Atlas, Çanak Anten Nedir Bilmiyordu
Ardiyeye girdiklerinde polisler açık kalmış bir televizyon ve hızlıca hazırlanmış bir sofra buldular. Canavar dışarıda kuyruğunu sallıyordu. Polislerden birisi televizyonu kapatırken, “Bu saatte ne çizgi filmi lan?” diye sordu. Ekranda Atlas bir çanak anten için çocuğun biriyle pazarlık yapıyordu.
Sen rahat rahat çizgi film izle diye ben o anteni, o kör çatıda tek ayak üstünde saatlerce tuttum geceleri. Güneş battıktan sonra çizgi film izleyebilecek kadar zengindin. Ben hiç geceleyin çizgi film izlemedim. Bunu problem de etmedim.
Sen ediyordun. Ertesi gün suratın hep asık oluyordu. Suratın bir kere asıldığında çekilmez biri oluyordun. İnan bunu da problem etmiyordum ama çevrendeki prenseslerle girdiğin münakaşalar kanıma dokunuyordu. Sokaktaki bütün kızlar o gün senden nefret ediyordu. Sen bundan zevk mi alıyordun emin olamıyorum. Ama insanlar seni sevsin istiyordum. İnsanlar oturup saçını başını karıştırsın, yanaklarını sıksın; sen mutlu ol, sonra da hemen köşelerine çekilsinler.
Senin için planladığım hayatta bu yaşadıklarının hiçbiri yoktu. On bir yaşında haddimden büyük planlar yaptığımın farkına çok geç vardım.
O gün zehir gibiydin. Fakat nasıl olurdu, tüm gece çatıda nöbet tutmuş, en sevdiğin çizgi film -Aaahh Real Monsters- bitene kadar soluksuz anten sırtlamıştım. Öyle anlarda kendimi dünyayı sırtlayan Atlas gibi hissederdim. Atlas’la da senin izlediğin çizgi filmlerle tanışmıştım. Herkül’deydi yanılmıyorsam. Seni bu kadar dikizlediğimi bilsen bana kızar mıydın?
Yine de perdeleri kapama, karınca dolabilir ekrana.
Madem filmini izlemiştin, neden zehir gibiydin? O günlerde sana öyle sorular sormanın cezası çıplak ayağa yüz falakaydı. Ama inan sormasaydım da dişlerim dökülürdü. Benim parçası olamadığım bir kötülük yaşamıştın. Öğrenmeli ve telafi etmeliydim.
Sordum ve söyledin. Bu kadar kolay olmasını planlamamıştım. Şaşkınlığım o yüzdendi. Babanla ilgili anlattıklarına şaşıramazdım. Sanki, Aaahh Real Monsters bittikten hemen sonraydı, diye başladığın o cümle, babamla mutfakta karşılaştık, su içiyordu, sonra uyumaya gitti, şeklinde devam etmişti. Aaahh Real Monsters’ın o bölümünü beğenmiş miydin? Hayır, ikinci sorum bu olamazdı. Sen de bunları yaşamamıştın zaten.
Siz biraz zengin olduğunuz için baban evde röpteşambırla gezebiliyordu. Biz pek zengin olmadığımız için, röpteşambır nasıl yazılır diye sözlüğe bakmam gerekmişti. Annen yoktu. Bu ne demekti? Annen olsa fena olmazdı. Ölü müydü, yoksa sadece birbirlerinden ayrı mı yaşıyorlardı?
Babandan ayrı olsa seni o canavarın eline bırakır mıydı? Aaahh Real Monsters. Onu sana hiç soramadım işte.
Röpteşambır, derken güneşe benziyordun. Kimi sözcükler ağzına çok yakışıyordu. Eve gidip ayna karşısında ‘röpteşambır’ dediğimde kendimi sirkten kaçmış çıplak bir cambaz gibi hissetmiştim. Kimi kelimelere bazı anılar yapışıp kalıyor. O gece hakkında anlattıklarından sonra röpteşambır benim için bir zenginlik gösterisinden sapkınlığın ta kendisine dönüşmüştü.
Aaahh Real Monsters gerçekten bitmişti. Yatmaya hazırlandığını görebiliyordum. Çatıdan usulca inmiştim. Sen de mutfağa süzülmüşsün. Bana öyle anlattın. Aslında, su içmeye mutfağa gittim, dedin sadece. Ben süzüldüğünden emindim. Baban da oradaymış. O da su içiyormuş. Neden hâlâ uyumadığını sormuş. Cevabını beğenmemiş. Sana yaklaşmış. Babanın gözlerinde o parıltılı bakışı daha önce de görmüşsün, ama hiç bu kadar uzun sürmemiş. Sen sadece azarlanmayı beklemişsin, öyle olmamış işte.
Bunları bana sırf ben sorduğum için mi anlatmıştın? O gün sana kim sorarsa sorsun anlatacak mıydın, yoksa yalnızca bana mı güvenmiştin? Sonra utandım. Anlattıklarından değil, aklımdan geçenlerden.
Sen sesin bile titremeden, olanı biteni tüm çıplaklığıyla anlatmıştın. Ben senin için üzülmek, sana çözümler üretmek yerine kendimi ucuz bir şirket gibi özelleştirmeye çalışıyordum.
Anlık utancım bittiğinde sana hayatının teklifini yapmaya karar verdim. Teklifim, bir çizgi film, bir ardiye, bir buzdolabı ve bir kanepe içeriyordu. Demek istiyordum ki, o eve bir daha dönme. Babamın çalıştığı yerin ardiyesinde çok güzel bir televizyon var. Buzdolabı ağzına kadar dolu ve geceleri orada kimse olmuyor. Kanepede uyuyabilirsin. Ben mi? Ben kendime bir yer yatağı yapacağım.
Fikir hoşuna gidiyor. Günün geri kalanında zehir gibi olmuyorsun. Akşam buluşmak üzere sözleşiyoruz. Vaatlerimi yerine getirmek için plan yapmalıyım. Senin aksine, evde kurulu bir düzenim var. Akşamları hangi çatılara çıktığımla pek ilgilenmeseler de, gece eve gitmezsem olay olur. Hem o ardiyenin anahtarlarını da aşırmam gerek. Ayrıca buzdolabı dolu falan değil, birkaç parça bozuk gıda dışında bir şey bulabileceğimize inanmıyorum. Ardiyeye uzanan yolu nasıl gideceğiz, kapıdaki canavarı nasıl geçeceğiz derken içim kararıyor.
Bulunur, diyorum. Her şeyin bir çaresi bulunur. Sen yeter ki gülüşünü sokaklardan esirgeme.
Çocuk muyuz biz? Her şey hallolur.
Babam eve döndüğünde ceketinin cebinden anahtarları söküp aldım. Ben, dedim. Bu akşam bir arkadaşımda kalacağım. Bana, kimde kalacağımı bile sormadılar. Kurulu olduğunu sandığım düzenim bir saniyede başıma yıkıldı. Şapkamı alıp çıktım.
Şapkam maviydi ve Ash Ketchum bu şapkayı giyseydi Charizard ona asla naz yapmaya yanaşamazdı. Bodruma inip bir el arabası kaptım. Gözlerimi bodrumda hızlıca gezdirip işe yarar başka şeyler aradım. Birkaç yastık ve bir levye buldum. Yastıklarla el arabasının içini bir güzel döşedim. Levyeyi kemerime taktım. Bakkaldan veresiye birkaç günlük nevale yaptırdım, kasaptan etlerin çöpe atacakları kısımlarından iki yüz elli gramlık paket istedim. Yarım kilo verdi. Kasap halden anlıyordu.
El arabamla seni kaçırmaya hazırdım işte. Güle oynaya güneşi batırarak geldin. Yemyeşil giyinmiştin. Arabayı işaret ederek, “Bu ne?” diye sordun. “Yolumuz uzun, atla!” dedim. Israrla ardiyenin nerede olduğunu sordun, söyleyince dudak büktün.
Uzak olmasa seni kaçırmış sayılır mıydım hiç? Hak verdin. El arabasına atlamadan önce yastıkları aşağı attın. Sanırım o noktada biraz küçümsendim. Ben, diyordu bakışların, ben yer miyim bu numaraları?
Yemin ederim numara falan yaptığım yoktu. Sözsüz münakaşamız aynı sözsüzlükle son buldu. Yolun yarısında inip, “Şimdi senin sıran,” dedin. İtiraz bile edemedim. Yokuş yukarı olmasına rağmen gıkını çıkarmadan ittin beni.
“Geldik,” deyip aşağı atladığımda gözlerin en sevdiğin çizgi filmin yeni bölümüne kilitlenmiş gibi ardiyeyi kesiyordu. Tellerin arasındaki gedikten geçerken yeşil elbisen bir an için paslı tellere takılır oldu. Benimse aklım bütünüyle canavardaydı. Elbiseni yırtıp tellerden kurtardığında sanki bir yaş daha büyüktün.
Canavarla burun buruna geldiğimde sanki altıma kaçırıyordum. Yağlı etleri paketinden çıkartıp olabildiğince uzağa fırlattım. Fakat Bay Canavar, bana bakmaya devam ediyordunuz? Et parçaları dikkatinizi bir nebze olsun çekememişti. Yağlı ellerimi levyeme uzatmak istedim. Bay Levye, Bayan El Arabası’yla birlikte tellerin hemen dışındaydı. Bay Canavar ve Bay Levye’nin iyi bir ikili olacağına asla inanmamıştım. Ağzınızdaki salyalar bir an sonra bacaklarımızı ve de kollarımızı nemlendirecek kremlere dönüşecekti ki bizi ayırdılar Bay Canavar. Aramıza girdiler. Kara kedi değildi. Saçları kum rengiydi ve aramızdaydı işte.
Elleri sana uzandığında patilerinle ağzındaki salyaları saklamaya çalıştığına yemin edebilirim. İşte doğa, ona göstermesi gereken saygıyı sonunda keşfetmişti. Bana dönüp, “Çok sevimli değil mi?” diye sordu.
(Bay Canavar burada zamirleri değişelim lütfen, kafam karışıyor. Ona sen, sana da o diyeceğim artık, böyle olmuyor.)
Başımı salladım. O esnada levyeyle aramızdaki santimleri saymaktaydım. Canavarı o kadar kolay evcilleştirdin ki içgüdülerim ayaklarına kapanıp sana tapmamı emretti. Dik durup eğilmedim. “İçeri geçelim,” dedim.
Ardiyenin içi serindi. Boğuk bir yaz akşamı için ilaç gibiydi. Kanepeye oturdun. Ben buzluğun fişini taktım, bakkaldan aldıklarımı içine yerleştirdim. Sen televizyonu açtın. Televizyon evinizdekinden büyüktü. Bununla gururlandım. Birkaç kanal zapladın.
Kalbimi çöpe attın:
“Burada, çizgi film kanalı yok ki.”
“Olması lazım,” dedim. Kumandayı hızla elinden alıp birkaç zap da ben yaptım. Gerçekten de senin geceler boyu çizgi film izlediğin kanallar burada karınca belgeseli yayınlıyordu.
“Çatıya çıkıp bir bakayım,” dedim. İnanamadın. Israr edince lütfen saçmalamamamı istedin. Canavar tatlı tatlı hırıldıyordu. Ben onu dert ediyordum, sense çatıya çıkmamın absürtlüğünü göstermeye çalışıyordun. Canavar umurunda bile değildi.
Televizyonu kapatıp, “Ben acıktım,” dedin. Sana yiyecek bir şeyler hazırladım. Sen yemek yerken sokaklar biraz biraz karışmaya başladı. Bunun, senin yemek yemenle doğrudan alakası olduğuna gönülden inandım. Her lokman sokakları kaosa sürüklüyordu ve bu çok olağandı. Sandviçin bittiğinde, ellerime sağlık dileklerini ilettin. Ellerim çılgına döndü.
Ellerim sihirli bir asaydı.
Canavar dışarıda ulumaya başlamıştı. Siren sesleri duyuluyordu. Bana baktın ve ilk defa küçüldün: “Yeterince uzağa kaçamamış mıyız?”
Sana baktım ve ilk defa büyüdüm. Cevap vermek yerine televizyonu açtım. Ellerimi karıncaların arasına daldırıp onları kenara ittim. Boşlukta bir geçit açıldı, içerisi rengârenkti.
“Benimle gel,” dedim. Karıncaları zaptettiğim ellerimden birisini sana uzattım. Elimi tuttun. İçeri girdik. Bir çizgi filmin taa içine savrulduk!
Umarım Herkül’dür, diye düşündüm. Belki seni Atlas’la tanıştırabilirim. Sen ne düşünüyordun bilmiyorum, ama mutluydun.
Ardiyeye girdiklerinde polisler açık kalmış bir televizyon ve hızlıca hazırlanmış bir sofra buldular. Canavar dışarıda kuyruğunu sallıyordu. Polislerden birisi televizyonu kapatırken, “Bu saatte ne çizgi filmi lan?” diye sordu. Ekranda Atlas bir çanak anten için çocuğun biriyle pazarlık yapıyordu.