Anlaşırsak ben yokum
Eserlerine hayran olduğun “bir” yazar mutlaka vardır. Hani diğer tüm yazarlardan ayrılan, metinleriyle çok daha derin bir ilişki kurduğun, asla toz konduramadığın o yazar, bildin mi? Hah! Şimdi onu düşünmeni istiyorum. Çünkü bırak tozu, onu çamura bulayacaksın. Evet sen. Bu köşenin tek bir kuralı var: Biricik yazarını alabildiğine eleştirmek. Katiyen övemezsin. O iş bende. Benimle anlaşamazsın. “Anlaşırsak ben yokum.”
Mahmut Sami Yıldız: Márquez mi?! Yürek mi yedin Fatih?
MSY: Peki o hâlde. Kaleminden karnavallar dökülen şen Latinimiz hakkında nereden başlasak ki anlaşamamaya? Yüzyıllık Yalnızlık? Uyar mı sana da?
MFK: Tabii ki. Yüzyıllık Yalnızlık derken Gabo’nun ailesine dair bölük pörçük anıları ile Kolombiya’nın tarihini harmanlayarak ortaya çıkardığı ve kuşaklar boyu aynı hikâyelerin ısıtılıp tekrarlandığı şu romandan bahsediyorsundur. O kadar çok tekrara düşülmüştür ki bu romanda. Hangisinden dem vurayım? Her karakterin kendisinden önceki kuşağın kaderini birebir yaşamaya mahkûm edildiği o derin çıkmazla başlayalım istersen. Eminim sen de fark etmişsindir. Bütün roman boyu Aurelianolar ve Jose Arcadioların hüsranları ile ipe sapa gelmez çılgın işleri arasında gidip geliriz mesela. Hiçbir yere varmayan deli saçmaları. Hep aynı kıt hikâyedir aslında etrafında döndüğümüz. Cidden bir düşünsene hemen “Yüzyıllık Yalnızlık ne anlatıyor?” diye sorsa birisi ne cevap verirsin? Var mı bir çırpıda vereceğin bir cevabın? Sanmıyorum. Kadın karakterler dersen, durum yine aynı. Ya kendinden emin, kurucu ve anaerkil Ursula profilleri ya da dünyadan bihaber başka kadın karakterler. Bunların ilişkileri de hep marazlı. Roman boyunca güçlü kadın figürleri ki gerçekte bu kişi Gabito’nun büyükannesinin ta kendisidir karşısında devamlı bocalayıp duran erkeklerin durumu ne denli sağlıklı bir hikâye zemini doğurur Sami? Yüzyıllık Yalnızlık ismi gerçekten iyi bir seçim midir Sami? Bestseller bir romana doğru gidişini izlerken Gabo da endişelenmemiş midir ben ne yazdım ki diye Sami?
MSY: Fatih! Gözlerime inanamayarak okudum yazdıklarını. Sonra Márquez’i düşündüm, o bunları okusa ne söylerdi, ne yapardı diye. Muhtemelen kahkahalarla güler ve İspanyolcanın o ritmik, hızlı sözcükleriyle “Harika! Lütfen eleştirmeye devam et.” derdi. Ama ben Márquez değilim, İspanyolca bilmiyorum ve senin savlarını çürütmekle mükellefim.
Öncelikle Yüzyıllık Yalnızlık’taki tekrarlardan yakınmana değineyim. Bu aslında Márquez’in kendini, ailesini, yaşadığı şartları ne kadar iyi gözlemlediğinin ve dürüstçe aktardığının bir kanıtı. Jung ya da onun bir öğrencisi diyordu: “Çocukluk yaşamın paradigmasıdır.” İzole bir kasabada çocukluğunu geçiren bir kişinin, anne babası gibi olmasından daha doğal ne olabilir? Böyle kapalı bir devre söz konusu olduğunda, hakikaten doğduğun ev kaderindir. Gabo da Walter Benjamin’in bahsettiği “kendisiyle yüzleşen dürüst adam”ın ta kendisidir.
“Yüzyıllık Yalnızlık ne anlatıyor?” soruna geleyim şimdi de. Macondo adındaki kasabadaki bir evin beş kuşaklık -yani ki yüz yıllık- hikâyesini anlatıyor. Bunu muazzam bir düş gücüne sahip bir anlatımla yapıyor, yüzlerce hikâyeyle besliyor. Bahsettiğin gibi Kolombiya tarihini, gerek bireysel gerek toplumsal olarak büyülü bir tülün ardından gösteriyor. Olağan ile olağanüstü birbirine karışıyor ve biz okurları da buna ikna etmeyi başarıyor. Bunu nasıl göz ardı edebiliriz ki?
Yukarıda da bahsettiğim gibi dünyadan izole bir kasabada bir ailenin yüz yıllık tarihi anlatıldığından romana bundan daha iyi bir isim seçilemezdi gibi geliyor bana.
Peki sence bu romanın bestseller olacağı Márquez’in aklına gelmiş midir? Ya da olmayacağı? Neden yazmıştır sence Yüzyıllık Yalnızlık’ı?
MFK: İlk iki soruyla başlayayım. Elbette aklına gelmiştir. Yaşadığı çağın tüketim çağı olduğunu bilen her yazar bestseller mevzuunda aynı şeyi düşünür. “Benim eserim de acaba büyük bir yankı uyandırır mı, çok satar mı?” Ama bahsettiğim endişe, yazdığının çok satmasından ziyade çok satan eserlerin kalitesindeki çıtanın Gabo’ya göre düşük olması. Yazarı çok satan eserine karşı düşünmeye sevk eden de bu olur.
Son soruya geçeyim. Yüzyıllık Yalnızlık’tan daha büyük bir nedene eğileyim burada senin için. Gabo neden kurmaca yazmıştır? Anlatmak İçin Yaşamak’ta çocukluğundan beri kendisine şair denildiğini söylüyordu halbuki. Devamlı şiire eğilen bir adama ne olmuştur da durup dururken öykü ve roman yazmaya soyunur? Bence Rilke’nin “Yazmadan yaşamayı becerebileceğini sanıyorsan, yazma.” sözüne takılmıştı. Yazmak istiyordu fakat dille arasında bir problem vardı -bunu anılarında kendisi söylüyor- dil onun için fazlaca soyut bir kavramdı belli ki, bunu kavradığı zaman ise odağını üst düzey bir dil hakimiyeti üzerine inşa edilen şiir yerine birden fazla dinamik barındıran ve dil dışında bir dinamiğe ağırlık vereceği kurmacaya doğru kaydırdı.
Kurmacaya yönelmişti ama burada da başka bir sorun vardı. Kurmaca da şirin istediği dil hakimiyetine eş değer bir düş gücü istiyordu. Şimdi sana bir şey söyleyeceğim Sami, ki anında karşı çıkacaksın. Gabo’da bu düş gücünün de yeri yoktu. Hemen ünlemli girişler hazırlama dur. Bunu da Gabito’nun kendisi söylüyor. Ne diyor bak bir söyleşisinde: “Eserlerimde pek az düş gücüne yer vardı.” İşte yazarımız bu sorunu halletmenin yolunu da kendi şahsi tarihinde buldu. “Kitabımda gerçekliğe dayanmayan tek bir cümle bulamazsınız.” Derken marazlı bir gerçeklik algısına çarpmıyor muyuz? Sanatta gerçeği yansıtmada Aristoteles’i yanlış anlayan neoklasikler gibi Gabomuz da olayı yanlış anlamıştı. Çünkü gerçeklik hayatın birebir kopyalanması değil ondan yola çıkarak kurulacak yeni hayatlar ve yeni karakterlerdi. Edebiyat, tarihin noksanlıklarını böyle gidermez mi?
MSY: Márquez’in bestseller meselesini düşündüğünü hiç sanmıyorum. Çünkü alabildiğine zor şartlarda yazıp yayımlatıyor. Gelir ya da çok satma düşüncesinden epey uzak. Edebi kaygısı var yalnızca. Hatta romanı Arjantin’deki yayınevine nasıl gönderdiğini anlattığı bir video da var YouTube’ta. Okurlarımıza önermiş olayım bu vesileyle.
Ayrıca Fatih şuna dürüstçe cevap verir misin: Misak’ın Aynaları yayımlandığında bestseller olup olmayacağını düşündün mü hiç? O dönemki Márquez’in de farklı olduğunu zannetmiyorum ben
Şimdi Márquez’de düş gücünün zayıf olduğu iddiana gelebiliriz. Beni gerçekten iyi tanıyorsun Fatih, içimden ünlemli cümleler, yakınmalar ve hatta yadırgamalar taşıyor hakikaten... Şu noktayı kaçırmamamız gerekiyor öncelikle: Modern Batılı zihinlerin düşsel olarak tanımladığı şey, Márquez’in normal yaşantısı. Bu adam zaten düşsel, acayip, karnavalesk bir çocukluk ve ilk gençlik yaşamış. Batının fantezi dediği Gabo’nun gerçekliği velhasıl.
Gerçekliği de birebir kopyalamıyor ayrıca. Fakat neyin gerçek neyin gerçekdışı olduğunu fark edememeni anlıyorum. Bunu anlamak imkânsız. Belleğindeki apayrı olayları, parçaları ustalıkla düğümlüyor çünkü. Sıfır teğel izi. Muhteşem terzilik.
Kendi kişisel tarihini kurmacaya yedirmek suç mu Fatih, yetersizlik mi sence?
MFK: Birkaç olayın yahut karakterin kurulumunda şahsi tarihi temel alınmış olsa sorun yok. Ama mesele şu ki bu örnekler bir iki değil. Onlarcası var. Hemen sıralayayım senin için: Kırmızı Pazartesi’de Santiago Nasar’ın ölümü, Aracataca’da bir pazartesi sabahı soyguna gittiği kapının önünde ölen bir hırsızın ölüm hikâyesinin canlandırılmasıdır; Yüzyıllık Yalnızlık’ın kireç yiyen kızı, Gabo’nun kardeşi Margot’tan başkası değildir mesela; Ya Kolera Günlerinde Aşk’taki saftirik aşığımız telgrafçı Florentino Ariza’nın Márquez’in babasının ta kendisi olması? Ariza’nın evli kadınlarla yaşadığı aşk maceralarının yazarın kendisine ait olması? Yahu aynı kitaptaki geveze papağanın yemeğe düşmesi hikâyesi bile gerçektir. Bunlar hızlıca aklıma gelen örnekler. Kim bilir gözümüzden kaçan daha niceleri vardır ki rencide olma diye daha fazla eklemiyorum. Buradan şu sonuca varırım ben. Márquez, Yüzyıllık Yalnızlık da dahil tüm romanlarını “anlatma isteğine karşı koyamadığı bir anılar manzumesini” diri tutmak için yazmıştır, ki bu, yazarın şahsi tarihinin kurmaca diye okura sunulmasıdır. Başka bir şey değil.
Son olarak Yüzyıllık Yalnızlık bahsini seni ve Gabo severleri üzecek bir akıl yürütme ile bitirmek istiyorum izninle. Pierre Macharey, Jules Verne’nin Fransız burjuvazisinin kolonyalist ideolojisini yansıtan romanı Esrarengiz Ada’yı incelerken; esere konu adayı mamur eden Batılıların hikâyesine karşılık adanın asıl sahibi olan yerlilere hiç değinilmediğini, onların yok farz edildiğini fark ediyor. Çünkü bunlar kolonyalist ideolojinin bizim görmemizi istemediği şeylerdi. Biz ise romanda yer almayan hususlardan romanın hizmet ettiği ideolojiye ulaşabiliriz ancak. Hazır ol, şimdi buna yakın bir çıkarımı Gabo için yapacağım. Yüzyıllık Yalnızlık’ı düşün. Buendia ailesinin sıfırdan kurduğu Macondo kasabasında orada bulunan yerlilere rastlar mıyız? Macondo’nun sıfırdan kurulması, akla kolonyal edebiyatın bir adanın bir Batılı tarafından mamur edilmesi metaforu üzerine inşa ettiği Batı uygarlığının kutsandığı fikrini getirmez mi? Antiemperyalist Latinimiz dünya görüşü için böylesi tehlikeli bir konuyu gözden mi kaçırmıştır?
MSY: Fatih olay şu aslında; çocukken bize dünyayı nasıl gösterdilerse, ilerleyen yaşantımızda da öyle bakarız. İstisnalar muhakkak vardır fakat genel olarak bu böyle. Márquez’e dünya bu şekilde gösterildi ilkin. Büyükannesi, akılalmaz hikâyeleri doğallıkla anlatarak büyüttü onu. Gerçekliğe büyülü bir tülün ardından bakıyordu Gabo ve bunu edebi bir eserde aktarmanın yollarını arıyordu. Eşiği aşması için gereken desteği bulması -neyse ki- gecikmedi. Kafka’nın Dönüşüm’ünde Gregor Samsa’nın kendini bir sabah böceğe dönüşmüş olarak bulmasını okuduğundaki hayreti müthiştir: “Lanet olsun! Bunun yapılabileceğini bana şimdiye kadar kimse söylemedi! Demek yapılabilirmiş! Lanet olsun! Büyükannem de böyle hikâye anlatırdı, en akılalmaz şeyleri tamamıyla doğal bir ses tonuyla anlatırdı.”
Yani ki Fatih, küçümsediğin “anılar manzumesi”nin yıllar yılı ellerden düşmemesinin, büyük olarak nitelenmesinin bir sebebi var. Macondo bir düşsel kasaba. Bütün mümkünlerin toplandığı, gerçeğin eriyip buharlaştığı bir kasaba. Senin de bahsettiğin gibi Buendialar sıfırdan kuruyor Macondo’yu. Kimseyi yerinden etmiyor. Bir işgal yok velhasıl. Yüzyıllık Yalnızlık’ı kolonyal olarak nitelemek pek doğru sayılmaz bu yüzden.
Şu yazdıkların var ya... çok kötü oldum cidden. Kırmızı Pazartesi’yi okuyormuş gibi gerim gerim gerildim. Allah bilir, sen şimdi Kırmızı Pazartesi’ye de laf edersin.
MFK: Sami çok güzel tercihler bunlar. Márquez’i gömmek için bir kitap düşünsem aklıma ilk gelecek olanı veriyorsun bana. Teşekkürler. Kırmızı Pazartesi Márquez kitapları arasında beni kendisinden en çok itenidir zira. İki defa okumaya koyulup üçüncüde anca bitirmiştim. Yapmaya çalıştığı kurgu oyununun çıkmaza girdiği anda kitabın sonunu başa alarak bir sarmal yaratmaya çalıştığı şu roman. Ah Gabo buna bir de “yapmak istediğimi en iyi uyguladığım romanım” demez mi? Ben yine iyi niyetliyim, bu kadar zor ve anlaşılmaz bir şey düşünmemiştir aslında. Özellikle zora soktuğu kurgunun verildiği dille ilgili eleştiriler oldukça su götürür.Diyaloglardaki açmaz ve metnin akışını bozan şu anlatıcı. Aktarımı ve/veya anlatımı ne zor bir romandır Kırmızı Pazartesi! Acaba sen neyini öveceksin tam anlamadım ama...
MSY: Bir öykücüye bunu anlatmam abes kaçacak ama Kırmızı Pazartesi hiç de bahsettiğin gibi sonu başa alınmış bir hikâye değil. Giriş, gelişme ve sonuç izleği tastamam Kırmızı Pazartesi’de de mevcut. Climax’in (Doruk noktası da diyebilirdim ama hava atmaya çalıştım.) yeri kaydırılmış yalnızca. Evet, climax’e genellikle finalde ya da finale yakın bir yerde ulaşılır. Hikâye yavaş yavaş o doruğa tırmanır. Bu tırmanış için gerekli enerjiyi ise “Peki sonra ne olmuş?” sorusu sağlar. Dönelim şimdi tekrar Kırmızı Pazartesi’ye. Hikâyenin daha en başından Santiago Nasar’ın öldürüleceğini biliyoruz bilmesine fakat yine de kitabı elimizden bırakamıyoruz. Yine aynı sorunun pençesine düşüyoruz çünkü: “Peki sonra ne olmuş?”
Olayın nihayeti belli olmasına rağmen merak duygusunu taş gibi dipdiri tutabilmiş mi Márquez? Tutabilmiş. Hayranlık duymamak mümkün mü ya?
MFK: Kırmızı Pazartesi ile ilgili fikrim olduğu yerde duruyor. Ama madem konu Climax’e geldi, öykülerindeki bu zayıflığı anlatayım sana biraz da. Öykülerde dilsel gerilim o kadar az ve konu ilerleyişi türe göre o kadar ağırdır ki öykünün o doruk noktası asla görünmez ufukta. Hatta öyle bir nokta belirlemiş midir o dahi tartışılabilir. Márquez görünürdeki roman başarısının sırrı olması gereken öykü anlatıcılığında fena bocalamıştır. Kabul et Sami. Öyküleri çoklukla diyalogsuz yavan anlatılarla sarılıdır, diyalog olsa dahi konudan koparan sayıklamalar diyebiliriz bunlara. Öykü anlatmanın püf noktalarını gözden kaçırmış gibi davranır metinlerinde. Son olarak açık yüreklilikle şunu da ekleyeyim ki konsept gereği Gabo’ya gömerken en az zorlandığım ve gönül rahatlığıyla saydırabileceğim kısmı öykücülüğüdür benim için. Ne bulursunuz ki şu öykülerinde
MSY: Gabo’nun öykü dilindeki gerilim noksanlığı dediğin şey, onun bilinçli bir tercihi Fatih. Serinkanlı bir anlatıcı Márquez, On İki Gezici Öykü’yü düşünsene bir. Duyguları kör göze parmak bir biçimde yansıtmıyor. Öykülerine duygu sömürüsü boca etmiyor, çünkü buna ihtiyacı yok. Ne kadar “gerçeküstü” olsa da olayın kendisini alabildiğine soğukkanlı ve yalın bir şekilde sunuyor okura. Dil ile kırbaçlayarak zorlamak yerine anlattığı olayın gücüyle koşturuyor okurun duygularını. Becerinin, yeteneğin ya da dehanın bu olduğunu düşünüyorum ben. Hâsılıkelam bu konuda da anlaşamadık, önceki hiçbir konuda anlaşamadığımız gibi.
MFK: Anlaşalım mı Sami? İstersen?..
MSY: Hayır Fatih, sakın! Anlaşırsak ben yokum.