Apaçık
Gökseldi, göğe gitti; bense topraktandım, toprakta kaldım. Fakat benim ne derece yaralandığımı hiç görmediler. Gözyaşlarımın bu toprağı çamura dönüştürdüğünü görmediler. Çünkü ben yoktum ki. Ben bir kaybın yerine geçip onu telafi edememiş olandım. Akılları ondaydı. Apaçık. Bana baktıklarında ona benzeyen yüzümü gördüler. Apaçık. Derimin altı ona hiç benzemiyordu oysa ki. Apaçık.
Ölen ağabeyimin yerine doğmuşum. Onun ismini okumuşlar kulağıma. Hayatımın yanlışlar mesnevisini başlatan, içime doğru acıyla kafiyelenen hikayemin, o ilk domino taşının devrildiği yer tam da burası. En başı. Ortası olsaydı her şey bu kadar yanlış gitmeyebilirdi, düzeltilebilirdi belki. Ama başlangıç alınımın kara yazısı. Yıkasan da çıkmayan leke. Bulutlar kararınca yağmur yağardı. Olgunlaşan elma çürümeye dururdu. İlmek kaçtıysa kazak sökülürdü. Kararıp yağdım, olgunlaşmadan çürüdüm, ilmeklerim tek tek söküldü. Ben Murat. Murat bulamadan vakti tükettim. Yanlış ata binip yanlış yollara düştüm. Atlardan da yollardan da yoruldum. Gök dersen ırak, yer dersen katı. Öylece pencere önünde kalakaldım. İşaretleri görmezden gelemeyecek yaştayım. Bahçenin avuç içi kadar yerinde erik ağacı var. Baharda dalları yeşermiyor artık. Bazı sarmaşıklar temelli kurudu gitti. Şimdi ne yapıyordur? Boş kalan ellerine bakıyor mudur benim gibi? Ağabeyim de olsa başka birinin yokluğunu doldurmak için vardım ben. Dünyaya kim birinin yerine geçmek için gelmek ister ki?
Varlığım sadece onu gösteren, hatırlatan bir işaret, iz, gölge idi. Bir şeyin aslı değil. Onun taklidi, yansıması. Onu neden bu kadar sevdiler? Hepi topu dört yıl yaşamış bir çocuk gönüllerini nasıl böyle fethetti? Kaf dağına mı eriştiler onunla? Cennetten mi kovuldular onu kaybettiklerinde? Ermiş, insan üstü ruhlardan mıydı ağabeyim? Oğuz Kağan mıydı anamın sütünü bir içince bir daha içmeyen? Beşiğinde konuşan Hazreti İsa mıydı ya? Ondan görünmeyen bir ışık, bir aura mı yayılıyordu çevresine herkesi tesiri altına alan? Ağabeyim belki sandıkları gibiydi. Gökseldi, göğe gitti; bense topraktandım, toprakta kaldım. Fakat benim ne derece yaralandığımı hiç görmediler. Gözyaşlarımın bu toprağı çamura dönüştürdüğünü görmediler. Çünkü ben yoktum ki. Ben bir kaybın yerine geçip onu telafi edememiş olandım. Akılları ondaydı. Apaçık. Bana baktıklarında ona benzeyen yüzümü gördüler. Apaçık. Derimin altı ona hiç benzemiyordu oysa ki. Apaçık.
Yalnızca ağabeyimin ismini almadım. Odasını, yatağını, giysilerini... Ne var ki benim hamurumu başka türlü yoğurmuştu Yaradan. Ben onlara ulvî, ermiş, bilge, kutlu ruhlardan gelmedim elbette. Her normal bebek, çocuk gibi olmalıydım ki ağabeyimin bebekliğinden gözleri derin bir hüzünle ama kaybedilmiş bir mucizeyi anlatır gibi bahseden annem sıra bana geldiğinde üstünden şöyle bir geçiverirdi hikayemin. Oysa bilirsiniz, insanın en sevdiği hikaye kendi hikayesinin bu faslıdır. Hatırlayamadığı bebeklik, çocukluk dönemi. Kendini bir yabancıdan söz ediliyormuş gibi müthiş bir merakla, hazla, heyecanla hep ilk kez duyuyormuşçasına dinler. Ya, öyle miymişim? Kendisine olan merakı insanın en hak edilmiş duygularından biri değil midir? Dağlarda açan ters lalelerin belgeselini izledim dün gece. Daha bir yumrulaştı boğazımda bir şeyler. Eskiler içim ölmüş de dışım bilmiyor öldüğünü içimin, dermiş. Belki ben söyledim bunu. Bilmiyorum.
Eskidim, eskidiğimi biliyorum; içimin öldüğünü de. Biri olsun yoktu ki içlerinde boynu aşağı düşmemiş olsun, toprağa değil de göğe bakadursun. Öyle. Annem, pek sık ölen ağabeyimden bahsederdi bana. Benden dört yaş büyük olan ağabeyim, öyle sebepsiz, durup dururken ölü bulunmuş yatağında. Ben ölümle ilk kez yolda bir güvercin ölüsünü görünce karşılaşmıştım. Ürpermiştim. Geceleyin kopkoyu bir ormanda kaldığımı hayal etmek gibiydi. Niye geldiyse aklıma. Ağabeyim böyle şeyler hayal etmezdi kesin. Ölümü görse üzerine yürürdü. Yaşasaydı kim bilir nasıl biri olacaktı? Bense duygulu biriydim. Bilge değildim, olağanüstü alâmetler taşımıyordum. Bebekliğim, çocukluğum zır zır ağlamakla geçmiş. Annem ağabeyimi anlatırken sormuştum dayanamayıp. Anne ben nasıldım? Sen çok ağlardın evladım. Hiç susmazdın. Elini yanağıma şefkatle dokundurmuştu. Daha eli yanağımdayken söylemişti. Ağabeyin başkaydı. Ruhum bir anda bulanmaya başlamıştı. Yanağımdaki el çoktan inmişti. Ağabeyim asla aşılamazdı.
Yaşasaydı hep hayır dua alan bir evlat olacaktı. Bense annemi babamı benden çaldığı için hem kızgın hem kırgın yaşadım ağabeyime. Gölgesi hep üzerimdeydi. Ruhuma sinen bir marazdı. Ondan kurtulamayacağımı biliyordum. Adım onun değil miydi? Onun ayakkabılarını giymedim mi? Kızıyorum kendime. Sanmayın ki bir ölüyü kıskandığım için azarlamıyorum, didiklemiyorum kendimi. O benim aynı zamanda derdimi yandığım, halimden şikayet ettiğim ağabeyimdi çünkü. Beni anlayandı hayallerimde, rüyalarımda, dalgınlıklarımda. O gerçekten bilge biriydi. Bunu ben bile onu hiç görmediğim hâlde sezmiştim. Hareketlerimi izliyor, aklımdan geçenlere karışıyor, bazen ne yapmam gerektiğini fısıldıyordu. Sahiden onun fısıltılarına kulak verdiğim zaman babamın, arkadaşlarımın gözüne giriyordum. Onun mükemmel varoluşu bana kendimi bildim bileli suçlu hissettirse de gerçekten farklı olduğunu; zamanı, mekânı aşabilen özel ruhlardan biri olduğunu ben de annem kadar biliyordum.
Yine de onu affedemiyordum. Hayatımın yıkılan ikinci domino taşı yanlış okula gitmem oldu. Bu faslı uzun etmeyeceğim. Annem babam beni hep dev aynasında gördüler. Ağabeyime hiç benzemeyişimi anlamadılar. O kırık, çatlamış aynaya bakmayı bile bile istemediler. Bile isteye kendilerini evcilik oyunundaki sahiciliğe kaptırdılar. Perdeyi kaldırıp da kendi adını dahi kendine sesli söyleyemen bu çocuğa bakmadılar. Derslerimden çok zeki bir çocuk olmadığım, sınıf öğretmenimden içe kapanık olduğumu anladıklarında liseyi bitirsin hele, dediler. Aslında ailem beni yüzüme karşı hiçbir zaman incitmedi. Haklarını yiyemem. Ağabeyim öldüğünden üzerime titrediler. Ama serin serin akan suların insana apayrı bir dokunuşu vardır. Ben perdelerin arkasında gizleneni hissediyordum. Zarfların içinde ne var tahmin edebiliyordum. Beni incitmeyişleri beni zayıf bellediklerindendi. Ya da tüm bunlar bir zandı ve ben kendime av oluyordum. Ama kime insanın içindeki o karanlık fısıldamaz ki? Özel hocalarla, zorun zoruyla tıbbı kazandım ama okuyamadım. Bırakmak zorunda kaldım, ite kaka bankacı oldum.
Babam rahmetli, göremedi bankacı olduğumu. Küçük lokantımızı da satmak zorunda kaldık böylece. Hayatımın yıkılan domino taşlarından üçüncüsü ise yanlış kadını sevmem oldu. Yanlış bazen doğrunun elbiselerini giyer, gizlenirdi. Perihan’la doğruymuş gibi geldiğinden evlendim. Perihan’ın saçları öyle güzeldi ki onları öremezsem içime dert olacaktı. İçime dert olan büyüyüp dağ olacaktı. Büyüyüp dağ olan beni ezip geçecekti. Perihan benim saçlarımı okşasın istedim. Benim kaba tenime, onun narin elleri değsin istedim. Yorganın altında soluğum soluğuna aksın istedim. Benim kederli gözlerime onun kehribar gözleri şifa olsun istedim. Çok mu şey istedim? Çok istedim. Ona Peri’m dedim. Peri’m beni severse o zaman var olacaktım. Bir adım olacaktı anlıyor musunuz? Kendi adım. Üzerini örttüğüm yaralar çürümelerini durdurup anca böyle iyileşecekti. Belki abartılı buluyorsunuz, biliyorum. Ama insan annesinin babasının gözünde adam olmayınca bir daha adam olacağına zor ikna olur.
Bir kadın. Ancak bir kadın sevgisi onu yeniden ikna edebilir. Bir adamı bir kadın severse dünyayı bile karşısına alır bir adam. Annemi karşıma henüz Peri beni sever mi, sevmez mi bilmeden aldım. Peri’nin etekleri rüzgârda savrulurdu, bilirdim. Bir gülüşü vardı ki herkesin içini gıcıklardı, bilirdim. Mahalleden birkaç kişiyle Manolya Park’ta oturduğunu da, Hayri abinin pastanesinde bazen akşamı ettiğini de bilirdim. Bilirdim pişti, tavla oynarken Perihan’dan bahsederdi o dümbelekler. Her şeyi bilirdim. Perihan da bilir ya benim her şeyi bildiğimi. Başka şeyleri de bilirdi o. Onu görünce kızaran yüzümden, ayak ucuma eğilen bakışlarımdan bilirdi. O yüzden öyle bir kahkaha atardı ki. Hem aklımı başımdan alan hem beni mahcup bırakan. O da bilir ya aramızdaki olmazlığı, başını bir cilveyle omzunun üzerinden sana bakmam ben der gibi çevirip salınıp giderdi. Manavda ilk kez göz göze gelmiştik. Dip dibe, burun burunaydık. Kalbimin atışını duyacaktı neredeyse. Elim dolaşmıştı, dilim sürçmüştü.
İlk kez bu kadar yakından. Yine gülmüştü de alaylı alaylı ama bu defa alayına hüzün karışmıştı. İşte ben o hüznü fark edince, var bir şey onda da, dedim. O cesaretle, o gözlerin afsunuyla anneme, ben Perihan’dan hoşlanıyorum anne, dedim. Kıyametler kopmadı ama annem bana öyle buruk baktı ki yetti. O bakışlarda benim onun için en başından beri hayal kırıklığı olduğumu okudum bir kez daha. Özenle koruduğu vazo en sonunda yaramaz bir çocuk tarafından tuzla buz olmuştu. Perihan’la evlendim. Onu annemle yaşadığımız evimize getirdim. Ağabeyim de zamanla daha az anılır olmuştu ama mevlitleri hiç atlanmaz, komşular çağrılır, Yasin’i okutulurdu. Annem o karanlık diyarlarda ağabeyimin onun kurtarıcısı olacağına inanıyordu bence. Elbette o kara toprağın altına girer girmez, hemen yanı başında kim bilir sekizinde, on sekizinde bir oğlan olarak, ayın on dördü gibi parlayan yüzüyle belirecek, annemin ihtiyar buruşuk elinden tutup ona; korkma, ben buradayım, diyecekti.
Günahtan çok korkan annem o bilinmezler aleminde, bilinen alemde işlediği zerre kadar suçların dahi hesabını vereceği korkusuyla tir tir titremeyecekti. Velev ki cehenneme atılacak olsa ağabeyim öyle feryat figan edecekti ki asla annesinin o ateş ülkesine gitmesine izin vermeyecekti. Hazreti Allah bu masum, ay yüzlü yavrunun figanına sessiz kalmayacak, dileğini yerine getirecekti. Mevlitlerde yüzündeki bu rahatlığı okurdum. Benim ona hiçbir faydam dokunamayacağını düşündükçe yüzüm kararır, kendimi işe yaramaz hisseder, ağabeyimin o bilinmez diyarlardan dahi dünyamıza karışmasına içerlenip, sinirlenirdim yine. Ama yanımda artık Peri vardı. Adam olmuştum, adamıydım Peri’nin. Apaçık. Koluma giriyordu, yatağıma giriyordu, ellerimden poşetleri alıp mutfağa geçiyordu, annemin gönlünü ediyordu. Apaçık! Ağabeyimi annem onu hatırlatmasa unutup gidecektim neredeyse. Yemekten sonra kahvelerimizi de içiyorduk. Annemin yüzündeki memnuniyet içimde ılık rüzgârlar estiriyordu. Perihan sıcak ekmek gibi gelmişti evimize.
Yemyeşil sesi duvarları neşelendirmişti. Her şey güzel gidiyordu ki çocuğumuz olmadığını fark ettik üç yılın sonunda. Peri’yle çocuk için yollara düştük. Gitmediğimiz doktor kalmadı. Sorun Peri’deymış. Bir üç yılı da derdimize deva arayarak geçirdik. Sonunda yorulup pes ettik. Bir gece ellerini tuttum. Olsun dedim, ne var ki olmasa çocuk! Ellerini hışımla çekti. Kötü mü dedim? Anlamadan incittim herhâlde. Hafife aldım duygusunu. Ağırdı elbette hiç anne olamayacak olması. Hiç meyveye duramayacaktı dalları. Ama Peri’yi seviyordum. Baba olmasam da olurdu ama Peri’siz olamazdım. Bencillik mi? Hayatım düzelir gibi olmuştu. Kendime ettiğim haksızlıklar sanki son bulmuştu onunla. Geçer sandım durgunluğu, geçmedi. Her şey kötüye gitmeye böyle başladı. Peri sanki bir evcilik oyunundaymış da artık evli kadın rolünden sıkılmıştı. Evlenmeden önceki yaşantısını özlemiş olmalıydı ki aylarca pencereden durup izlediği mahalleyi, öteleri, en sonunda eteğini dalgalandıra dalgalandıra gezmeye başladı.
Bir üç yıl da böyle geçti. Annem huysuzlandı her geçen gün. En sonunda yüzümü yere düşürdün oğul, dedi. Apaçık. Konu komşuya gidemez oldum, dedi. Son gittiği Hatice teyzelerde Perihan için imalı imalı laflar etmişler de kalkıp gelmiş sinirinden. Ne diyorsun anne, dedim. Meşrebinde yok muydu, dedi mosmor bir sesle. Annem ilk kez bu kadar açık konuştu. Apaçık! Ben konuşmak istedim Peri’yle ama nasıl konuşulur ki! Perihan çok geziyorsun, gezme, dedim. Kızınca ona Peri demezdim. Gezmeme karışamazsın, dedi. Perihan bak, beraber gezeriz, dedim. Tüm hafta boyunca annenle oturayım da içim mi şişsin, dedi. Eskiden otururdun, dedim. O eskidendi, dedi. Çarşafını hışımla çekip sırtını döndü, yattı. Uzatmayayım. Beni terk edip gidince dünya başıma yıkıldı. Hayatımın yıkılan domino taşlarından dördüncüsü Perihan’ın beni terk etmesi oldu.
Annem ben sana ondan sana yar olmaz yavrum dememiş miydim, dedi. Apaçık. Mahalleli bir ay boyunca bizi konuşup durdu. Ben Perihan döner diye bekledim, dönmedi. Çamaşırları balkona astım. Dönmedi. Rüzgârlar esti, kurudu, topladım. Dönmedi. Yemeğin buğusu camları kapladı. Dönmedi. Annem iyice yürüyemez oldu artık. Koluna girip abdestine götürdüm. Dönmedi. Annemin vefatından beş ay sonra duydum. Tam üç kez daha evlenmiş. Anladım ki ille de çocuk ister. Çöl olan rahmini ille de vahaya dönüştürmek ister. Karşı binada rüzgârda dalgalanan çamaşırlara bakarken kendi kendime mırıldandım sapsarı bir sesle: Ben Murat, murat bulamadan bir ömrü tükettim. Apaçık.