Arkeokrat
O işte, kıymetlim. Bulmak için yedi kıtada kaç profesörle, ne istediğimi, ne aradığımı anlamasınlar diye temkinlice görüşmüştüm. Belki de ona ulaşana kadar İstanbul’da nice hazineler bulmuş, gün ışığına çıkarmış, ödül üstüne ödül almıştım. Umurumda değildi hiçbiri, ne maddi değerleri ne de bana kazandırdıkları ismim. Yalnızca o.
“Peygamberleri onlara şöyle dedi: “Onun hükümdarlığının alameti, size o sandığın gelmesidir. Onda Rabbinizden bir güven duygusu ve huzur ile Mûsa ailesinin, Harûn ailesinin geriye bıraktığından kalıntılar vardır. Onu melekler taşımaktadır. Eğer inanmış kimselerseniz, bunda şüphesiz sizin için kesin bir delil vardır.” Bakara, 248
Abide:
- Yeter artık! Kim atıyor bu kartoplarını pencereme çocuğum, sen mi attın Hızır!
- Vallaha ben atmadum Abide Hala, Oğuz atayi!
- Bat Oğuz, bat! He mi?!
Halaymış, kabalığa bakın! Yaşım ilerledikçe daha da çekilmez buluyorum şu çocukları. İyi ki vaktiyle evlenip çoluk çocuğa karışmamışım. Gerçi benim çocuklarım böyle arsız, böyle yaramaz, böyle kaba olmazdı herhalde. Eski Kuzguncuk da kalmadı artık. Karadeniz göçmenleri her tarafı sardı, onlarla beraber de gürültüleri. Sanki gecekondularının görüntü kirliliği yetmiyormuş gibi. Asıl anlayamadığım, nasıl da iki insanın aralarındaki iki eve aldırmadan pencereden pencereye bağırarak konuşabildiği. Her neyse, şimdi bunları düşünüp de sinirlerimi bozmamalıyım. Bu akşam Prof. Dr. Mevlüt Okur Bey yemeğe gelecek, hazırlanmalıyım. Bakmayın öyle ciddi ciddi, beyli meyli konuştuğuma, kendisi yıllardır dostum. Birlikte tam yirmi yıl bir kürsüyü paylaşmıştık fakültede. Emekli olup, ailemden kalan hatırı sayılır mirasla araştırmalarıma kendimi adamamla, epeydir telefon harici görüşememiştik. Üniversitede tanıştığımızdan beri gitgide yakınlaşmıştık beyzadeyle, ama benim gözüm kazılardan ve akademik araştırmalardan başka bir şey görmüyordu tabii. Zaten son aylarda da Kıymetlimi bulmak, ne olduğunu bilmediğim halde ona kavuşmak isteği içimi yiyip bitiriyordu.
O işte, kıymetlim. Bulmak için yedi kıtada kaç profesörle, ne istediğimi, ne aradığımı anlamasınlar diye temkinlice görüşmüştüm. Kaç tane geleceğinin parlak olduğunu düşündüğüm arkeolog adayına burs vermiş, onları -ne aradığımı bilmezlerken- kazı çalışmalarımda stajyer olarak kullanmıştım. Belki de ona ulaşana kadar İstanbul’da nice hazineler bulmuş, gün ışığına çıkarmış, ödül üstüne ödül almıştım. Umurumda değildi hiçbiri, ne maddi değerleri ne de bana kazandırdıkları ismim. Yalnızca o.
Sen onca yıl arkeoloji profesörlüğü yap, onca yıl kendini en iyi zannet, onca yıl yüzlerce arkeoloğu peşinden sürükle, meğer ne kadar da önemsizmiş tek bir şeyin yanında: Kader! Her zaman dinlediğim ve üzerinde durmaya bile tenezzül etmediğim yerel Yahudi efsanesinin gerçek olması ve yanı başımda çıkması kader değil de nedir? Yıllarca hep söylenirdi, Bizans’tan beri İstanbul’da yaşayan eski Yahudiler ve zulümden kaçıp Osmanlı’ya sığınıp yurt elde edenler, yaptıkları evlerin salonlarının tavanlarına gizli bölmeler yaparlardı. Genellikle avizelerinin tam üzerine denk gelirdi bu bölme. Yahudilerin zengin olduğu söylentisiyle hırsızların göz bebeği olan bu insanlar, manevi ya da pahada değerli eşyalarını bu bölmelerde saklarlardı. Ben bunu bir şehir efsanesi olarak düşünürdüm. Belki de hazinelerin üzerimde değil de altımda, toprakta olacağına iyice inanmış veya alışmış olmamdan kaynaklanıyordu bu.
1949’da Kuzguncuk’ta doğdum. Babam hekimdi, annem ise öğretmen. İkisi de aileden varlıklıydılar. Öğrenebildiğim kadarıyla vaktiyle Ankara’dan göçüp buraya gelmişti atalarım. Kuzguncuk; bir sinagog’u, kilisesi ve ben üç dört yaşlarımdayken yapılan camisiyle üç dinin buluştuğu nadide bir köydü. İstanbul’un Anadolu yakasındaki ilk Yahudi yerleşim yeriydi. Avrupalı Yahudiler, kutsal topraklara varmadan önceki son durak kabul ederlerdi burayı. Yolculuğu tamamlayamayanlar burada gömülmeyi vasiyet ederlerdi.
Evim, rahmetli yazar Sevim Burak’ın evinin biraz aşağısında, ahşap yapılı eski Kuzguncuk evlerinden biri. Bir gün sokakta oynayan çocukların topu önce camı sonra içerde sekerek annemden yadigar avizemi kırmıştı, nasıl abanmışsa haytalar! Yalnız yaşamanın ve elektrikçinin ancak üç gün sonra gelip halledebilirim demesinin mecburiyetiyle kendi kendime avizeyi değiştirmeye çalıştım. O güne kadar tavanımdaki kocaman Süleyman Yıldızı’nın benim gözümde görsel bir güzellikten öte bir anlamı yoktu. Taa ki, iki çık sesiyle ortasındaki boşluğun aşağıya doğru açılmasına kadar. Önce tüh tavan elimde kaldı dedim, sonra efsaneyi hatırlayıp iyice kapağı açtım. İçinde, elektrik tesisatının hemen yanında ufak bir kutu daha olduğunu gördüm. Ancak bir ayakkabı kutusu büyüklüğündeki kutuyu alıp yere indirdim.
Gariptir ki, kazı yaparken duyduğum ve başka hiçbir şeyde hissedemediğim o bulmanın sırlı kokusunu burnumda hissediyordum. Kalp atışlarımdaki o hızlanma, o karın kasılması, o neredeyse unutmaya başladığım his tüm vücudumu iyice sarmıştı. Kutunun üzerini silince üzerinde İbranice “ĞĞĞ” (doğruluk) kelimesinin yazılı olduğunu ama üzerindeki bir harfin üzerinin hafifçe karalandığını ve “ĞĞ” (ölüm)’e dönmüş olduğunu gördüm. Bunun Golem efsanesi olduğunu hatırlamam pek vaktimi almadı. Sezer Duru’nun çevirdiği, Gustav Meyrink’in romanını da okumuştum üstelik. Kutuyu açtım ama ortada, alnında doğruluk yazıp can verilecek ya da ölüm yazıp durdurulacak bir heykel yoktu. Yalnızca İbranice bir harita vardı.
İzci:
Benim adım İzci. Gerçek adımı, yıllar önce yanmış bir çiftlikte bıraktım. Halen zihnimi dolduran dumanlar yüzünden adımı unuttum da çoktandır. Kurtarıldım ve kurtarılmış olmanın cezasını yok olarak ödedim. Ben hiç olmadım, hep onlar vardı. S. Pertev, M. Beyoğlu, H. Duman ve nicesi vardı. Yüzleri ben; isimleri, hayatları başka başka insanlar. Aslında tek ortak yönleri yüzlerinin aynı olması değildi. Bir de sürekli ardından koştukları bir ölüm vardı. Bunca ismin arasında en çok Mevlüt Okur’u sevdim. Nefes aldırır cinsten bir isim, bana hayata katılabilme fırsatı sunuyordu. Bir akademisyendi. Birçok görev aldım, çoğunu başardım, onca isme büründüm ama hepsinin sonunda yine dönüp Okur oldum. Dönebileceğim bir evim olmasına müsaade etmişti beni kurtaranlar. Aslında Mevlüt Okur olmam, tabii ki, en çok onların işine yarıyordu. İstedikleri her görevi yerine getirebilmek için seyahat bahaneleri olan, istedikleri her şeyi bulmak için elinden geleni yapabilecek bir arkeologtum.
Üniversite’ye başladığımda, Abide benim için yalnızca en önde oturup not tutan, sonra da o notları tembel öğrencilere verip dersleri geçmelerini sağlayan birkaç çalışkan öğrenciden biriydi. Ben de o çalışkanlardandım ama kimse gelip benden not isteyemezdi. Korkutucu şekilde suskundum. Eften püften muhabbet edenleri yüzlerine bakmadan dinler, onlar konuşurken ya önümdeki kitabı okur ya da bir şeyler karalardım. Bir süre sonra dinlemediğimi düşünüp pes eder, yanımdan uzaklaşırlardı. Bir gün Abide geldi yanıma, elinde Osmanlıca bir kitap vardı. Bir cümleyi anlayamamış ve bana soruyordu. Abide’nin bu zamana kadar birilerine bir şey sorduğunu hiç görmemiştim. Belki de görmüş ama dikkate almamış, hatırlamıyordum. Osmanlıca yazılmış bir hafiye kitabıydı. Sürekli ölüm ve macera peşinde koşmak için yetiştirilen bir gençtim ve macera sever bir kız vardı karşımda. Dikkat etmemiştim o zamana kadar, zeki olduğu kadar güzeldi de küçük hanım. O günden sonra aramızda tuhaf bir hafiye muhabbeti başlamıştı ve yıllar boyu ilerleyecekti bu samimiyet.
Abide:
Birkaç hafta gece gündüz araştırdım. Ulaşabildiğim kadar Latince, Rumca, İbranice ve Osmanlıca el yazması karıştırdım. Elimdeki bilgiler masalsı dedikodulardan, halk efsanelerinden ibaretti. Muhitimin yaşlılarıyla, bilhassa Yahudi cemaatinden olanlarıyla sohbet kurmaya başladım. Zaten oldum olası severdim eski anılar, hikayeler dinlemeyi. Yaptığım sohbetler ve araştırmalar sonucunda kesinliği tartışılır bir yapbozu neredeyse tamamlamıştım.
Konstantinopolis fethedildiğinde Bizanslıların gemilerle hazineler kaçırmaya çalıştığı ve Balat-Fener açıklarında top ateşiyle bu gemilerin batırıldığı hikayelerinin gerçek olduğunu ama eksik bilindiğini gördüm. Aslında Yahudi Cemaati’nin bir fedaisinin, bu hazineden yalnızca bir şeyi korumakla görevlendirildiğini, bulunduğu gemi batınca da boğazı yüzerek geçtiği, elindeki sırılsıklam birkaç belgeyi yöre halkının ileri gelenlerine gösterip benim Kuzguncuk’ta yaşadığım bu eve yerleştiği ve maddi yardımlarla neredeyse zengin bir konuma geldiğini öğrendim. Sırrını saklamak için hiç evlenmeyen bu adam artık ölümün yaklaştığını hissettiğinde bir harita çizip kenarına, elindeki o emaneti yalnızca sahibinin bulabileceği bir yere sakladığını yazmıştı. Buldum mu? Evet, buldum o kıymetliyi. Sahibi miyim, değil miyim bilmiyorum ama buldum işte.
İzci:
Kudüs, Antakya, Ankara, İstanbul arasında kaç sefer yaptığımı artık hatırlayamıyorum. Ama Antakya’dan yeni dönmüştüm. İsmimi öldürüp, yüzümü kurtaranların bana verdiği görevler arasında en çok tarihi ve gizemli olanlarını severim. O görevler esnasında, en azından mesleğimle alakalı bir şeyler yapıyorum diye avuturum kendimi. Önce telefonuma –önceden zarfla olurdu bu işler-, nereden geldiği tespit edilemeyen Latince bir mesaj gelir: “Age quod agis!” (Ne yapıyorsan onu yap). Bu bana gerçek işimin ne olduğunu hatırlatır. Eskiden bu mesajın sonrasında, benim için tutulan bir banka kasasından gerekli bilgilere ulaşırdım. Artık internet var ve benim aileme -ne yazık ki tek ailem onlar- ait, şifreyle girebileceğim bir ağ var.
Ne diyordum, ah evet Antakya’dan yeni dönmüştüm. Verdikleri bir görevi daha yerine getirmiş ve eve varmıştım. Henüz bir kahve bile içememişken telefonuma kim olduğumu defalarca yüzüme vurmuş olan o mesaj geldi yine. Hemen bilgisayarımın başına oturup görevimi okudum; Prof. Dr. Abide Saklı diyordu mesaj, birkaç aydır bir Yahudi hazinesini arayış içinde diyordu. Yanlış okudum her halde ismi diyordum kendime ama yanlış okumuyordum. Bulup bulmadığını hemen öğren diyordu mesaj, bulmak üzere olduğunu düşünürsen bulmasını bekle diyordu. Devamını okumaya korkmaya başlamıştım ve korktuğum başıma geliyordu her zamanki gibi. Bulduğu takdirde hazineyi ailene ulaştır ve gerekeni yap diyordu, ortalığı temiz bırak diyordu mesaj. Bana ne olduğunu anlayamıyordum. Gözlerim dolu dolu olmuştu. Ağlıyordum. Kabul etmek istemesem de ben Abide’ye deli gibi aşığım sevgili ailem, diyemiyordum.
Abide:
Harita alelade bir şeydi. Öyle şifreler filan yoktu ve yine Kuzguncuk’ta başka bir eve götürdü beni. Buralardaki ev fiyatlarını tahmin edemezsiniz. Milyonlar havada uçuşuyor ama mecburi olarak evi hemen satın almam gerekti. Günlerce “burada eski bir kilise kalıntısı olmalı” deyip stajyerlerime kazı yaptırdım. Pek kazdırmam da gerekmiyormuş meğer. Stajyerlerin büyük kısmı bahçede kazıya başlamışken ben ve iki öğrencim evin bodrumunu inceliyorduk. Birkaç ufak temizleme girişiminden sonra bir kapı bulduk. Üzerinde birbirine dönük iki melek ve ikisinin ortasında, ikisinin de tuttuğu bir kadeh olan bir şekil vardı. Kadehin kenarlarından aşağıya sanki kan süzülüyordu. Bunun gerçek bir kan olduğunu daha sonra yaptığım laboratuvar testleriyle öğrendim. Öğrencilerime bunun bir şarap mahzeni olabileceğini ve pek de eski gözükmediğini söyleyip bahçedeki kazıya yardıma gönderdim. Dikkat çekmemesi için bir hafta boyunca kazdırmaya devam ettirdim.
Sonra burası boşmuş meğer deyip çalışmaları durdurdum. O bir hafta kapının orada olduğunu bilerek ve açmamış olarak nasıl geçirdiğimi tahmin edemezsiniz. Bir hafta sonra kapının önündeydim işte. Muhtemelen gizli bir geçite açılıyordu. Kapının üzerinde tıpkı daha önce bulduğum kutuda olduğu gibi “ĞĞĞ” yazıyordu. Silinen ilk harfi hatırladım belki de anahtar bu kadar basit olabilir deyip ilk harfi içeriye doğru bastırdım. Kapının ardındaki düzeneğin çalışmaya başladığını duydum. Hem açılıyor olmasına sevindim hem de kapının üzerindeki yazının artık “ölüm” olduğunu bilmenin tedirginliğini hissettim.
Kapı, iki insan genişliğinde bir koridora açılıyordu. El fenerimi yakıp ilerlemeye başladım. Bizans’tan kalma birçok yeraltı tüneli vardı bilinen ama Anadolu Yakası’nda böyle bir şey olduğunu hiç duymadım. Hiçbir yol ayrımına rastlamadan elli metre yürüdüm. Koridorun sonu aşağı doğru inen bir merdivenle son buluyordu. Merdivenin sonunda ise bir kapak vardı. Dört bir tarafından da ışık saçılıyordu. Bilmem kaç yüzyıl önce yapılmış bir yeraltı odasında elektrik olacak değildi ya. Heyecandan kalbim duracak gibiydi. Kapağı açıp o aydınlık odaya girdim. Ve bütün haşmetiyle orada duruyordu. İnanmam mümkün değildi. Nasıl inanabilirim ki?!
İzci:
Abide’yi arayıp kendisiyle özel olarak acilen görüşmem gerektiğini, mevzunun ikimiz için de mühim olduğunu söyledim. O şefkatli ama güçlü sesiyle evine, akşam yemeğine davet etti beni. Zaten uzun zamandır görüşemediğimiz için hesap verecekmişim kendisine. Ah Abidem ortada ne hesaplar dönüyor bilmiyorsun ki! Hızlıca hazırlanıp evden çıktım. Ama kendisini telaşa vermek de istemiyordum. Beni davet ettiği saate daha çok vardı üstelik. Bir kitabevine girip kendisine kitap almaya karar verdim. Çiçek böcek, altın pırlanta filan sevmezdi, kitap severdi Abidem. O değil de, kendisini öldürmem emredildiğinden beri nasıl da sahiplenmiştim Abide’yi, hayret içindeydim.
Meğer ne çok seviyormuşum. Bunları düşünürken raflardan birinde Köşe Başında Suret Bulan Tek Kişilik Aşk diye bir kitap gördüm. Yazarının daha önce hiçbir kitabını okumamıştım. Ama ismi bir şekilde beni kendisine çekti. Ne anlatıyor, öykü müdür, roman mıdır, nedir bakmadan aldım kitabı hemen. Kasada sıramı beklerken defalarca içimden tekrarlıyordum: Abidem ben seni değil de, sen beni öldürsen ya!
Abide:
Fedai kendi çapında ve tek başına yapabileceği en iyi sığınağı yapmıştı. Ama o “sahibi” meselesi var ki, ben kesinlikle kıymetlinin sahibi olamazdım. Ona ulaşmak için ne kadar kan dökülmüştü. Önce Nebukadnezar katliam yapmıştı, sonra Haçlılar. Sırf ona ulaşıp sonsuz, ilahi bir güce sahip olabilmek için. Anlaşılan Fatih’in de bu güce ulaşmaya çalıştığını düşünmüşlerdi ki böyle bir giz oyunu kurmaları gerekmişti. Gözlerimi alamıyordum üzerinden. Ben bu hazinenin sahibi olamayacak kadar yaşlı ve güçsüzdüm. Üstelik dindar da sayılmam. Koskoca sandık. Acaba nasıl böyle parlayabiliyordu? İçinde gerçekten de konuşulduğu gibi çarmıhtaki İsa’nın kanı da var mıydı?
Gerçi İslamiyet’e göre İsa göğe çekildiğine göre kan olsa da İsa’nın olamazdı. Peki ya asa! Açmaya çalışan insanların elektrik akımıyla çarpılmış gibi öldüklerine dair efsane geldi aklıma. Açıkçası korktum. İnsan yaşlandıkça daha bir bağlı oluyor hayata. Yeryüzüne çıkarsam kim bilir ne kanlar dökülecek yine. Belki de Üçüncü Dünya Savaşı. Belki sandık açılacak ve içindeki her şey değer bilmez müzelerin, para için her şeyi yapabilecek hazine avcılarının, kaçakçıların ya da onları sadece fiyat biçilecek süs eşyaları olarak görecek koleksiyonerlerin elinde dağılıp gidecek. Peki ya ben nasıl yaşayacağım böyle bir sırla? İnanın bilmiyorum. Hayatımda ilk kez, açık açık, bilmediğim bir şeyi yüzüme vuruyorum. Hem de korkuyla.
İzci:
Kuzguncuk sahilde biraz oturup aldığım kitabı karıştırdım. Kafamı dağıtmam lazımdı. Dağıttıktan sonra toparlamak yeni bir düzen kurmama, yeni fikirler ortaya atmama yardımcı olmuştur hep. Yavaş yavaş yürümeye başladım. Ne kıymetli hazineymiş arkadaş! Kuzguncuk Parkının karşısındaki sokaktan yukarıya yavaş adımlarla çıkarken aklımda türlü kıy(a)met senaryoları vardı. Belki de birlikte kaçarız. O ve ben.
Yıllardır o kadar yakınlaşmıştık ki, düşüncelerimiz, tavırlarımız, olaylara bakış açımız neredeyse birdi. Hiçbir şey anlatmasam ve hadi gidelim desem sorgusuz sualsiz gelmez misin benimle? Say ki, ikimiz bir öykünün iki karakteriyiz. Yazarımız bizi yazıp bir editöre gönderiyor ve editör de ikimizin adını birbirine karıştırıp “Mevlüde Hanım, kıymetliyle ne yapacak? Öykünün temel düğümü bu. Buna daha heyecan verici bir cevap bulmalısın,” diyor. Yazar ne yaparsa yapsın Abidem; biz kıymetliyi, bütün hazineleri, her şeyi geride bırakıp gitsek ya! İkimiz bir olsak, Editörün dediği gibi Mevlüde olsak ya Abidem!
Evin köşesindeyim şimdi. Sokakta çocuklar kartopu oynuyorlar ve az aşağıda bir kadın başka bir kadına, pencereden pencereye yemek tarifi veriyor. Aklımı öyle bir dağıtmıştım ki artık toparlamak da imkansız sanki. Hazine umurumda değil; ailem dediğim o yüzsüz, elsiz, ayaksız, sadece sesi olan insanlar da. Şimdi zili çalıyorum ve Abide kapıyı açar açmaz elinden tutup kendime çekiyorum. Haydi diyorum gidiyoruz, bizim zerre değerimiz olmadığı şu dünyayı geride bırakarak. Ama zil çalmıyor. Bir daha basıyorum ama ses yok. Kapıyı yumruklamaya başlıyorum. Yoksa benim halimi sezip başkasına da mı bu görevi verdiler! Lan yoksa!
Abide:
Kapının vurulduğunu duydum. Zil bozuktu ve yaptıramamıştım. Kıymetli’yle ne yapacağım, bu işin sonu nereye varacak düşüncesi son günlerde beni iyice dalgın biri yapmıştı. Belki de yüz yıllardır yaptığı gibi orada öyle sessiz sedasız uyuması en iyisiydi. Belki bir gün gerçek sahibi de gelir.
Pencereden baktım, gelen Mevlüt. Hala ısrarla kapıya vuruyor. Son zamanlarda, yıllardır süren yakınlaşmamız sanki farklı bir boyuta geçiyor. Sanki seviyorum ben bu adamı ve o da beni seviyor. Belki artık topraktı, tarihi eserdi, hazineydi filan bir kenara bırakmalıyım. Neyse şimdi bunları düşünmenin sırası değil, adam kapıda tarihi bir ağaç oldu. Hızlıca kapıya yönelip açtım. Yüzünde hayli endişeli bir sitem vardı, halbuki kendisi de geç kalmıştı randevumuza.
- Neredesiniz Abide Hanım?!
Artık ne hazineler ne de başka bir şey, yüzündeki ifadeden beni sevdiğini okuyabildiğim bir adam var karşımda. Sahte bir kızgınlık oturtuyorum yüzüme:
- Ben buradayım Sayın Okur siz neredesiniz acaba?