Ansızın Hayat, Necip Tosun

Necip Tosun
Necip Tosun

Tosun, öykünün çerçeveli, sağlam yapısıyla oynamaz. Öykünün yapısına radikal dokunuşlar yapmaz. Yazıda bir de kehanetim var: Necip Tosun’u o zamanlar bu kadar yakından tanımazken ve yazıp ettiklerini neredeyse hiç bilmezken, onun yeni kitabı için uzun süre beklememiz gerektiğini söylemişim! Nitekim 2005, 2014… Üçüncü kitabı dokuz sene beklemişiz.

ABDULLAH HARMANCI:

Necip Tosun’un Ansızın Hayat adlı öykü kitabını okuyunca, ister istemez ikinci öykü kitabı (2005, Otuz Üçüncü Peron) hakkında yazdığım yazıya (Dergâh 209; Temmuz 2007) açıp bir bakma ihtiyacı duydum. Yazıda dile getirdiğim belirlemeleri sadece başlıklar halinde zikredeyim: Necip Tosun, yolculuk izleğini ön plana alıyor, öyküleri saran hüzün, yalnızlık, yenilmişlik hallerinin toplumsal temelleri var. Bunaltıcı bir melankoliye bulamıyor okuru. Duygusallığı(nı) okurun üzerine boca etmiyor. Hep temkinli bir mesafelilik hali hâkim üslubuna. “Büyülü gerçekçilik” diyebileceğimiz bir anlatım biçimi (yazıda gerçeküstücülük demişim) kitaptaki gerçekçi öykülerin yanı sıra çeşitli öykülerin anlatım biçimi olarak benimsenmiş.

Ansızın Hayat, Necip Tosun, Hece Yayınları
Ansızın Hayat, Necip Tosun, Hece Yayınları

Ülkemizin geçmişindeki toplumsal, siyasal olaylara atıflar var. Atıflardan öte, bu olaylar üzerine temellendirilen öyküler var. Tosun, öykünün çerçeveli, sağlam yapısıyla oynamaz. Öykünün yapısına radikal dokunuşlar yapmaz. Yazıda bir de kehanetim var: Necip Tosun’u o zamanlar bu kadar yakından tanımazken ve yazıp ettiklerini neredeyse hiç bilmezken, onun yeni kitabı için uzun süre beklememiz gerektiğini söylemişim! Nitekim 2005, 2014… Üçüncü kitabı dokuz sene beklemişiz. Ancak dördüncü kitabı için fazla beklemeyeceğimizi sanıyorum. Bu kehanet değil.

Gelelim Ansızın Hayat’a. Kitabın adından başlayarak neredeyse bütün öyküleri saran bir yakalanmışlık, kıstırılmışlık, “o iş benim bildiğim gibi değilmiş”lik, “bunca sene doğru bildiklerim acaba yanlış mıymış?”lık, sorgulamacılık, muhasebe etme hali söz konusu. Tam bir dönüm noktasında kıskıvrak yakalanan kahramanlar, öykünün başından sonuna kadar ıstırap verici bir ânın içinde çaresizce kalakalırlar. Kapana sıkışmış bir fare benzetmesi ne kadar hoyratça da olsa, öykü kahramanlarımızın genel hali pürmelalini betimler. “Kendisi için bir ömür verilen şey acaba kendisi için bir ömür verilmeye değer miydi? Hayatımı boşa mı yaşadım? Başka türlü mü yaşamalıydım?” Hayatını kitaplarına vermiş bir adam, bütün kitaplarını satıp hayatın içine karışmak amacıyla yollara düşer. Kitabın adından başlayarak yazarın bu sorunları konumlandırma biçimi, onun oy’unu neye verdiğini de açık eder. Bir tereddüt hali yerine, daha çok bir ye’s hali hâkimdir öykülerdeki kişilerde.

Gene bir mukayese yapmak zorundayım: Benim öykülerimde daha çok doğrunun ne olduğunu merak edip onun tereddüdünü yaşayan kahramanlar ağırlıktadır. Bu kitapta ise genellikle “yanlış” ve “doğru”nun ne olduğu konusunda bir sonuca ulaşılmış gibidir. Ye’sin sebebi budur zaten. Tosun’un duygusallaşma noktasında temkinli ve mesafeli oluşu bu noktada ortaya çıkar. Tosun, öyküleri saran duygusallığı bir set arkasında korumakta, duygularını bizlere fazlasıyla hissettirmek istememekte gibidir.

Bu kitapla ilgili olarak kaydetmemiz gereken bir not da, yazarın ikinci kitabında sayıları çok olan büyülü gerçekçi metinlerin, bu dosyada çok çok azalmış olduğu gerçeğidir. Yazar ikinci kitabındaki gerçeküstü kırılmaları büyük oranda terk etmiştir. Bunun sebebi nedir? Sanatkâr, yaşı ilerledikçe sade ve hayattan olana yaklaşırken, süslü ve hayali olandan uzaklaşır. Hakikatin kendisi, hikayesi kadar albenili, büyüleyici değildir. Yaş ilerledikçe kişi hakikate yaklaşır ve efsanesinden uzaklaşır. Tosun’un da, 1983’ten beri öykü yayımlayan bir usta olarak, sanatını daha hakiki ve hayattan olana doğru yasladığına hükmedebiliriz. Nitekim bu dosyada büyülü gerçekçilik örneği olarak, olsa olsa “Karanlıkta Bir Nokta” öyküsünün finalinde yağan siyah renkli karlar gösterilebilir. Bunlar ölüm ânının birtakım vizyonlarıysa, o zaman, bu sahne bile büyülü gerçekçi bir sahne olarak düşünülemez.

Üç kitabında toplam 40 öykü (14+13+13) yayımlayan Necip Tosun’un, bütün öykülerinde, bir “kesit öyküsü” yazdığını, “kısa öykü” olarak bilinen türün sınırlarını çok fazla zorlamadığını, içimizde şüphe yaratacak, bu da öykü mü şimdi, dedirtecek bir eleştiriye mahal verecek deneyselliklerden uzakta durduğunu belirtelim. Ve yineleyelim: Duygusallığın dozajını hep bir noktada tutma ve okurla mümkün olduğunca mesafeli, resmi ilişkiler kurma gibi özellikler, Tosun öykücülüğünden bahsedildiğinde aklıma gelen ilk özellikler…

İSMAİL ÖZEN:

Ansızın Hayat, “Sözcükler” öyküsüyle başlıyor. Hem “Ansızın Hayat” adı hem de ilk öykünün iskeletini oluşturan “boşluk”, “beklemek”, “hapishane”, “özgürlük”, “kaçmak”, “kopya”, “iç sıkıntısı” sözcükleri kitaptaki neredeyse tüm öykülerin ipuçlarını, ana izleklerini oluşturuyor diyebiliriz. Kitaptaki öykü kişilerinin neredeyse tamamı kaçamadıkları, hapishane gibi algıladıkları, kendilerini sıkan, boğan gerçekliğin içinde bir şeyleri bekliyorlar; sürekli bir boşluğun içindeler, yaşamıyorlar ya da yaşayamadıkları için düşlüyorlar veya kopya ediyorlar. Anlatıcı da yaşayamadığı için yazmayı seçmiştir. “Genç Ölmek” öyküsünde Nihat’la ilgili olarak “O hikayeyi anlatmaz yaşardı.” dedikten sonra “Ama dünyanın düzeni böyle kurulmuş, hikayeyi yaşayan başka, anlatan başka.” diyor anlatıcı.

Hayat da ansızın yazarın karşısına çıkıvermiş ve yazar çocukluğundan itibaren bu hayatı hep ıskalamıştır. Bu anlamda tüm öykülerde kendini tekrar eden, yazarın öykü evreni, öykü birikimi ve hayatın gerçekliğiyle inşa edilmiş plastik bir yapı var. Daha doğru bir ifadeyle hayatın gerçekliği, öyküyü ve edebiyatı teorik olarak çok iyi bilen yazarın anlam dünyasından filtrelenerek güçlü bir plastik yapıya dönüşmüştür. Bu “plastik yapı” ifadesini bilinen çağrışımlarından daha çok, yazarın yazdığı öykülere kılcallarına kadar hakim olması ve adeta “öykü yapması”, öykü inşa etmesi anlamında kullanıyorum. Dahası benzer bir plastik yapıyı eserin dilinde de gözlemlemek mümkün ki buna daha sonra değineceğim.

Biraz önce tüm öykülerde “Sözcükler”deki kelimelerin -veya benzerlerinin- tekrar edildiğini söylemiştim. Bütün öykülerde camlar kirli, tozlu; bütün metaller gıcırtılı, küflü; aynalar kırık, puslu; duvarlar sağır, kasvetli, lekeli, rutubetli, sıvaları kabarmış; hava ağır, loş, puslu, sisli, bungun, küf kokulu; görüntüler, sesler, kokular soluk, renksiz kasvetli; sular bulanık; bulutlar kara; insanlar yalnız, yorgun, bitkin, umutsuz, kırık, yaralı, tutunamamış; bütün bakışlar donuk, uykulu sönük, solgun ve bütün yüzler aynı; diller yaşadıklarını ifade edebilmekten yoksun, kelimeler tükenmiş; eller önde kelepçeli, mahzun, dilsiz; kasaba insanların yitip gittiği, umutları öldüren, yarınsız, çıkışsız ve boğucu; geçmiş kederli, kahırlı ve yıkımlarla dolu; çocukluk kapanmayan yaraların açıldığı bir zaman dilimi; gelecek yok; kar bile kara; hayat hep başladığı yere dönüyor; günler hep birbirinin tekrarı ve gidilecek, sığınılacak bir yer de yok. Sadece rüyalar hayat verici ve onarıcı. Tamamını eserden alıntıladığım bu betimlemeler bütün öykülerde defalarca tekrar edilmiş. Dolayısıyla bütün varoluş yazarın amaçladığı anlam doğrultusunda plastik bir yapı olarak inşa edilmiş.

Edebiyatımızda zaman zaman yazılıp çizilen solun kasaba algısını Ansızın Hayat’ta da görüyoruz: “Çünkü benim çocukluğum o kasabada Kızılırmak’ın bulanık sularında sürüklene sürüklene yok oldu. Bu yüzden çocukluğuma kıyan bu kasabayı hiç sevmedim. Çünkü her köşesinde bir yitiğim vardı, bir çıkışsızlığım, kanayan yaralarım. Orada hiç dokunmadan buruşurdu hayat, daha eve gelirken bir bir kapanırdı hayatın penceresi. Hep büyüklere göre çizilen bu dünyada nefes alamazdık.” (Sayfa 37) Fakat ben bu algının biraz da 80 darbesini yaşamış 78 kuşağına özgü olduğunu düşünüyorum. “Genç Ölmek” ve “Bahçeler ve Duvarlar” öykülerinde doğrudan bu kuşağın yaşamından kesitler var fakat ben bütün öykülerde bu kuşağın algısının olduğunu düşünüyorum.

Çocukluğunu ve gençliğini yaşayamamış olmak, gelecekten umutsuzluk, belirsizlik, hayal kırıklığı, vefasızlıktan mülhem güvensizlik hissi ve daha pek çok anlamda Necip Tosun tam anlamıyla kendi kuşağının öyküsünü yazıyor diyebilirim. Öyküler dikkatle okunduğunda bu yoğun karamsarlığın içte bulunan bir nihilizm olmadığı, daha çok insanların kendilerini ve hayatlarını değiştirmeye yönelik bir çabalarının olmamasından, yani kendi “zulüm”lerinden kaynaklandığı hissediliyor. Kitabın en kasvetli öykülerinden biri olan “Taşra Fragmanları”nın bir yerinde şöyle deniyor: “Hiçbir provada kavrayamadı hayatı. Hiç içine bakmadı eğilip, hiç ama hiç.” (Sayfa 19)

Aynı yazarın elinden çıktığını belli eden üslup dışında eserdeki on üç öyküde dil aynı kullanılmamış. Bazı öykülerde cümleler daha kısa ve net. Bazı öyküler ise daha uzun cümlelerle yazılmış. Bu öykülerde sıfatlar, edatlar, zarflar ve cümleleri birbirine farklı anlam ilintileriyle bağlayan cümle başı bağlaçları yoğun bir biçimde kullanılmış. Özellikle bu öykülerde biraz önce sözünü ettiğim plastik yapı daha belirgin. Kitabın ilk öyküsü “Sözcükler” sade dil tasarrufuna, “Mürekkep Lekesi” ise uzun cümleli dil yapısına örnek verilebilir. Aslında genel olarak bütün öykülerde her iki dil yapısına örnek olabilecek bölümler olmasına rağmen birçok öykünün bu iki tip dil kullanımından birine örnek teşkil etmesi bunun bilinçli bir tercih olduğunu düşündürtüyor. “Mürekkep Lekesi” adlı öyküde neredeyse her üç cümlenin ikisinde “ama, oysa, sadece (bir tek), sanki, gibi, çünkü (zira), bu yüzden, şimdi, bazen (zaman zaman, arada bir), hâlâ, o vakit (o zaman), ne… ne…, böylece, aslında, acaba, artık vb. sözcükler kullanılmış. “Sözcükler”de ise bu kelimeler belirgin bir üslup özelliği olarak tekrar edilmemiş.

“Mürekkep Lekesi”nden öykü boyunca tekrarlanan kelimelerle ilgili kısa bir kesit aktararak yazımı noktalayayım: “Hayatındaki üzüntülü haberlerin tümünü sanki bir gazete haberi okuyormuş, televizyondan duyuyormuş gibi, dışarıdan, onunla ilgisiz bir şeymiş gibi dinlerdi. Çünkü yaşanacak tüm acıları daha küçücük yaşlarda yaşamıştı. Bundan sonra hiçbir şeyi içine alamazdı. Bu yüzden karısının hastalığını bile görmezden gelmişti. Bir gölge nasıl ölebilirdi. Oysa sessizce yanından çekip gitmişti. Etrafta çember, oyuncak, sarıldığı her şey kırılınca, insanın kendisi ortaya çıkıyordu. Karısı şimdi ona kendisini sunuyordu, boy aynasında yeniden kendini hatırlatıyordu. O da kendisiyle yüzleşiyor, bütün bunların hesabını mektupta veriyordu. Herkes susmuş, geçmiş, yaşananlar sise batmış, ama karısıyla aralarında yeni bir yol açılmıştı.”

HALE SERT:

“Fark, yeryüzünün bence en büyük dersidir,” diyor, Sema Kaygusuz bir söyleşinde. Ansızın Hayat’ta tüm öykülerde kendini hissettiren ortak temalardan en belirgini, fark’ı yakalayamamış, kendiliğini, fıtratını ortaya çıkarmak için büyük çabalar göster(e)memiş bireylerin sancısı diyebilirim. Karakterlerin hayalleri ve umutları kasabanın, köyün, bir devlet dairesinin sınırlarında yeşeremez. İnanç, gelenek ve öğretiler de fark’ı ortaya koyamamanın nedenlerindendir.

“Genç Ölmek”, bu temayı ayan beyan okuyabileceğimiz bir öykü. Kendi olabilen, kasaba şartlarında bir film kahramanı gibi yaşayabilen Nihat’a gıptayla bakan karakterin iç sıkıntısı Nihat’ın hayattan hızlıca aldığı, çevresindekilere hızlıca verdiği derslerden hiçbir zaman mezun olamamışlığından kaynaklanır. Bir başka öyküdeki, “Bir köşede sabit bekleyenler değil, kaybolmuşlar, kaybolmayı göze alanlar bulur hayatın tüm yitiğini.” cümlesi de aynı izleği taşır. Kasaba ve taşra, insanı çocukluğundan itibaren amansızca kuşatır, bütün farklar zaman içerisinde silinir, herkes aynılaşır, “Biri bir rüyada ceylan görse, diğerleri telaşla uyanır uykudan” ve taşrada “Aynı kadına âşık olunur”.

Öykülerde sürekli başa ve çocukluğa dönülür. Kader bir bütündür ve çocuklukta yarım kalmış sayfalar yeniden dönüp tamamlanır. “Çocukluğumu burada bırakmışsam ben bunca yıldır kimi büyümüşüm diyeceksiniz, kimi?” sorusu “Süt Kokusu”ndan diğer öykülere taşar. Çoğu zaman bungun, sıradan, keyifsiz anılan çocukluğun “Bahçeler ve Duvarlar”da gelincik tarlaları, çiğdemler ve kelebeklerle bezeli bir sığınağa dönüştüğü de olur.

“Karanlıkta Bir Nokta” ise imgesel anlatımın yoğunluğuyla diğerlerinden ayrılır. Kar ve kar-anlık kelimesi arasında kurulan soyut bağ ilgi çekicidir. Karın siyah yağması, kar’a ve karanlığa teslimiyet, bu ikiliden doğan bulutsu izleğin her şeyi silikleştirmesi güçlü bir atmosfer içerisinde aktarılır. Hayat arada bir çıkılan, belirli belirsiz ışıkların, yeşil ağaçların göründüğü, sonra tekrar havanın kapandığı bir karanlık tüneldir. Ölmek, yaşlı bir kadının hayattan el etek çekerken karla ve karanlıkla dansı gibi sunulur. Öykü biterken yaşlı kadın karanlıkta bir noktaya dönüşür.

Ansızın Hayat’ta, biz ve ben’in sesini duyduğumuz “Bahçeler ve Duvarlar”, yer yer “Telefon” ve “Genç Ölmek”in dışındaki öykülerde “sen”/”siz” ve “o” sesini duyarız anlatıcıdan. “Süt Kokusu”nun büyüsünün karaktere ve okura aynı anda seslenilen ikinci şahıs anlatımdan kaynaklandığını söyleyebiliriz. Bazı öykülerde ise daha çok iç sesi, bilinç akışını duymak isteriz, örneğin “Çünkü her sözcük insanda ayrı bir anlam olarak yankılanır. Ve her insan sadece kendi sözlüğünü tamamlamak için yaşar. Bu yüzden hayat, kendine ait sözlüğü oluşturma serüvenidir” cümlelerinin altını çizdiğim “Sözcükler” öyküsü, “İşte elinde kitap kalakaldın.” diye değil de “İşte elimde kitap kalakaldım.” diye başlasa bu öykünün sorguladığı kelimeleri ve kavramları daha çok içselleştirebilirdim diye düşünmeden edemedim.

Ansızın Hayat’ta kasabanın ve köyün şehre baskınlığı söz konusu. Necip Tosun’un çocukluk ve ilk gençlik yıllarını kapsayan yaşam öyküsünün bununla bir ilgisi olmalı diye düşünüyorum. Tosun, kendisiyle birlikte o dönem ‘80 darbesini yaşamış bir kuşağın hayal kırıklıklarını da sorguluyor öykülerinde. Tanıklık ettiği dönemi, farklı davalara inanmış bireylerin hayatlarını da hikayeleştiriyor, aksi takdirde bu yaşanmışlıkların kaydının düşülmeyeceğini ve yok hükmünde sayılacağını düşünüyor. Tosun bunu yaparken siyasî ya da yargılayıcı bir üslup kullanmıyor, kişilerin kimliklerinden çok an’lara ve o anlardaki duygulara yöneliyor.

Ezcümle, başa dönersek, Ansızın Hayat her ne kadar “fark” yaratamamış bireylerin hikayesini anlatsa da, sesini duyuramayan, döngüsünde yitip giden, feragat edilmiş hayatları yazarak bir yerde onları diğerlerinden farklılaştırıyor.

MEHMET KAHRAMAN:

Ansızın Hayat, adı üstünde birden bire karşı karşıya kaldığımız hayatları anlatır. Usta öykücü Necip Tosun’un kaleminden çıkan bu kitapta, hayatlarının belli bir dönemini dava, ilke, ideal düşünceleriyle kaybetmiş kişilerin yaşamla ansızın karşılaşmaları ele alınır. Kendi olamamış, başkasının çizdiği şekillere göre hareket etmiş bu insanlar, günün birinde sistem tarafından dışarı itilirler. Hayatla o zaman karşılaşırlar. Nasıl yaşayacaklarını, neyle vakit geçireceklerini, dahası ne yapacaklarını bilemez bir halde kalırlar. Kaybedilen yalnız hayat değildir, eş-dost, çocuklar da kaybedilmiştir. Kısacası yapayalnızdırlar. Tutunacak bir dalları da yoktur.

Gerçekte insan, kendinden büyük bir anlam için yaşamak arzusundadır. Bu bir bakıma varoluş gayesidir. Yaratıcı, dava, ilke gibi gerekçeler hayatı yaşanılır kılar ve kendi anlam dünyamızı zenginleştirir. Fakat her zaman aynı bilinç düzeyiyle hareket edilemediğinden, kişisel özellikler, çıkar düşünceleri, egolar, davanın önüne geçer ve farkında olunmadan kişi kendilik özelliklerini kaybetmeye başlar. Eşlerini, çocuklarını ihmal eder, çevrelerinden uzaklaşmaya başlarlar. Necip Tosun bu uzaklaşmayı şu cümlelerle çok iyi özetler: “Tanrı sana bir hayat verdi. Ama sen onu öldürdün, hem de Tanrı için. Onu hep yanlış yorumladın.” İnsan bir düşüncenin müntesibi olduğunda neyin doğru, neyin yanlış olduğunu dahi sorgulamaktan uzaktır. Körü körüne bir inanç geliştirir kendince. Yanlış yaptığına dair küçük bir şüphe bile barındırmaz içinde. İnandığı, kesin doğrudur. Bugün her düşünceden bu şekilde kişiler görebiliriz. Haklarında bir şey söylediğinizde kendilerini ya da görüşlerini militanca savunmaya geçerler.

Bu insanlar, yaşlılık, emeklilik veya bir şekilde sistem dışına itildiklerinde kendilerinin farkına varırlar. Kıyıya vuran balık misali gerçekle karşı karşıya kalırlar. Varoluş sebepleri ortadan kalkmıştır. Var olabildikleri, sayıldıkları, otorite kurdukları durumdan uzak kalınca dışarısının yabancısı olduklarını anlarlar. Çünkü iş/oluş sırasında duyguları alınmış, başka bir kimliğe bürünmüşlerdir. Hemen hepsi de benzer kaderi yaşarlar. Zamanında hikayeleri eksik kalmış, tamamlanamamıştır. Neticede her insan kendi hikayesini bulmak ve onu yaşamak ister. Artık kendi hikayesini dinlemeye başlamasının zamanıdır. Bu zamana kadar yaşadığı hikaye kendisinin değildir, çünkü farkında olunmadan yaşanan hayat onun değildir. İşte bu noktada, karakterler hayatlarının sonlarına doğru gerçekle yüzleşirler. Hayat ansızın karşılarına çıkmış gibidir. Sanki bundan önce öyle bir şey yokmuş da ilk kez karşılaşıyorlarmış gibi bir durum söz konusudur. Nasıl yaşayacaklarını, ne yapacaklarını, sevgilerini nasıl göstereceklerini bilemezler.

Necip Tosun anlatmaya bu noktadan başlar, insanın kendini sorgulamaya başladığı yerden. Hikaye için hayati öneme sahip yer burasıdır. Geçmişe gidilir, gerçekle ve duygularla yüzleşilir. Yanlışlarını o zaman fark eder. Her şeyi sorgulamaya başlar; davayı, değerleri, kaybedilenleri… Ne adına? Değer mi? Elinden hayatın kayıp gitmiş olması bir tarafa; inandığın ve savunduğun değerlerin yalan olduğunu bilmek en acısı. Kandırılmak insana koyar ama hakka/iyiye hizmet ettiğini sanırken kötüye çalıştığını anlamak kolay kabul edilebilecek bir şey değil. Ne yazık ki bunu idrak etmek için de kişinin bulunduğu halden dışarı çıkması gerekiyor; çünkü içindeyken hiçbir şey görünmüyor.

Öykülerin ağır atmosferi yanında Necip Tosun’da umutsuzluk, karamsarlık ve bunalım yoktur. En koyu hüznün içinde bile her zaman bir ümit vardır. Çünkü umudu kaybetmiş insan her şeyini kaybetmiş demektir. Yenilgiyi kabullenir ve yaşamak için çaba göstermez. Ölüm böylesi kişiler için bir kurtuluştur. Bu yüzden Müslüman umutsuz olamaz. Allah da Zümer suresinde, “Ey kendilerinin aleyhinde aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin.” buyurur. Bu ayet doğrultusunda kişiler geç kalmış da olsalar, bulundukların noktadan hayata başlarlar. Dışarı çıkarlar, pencereden bakarlar, birileriyle konuşur, iletişime geçerler. Hayat devam etmektedir. Bu yüzden umut her zaman vardır.

BETÜL OK:

Necip Tosun, üçüncü öykü kitabı olan Ansızın Hayat ile öyküde kendi diline ve sesine aşina olduğumuz bir yazar olarak karşımıza çıkmakta. Daha çok kuram yazıları ile tanınan yazar, Ansızın Hayat kitabında bizlere ruhsuz dünyanın ruhunu göstermeye çalışıyor. Kitap on üç öyküden oluşuyor. Öyküler birbirinden bağımsız gözükse de her birinde nesneler, doğa, insan, hayat temaları görülüyor. “Sözcükler” adlı öykü bütünsel bir anlatıma sahip. Okuyucuyu zorlamıyor, yazar okuyucunun elinden tutuyor. Sözcüklerin hayatın içerisinde kendine has bir dil ve dünya oluşturması, pozitif ve negatif tüm gerçekliklerin bu sözcükler sayesinde insanın hayatını anlamlı kılması anlatılıyor. Yazar iç sıkıntısını anlatırken öykü içerisinde bir “tanım” yapıyor.

Genellikle kitapta, taşra, çocukluk ve hatta yaşanamamış bir çocukluk, sinema, hayaller, kasabadan kurtulma düşüncesi, yaşlı ve çaresiz insanların hayatları, aşk, kadın-erkek ilişkileri, anne sevgisi, düş ve gerçek, ölüm, arayış, buluş ve kaybediş, rastlayış anlatılıyor. Genel olarak, iç sızısı olan insanların, dert sahibi olanların anlatıldığı kitapta abartılmış bir trajedi yahut bir ajitasyon yok. Her şey olması gerektiği gibi. Hayatta karşılaştığımız olaylar ve olaylara verdiğimiz tepkiler kitaptakiler kadar yumuşak değil elbette. Yazar, insanın hayat deryasındaki gelgitlerini çok iyi bir gözlemci olarak yazıya geçiriyor. Üst bir dil oluşturmadan, içeriden bir göz olarak bizi bize anlatıyor. Herhangi bir yapmacıklık yahut teorik, soğuk anlatıda boğulmuyorsunuz. Öyküdeki kişiler genellikle erkek. Yazar, öykülerinde mahrem konulara, hayattaki kötülüklere değinmiyor. Kendi halinde yol alan insanları bizlere tanıtıyor. Belki bu yönüyle bir tamamlanmamışlık taşıyor. Yazarın dilinden, kötü insanı da duymak istiyorsunuz. Kötü insanın hayattaki yerini ve rolünü görmek istiyorsunuz.

Genellikle tanrısal bakış açısının öyküye hakim olması bizleri çok fazla sorgulamaya götürmüyor. Zorlanmadan okunmayı sağlıyor. Bilinç akışı ve iç monolog ile sağlamlaştırılıyor öyküler. İncinmiş ve sessiz kalmış karakterlerle örülü bir yapıya sahip olan kitapta “Süt Kokusu” adlı öykü en beğendiklerim arasında. Bu öyküde tasavvufi bir yön buldum. “Öykü içinde öykü anlatımı” olarak tanımlayabileceğim bir şekilde insanın varoluşu, ana rahmi ile imgesel olarak anlatılıyor. Ana rahmi doğum ve ölümü aynı anda taşır. Ölüm ve yeniden dirilmenin sembolü olan ana rahmi çok çarpıcı bir imge olarak bu öyküyü dikkat çekici kılıyor. Kitapta önemli olan bir diğer konu da öykülerdeki kişilerin genellikle ya çocuk yahut orta yaşlı ya da yaşlı olması. Genç karakterlere pek rastlamıyoruz. Yalnızca “Taşra Fragmanları”nda bir delikanlı tipolojisine rastlıyoruz. Bu öykü, fragmantal bir yapıya sahip.

Yazarın öykülerinde genellikle parçalı bir resim çiziliyor ve sonuna doğru her parça kendi içinde tamamlanarak genel bir bütünselliğe doğru evriliyor. Özelden genele, yahut genelden özele gidişler öyküleri hareketlendiriyor. “Bekleyiş Fragmanları” sinemasal bir anlatım tekniğine sahip. Yazar, anlatım sırasında aynı anda birden fazla yerde görünüyor. Gördüklerini okuyucuya anlatıyor. Bütünsellikle gerçekleştirdiği bu anlatı sırasında ümit ve ümitsizlik arasındaki bağlantılar, sorgulamalar aslında hayatın tam da bu olduğunu bizlere söylüyor. Yazarın anlatım dili ve öykülerde işlenen temalar bizlere hayatı canlı kılan kesitleri sunuyor. Siyasi bir takım göndermeler ve zamanın arenasına uygun sağ-sol hareketlerini, dönemin Türkiyesini anlattığı “Bahçeler ve Duvarlar” adlı öykü çok gerçekçi bir dile sahip. Başlığı sembolik çağrışımlara sebep olan bu öykü, iç sızlatıcı.

“Mürekkep Lekesi”, “Sessiz Konuşmalar”, “Sesler ve Öteki Sesler”deki karakterler ortak özelliklere sahip. “Sessiz Konuşmalar” adlı öykünün içerisinde geçen “dava adamı”, “Sesler ve Öteki Sesler” adlı öyküdeki “kederden yapılma yalnızlık duruşu” ifadeleri anlatılan kişinin gerçeğe işaret eden bir karakter olduğunu düşündürttü bana. Yazar, neredeyse tüm öykülerde, çimlerden, güvercinlerden, serçelerden, ağaçlardan bahsediyor. Doğanın içerisinde hayatla vuruşan, söyleşen, dertleşen insanları anlatıyor. İçerideki dünyaya dikkat kesildiği kadar dışarıdaki dünyayı da duyumsayan, gören ve anlatan yazar, capcanlı bir anlatım yolunu seçiyor. Üzgün ve ümitsiz iken içindeki hareketsiz ve onu yalnız kılan dünyadan, ümide sarıldığı zaman da, dışarıda akıp giden canlı dünyadan bahsediyor. Son olarak söylemek istediğim şudur ki, Necip Tosun öyküsü kendi ritmini bulmuş bir şarkı gibi.