı eline her alışında saçlarıma, der, saçlarıma oğlumdan sonra ak düştü. Doğrudur. Can sağ olsun diyerek yaşayan kadın, hayata ilk defa oğlu öldüğünde kırılmıştır. Bu kırgınlık annemin saçlarında ak izler bırakmıştır, saçlarımda anneminkiler kadar izler... Hiç fark edilmemiştir. Çünkü canım sağdır ve sızlanmayı bilmem.
Biz her gün abimden kalan boşluğa çarpardık. Ama annem çarpmaz o boşluğa düşerdi. O boşluğun varlığından korkardık, bir yerde sabit kalmayışından, bize fark ettirmeden yer değiştirebilmesinden. Salonda, banyoda, mutfakta, bahçede aniden belirmesinden. Annemi tehdit edişinden, annemin tehditlere boyun eğişinden... Boşluk annemle beslenip büyümesin diye, büyüdükçe annemi ufalamasın diye, ufalandıkça annem boşlukta kaybolmasın diye, annem kaybolursa babamı kurtaramayız diye bulduğumuz her şeyle doldurmaya çalıştık. Biz doldurdukça o derinleşti. O zaman anladım ki hiçbir çocuk tek başına ölmez.
Ben hayata karşı kaybetmekle meşhurum. On dört yaşındayken kaybettiğim ev anahtarını bulmak için okul yolunu geri gidiyordum, ani bir fren sesi! O araba kazasında kaybettim bacaklarımı. Unutmak kaybetmektir, ben ayak seslerimi unuttum. Olmayanın yokluğuna alıştım ama yara baki. O yarayı dile getirmekten hiçbir zaman hoşlanmadım. Madem geçmeyecek, madem kimsenin beni toparlamak gibi bir çabası olmadı, olmayacak susarım ben de. Sızlanmam. Güçlü zannedilir çatlamak üzere olan at. Yanılgı. Gözlerimi her kapattığımda karlı bir orman yolunda fırtınaya aldırmadan dolu dizgin koşan simsiyah bir at görürüm.O at öyle benim öyle yabancı. Bu evin içinde benim durumum buydu ama annem böyle değildi. Narindi, kırılgandı. Toparlanması vacip olanlar zümresindendi.
Fırtınaya alışık olmayan pencere önü saksı çiçeği! Evet, pencere önü saksı çiçeğiydi annem. İçeriye alınmaya, korunmaya ihtiyacı vardı. Tek başına ne kadar hoş görünse de zayıftı. Bu yüzden kalbine itler musallat olurdu. Bu yüzden annem gibi kadınlar yalnızca babam gibi adamların yanında fidan olabilir, babam gibi bir çınarın gölgesinde toprağa köklerini salabilirdi. Ancak bir adamın yanında özgür olur, baharını doya doya yaşayabilirdi. Babacığım bunu bilir, öyle davranırdı anneciğime. Bunlara rağmen o bile toparlayamıyordu annemi. Son çareyi ablama ihanet etmekte buldum. Annemi toparlamak için ablama ihanet... Sırrını ifşa edecektim. Çünkü annem toparlarsa herkesi iyileştirir. Ablamın gözlerini ilk önce. Onu yaralamaktan öteye geçmeyen o herife artık sırtını dönmesi gerektiğini gösterir. Bunun için önce annemin görmesi lazımdı. Ben nasıl gördüysem, görüyorsam ablamın acı çektiğini, annem de görmeliydi.
Annem oğluna, ablam kardeşine ve o herife ağlıyordu. Nazenin’in kızına iki acıdan biri fazlalıktı. Fazla ve ağır. Bu ağırlık da ablamda boşluk doğurabilirdi. Bu eve yeni bir boşluk fazla. Sevmeyi sürdürüyor oluşu o herif için zaten fazla. Bir taşla kilidi kırıp kafesteki bütün kuşları uçurmaya, hem annemi hem ablamı uyandırmaya öyle karar verdim. Birbirlerine sarılsınlar, ağlayacaklarsa öyle ağlasınlar, sonra da artık sussunlar istedim. Bunu yapmak zor olmadı. İkisi de ağlıyordu, birbirlerini görmelerini sağladım. Ayna kırılsın. Gürültü uyandırsın. Kırıklar ablamı kanatsın. Pis kan aksın. Annem sarsın istedim.
Annem boşluk nereye giderse oraya gidip, ablam odasına kapanıp ağlıyordu. İşte ben o odanın kapısını anneme açtım. Kendimi değil ama ablamı, yaşayan bir çocuğu daha olduğunu anneme gösterdim. Göz göze kaldılar. Suç üstü! Bu yaşların abime olmadığını anlayan annem sordu. Kime ağlıyorsun? Bu evin dışında da insanların var olduğunu hatırlar gibiydi. O klişe, hayat devam ediyor, anlar gibiydi. Onu ağlayacak kadar mı seviyorsun, dedi. Bunca zaman bunu fark etmediğine hayret etmişti. Peki neden mutlu değilsin, dedi. İncitecek kadar kötü birinin ablama musallat oluşuna ürpermişti. Sen varken başkasını da gören göz... Hiç sevmemiştir, seni sevmeyen biri için ağlıyorsun. Sen ağlayınca incinmeyen biri için ağlayabiliyorsun, dedi. Hayret içindeydi. Senin hislerin böyle gerçekken bir yalanı mı yaşattı sana, dedi.
Fırtınada saksı çiçeğini pencere önünde unutmuş gibi ablamı göğsüne çekti. Babanın beni ağlattığını hiç gördün mü, dedi. İçinde merhamet olmayan aşkın aşk olamayacağını öğretmeye çalışır gibiydi. Seni böyle yaralamasına neden izin verdin, sevgin mi susturdu seni, dedi. En çok seven olmaya gerek yok, yalnızca sevene mahsustur sadakat. Kalbi olana mahsustur. Kalp ortalık malı mı, daldan dala daldan dala... Sen kalbi olmayan birine mi aşkı yakıştırdın, dedi. Annem ağzını hiç bozmazdı, yine bozmadı. Ama anne nihayetinde hiç susar mı! Pencere önü saksı çiçeği düşsün kafasına, dedi. Gülümseten ah! Bunun gibilere ne sevgi kalır ne nefret, tiksinmeyle hatırlarsın. Hatırlama bile, dedi. Ablamı seyrettim, annemin göğsünde o herif için son kez ağlamasını. Ah kuzucuk! Bir ikimiz varız güzel ağlayan, öbürleri hep güzel gülüyor.
Onları baş başa bırakıp çıktım. Dağlara koşmak istiyordum. Ablam gibi biri bile aşk diye bir yalanın içinde buluyorsa kendini, ben... Nasıl istiyor, nasıl korkuyordum bir gün kalbime o duygunun saplanmasından. Şu pencereden seyrettiğim hayat bana daha ne kadar yetecekti? Şu tekerlekli sandalyeyle aşkın peşinden koşabilir miydim? Belki, mümkündür... Bilmiyorum. Umut etmek istiyor, bu umuttan korkuyordum. Daha sonra annemin sesi geldi. Sümbül, yardım ediver kızım akşama sarma saralım Itır sever. Babana da turşu çıkaralım. Annem yaşayan çocuğunu fark etmişti. Boşlukla yaşamaya alışmanın ilk adımıydı bu. Evimizde biri ölü, biri yaralı, biri sızlanmayı bilmeyen üç çocuk vardı. Sızlanmayı bilmemek! Çatlasan da şikayet etmemek. Bir yudum su için bile durmamak. Soluklanmamak. Yorgunluk. Biri bana silahın yerini söylesin. İçimdeki atı vurmam lazım.
- Şöyle oldu, geçenlerde Güray Süngü ve bendeniz birbirimizden habersiz olarak Elif’e, “dosyanı hazırlasana artık” demişiz. İkimiz de Elif Genç’i şahsen tanımıyoruz. Ve bu üçümüz adına da iyi haber. Pardon dördümüz adına da. Aramızdaki dördüncü kişi edebiyat! (AE)