Ağabeyin Parçaları

Parkta salıncaktan düşmüştüm. Kolumu kırdığım o gün beyaz çakılların arasında ağabeyin parçalarını gördüm.
Parkta salıncaktan düşmüştüm. Kolumu kırdığım o gün beyaz çakılların arasında ağabeyin parçalarını gördüm.

Uyandığımda yanımda değildi. Başımın altına temiz bir yastık iliştirmiş, üzerimi seccadeyle örtmüş, odayı toparlamıştı. Her şey yerli yerindeydi; zigon sehpalar iç içe, en büyüğünün üzerinde su dolu cam sürahi. Kırlentler itinayla dizilmiş, hepsi ait olduğu koltukta. Bir tek annemin koltuğu boş...

Ahmet Kırtekin’e

Annem seccadesini dürdü, oturduğu yerden sandalyenin üzerine bıraktı. Bir yandan dizlerini kırmadan doğrulmaya çalışıyor, bir yandan da halının ters dönen ipliklerini düzeltiyordu. Dudakları hâlâ kıpırdıyordu. Yüzünde taze bir duanın sükuneti vardı. Olanlar hiç olmamış gibi ağır ağır mutfağa yürüdü. Biraz sonra ocakta eriyen yağın cızırtısını işittim. Yağ, tam kızacakken müşfik elleriyle onu yatıştırdı. Tencerenin içine ellerini daldırmış, yağı okşuyordu. Dudaklarındaki kıpırtı sesli bir zikre dönüştü. Yağ da ona eşlik ediyordu. Ritim hızlandıkça yağ soğuyup katılaşıyor, donuyor, annemin elleri de tencerenin içinde yapışık ve hareketsiz kalıyordu. Annem tencere elleriyle yanıma geldi. Kızgın yağı başımdan aşağı boşaltacak diye korkuyla sıçradım. Çıplak kolumu başıma siper ettim. Avucumun içinde ılık bir esinti hissetim. Yüzünde biriken sükuneti gözyaşlarıyla üzerime doğru üflüyordu.

Uyandığımda yanımda değildi. Başımın altına temiz bir yastık iliştirmiş, üzerimi seccadeyle örtmüş, odayı toparlamıştı. Her şey yerli yerindeydi; zigon sehpalar iç içe, en büyüğünün üzerinde su dolu cam sürahi, onun da üzerinde kapak niyetine servis peçetesi. Kırlentler itinayla dizilmiş, hepsi ait olduğu koltukta. Bir tek annemin koltuğu boş...

Halının rengi canlanmış. Süpürgeyi hiç duymadım halbuki. Çocuklarının uykusunu bölmeden ev işini görmekte ustadır. Bize de onun bu kabiliyetinden faydalanmak düşerdi. Oyunla, kıkırdamayla, acıkıp tıkınmayla geçen muzip gecelerimizi upuzun gündüz uykularıyla taçlandırırdık. Sehpalardan birinin yanı başımda olduğunu fark ettim. Bir tabak, birkaç dilim ekmek... Rüzgar aniden pencereyi itti, perdeyi kaldırdı. Kesik baldırlarımı okşayarak geçip peçeteye uzandı. Peçete son anda havalanarak rüzgardan kaçabildi. Rüzgar peçeteyi alamadığı için mutsuz oldu. O giderken peçete hâlâ havadaydı. Görünmez salıncağında biraz sallandıktan sonra halıya kondu.

Parkta salıncaktan düşmüştüm. Kolumu kırdığım o gün beyaz çakılların arasında ağabeyin parçalarını gördüm. Her bir parçasını tek tek ben topladım. Ağabey hep benim kolum kanadım oldu. Ağabeyden çok baba, ağabeyden çok arkadaş, ağabeyden çok küçük kardeşim oldu. Beyaz çakılların arasında hepsini gördüm. Tek tek ben topladım.

Annem... Annem geldi. Çantasını kapının arkasındaki askıya taktı. Cüzdeki gülü öpüp usulca sürahinin yanına bıraktı. Peçeteyi yerden aldı, yanıma oturup kanatlarıyla ağzımı sildi. Yağlı ellerimi uzattım. O an, kaşık tutmayı yeni öğrenen, üç dört yaşlarında bir bebektim. Kafam kaşınıyor, sırtım terliyor, karnım ağrıyordu. İçimde ağrısını yalnızca onun dindirebileceği ıssız bir boşluk vardı. Gördü. Çatlak dudaklarını yanağıma dayadı. Boşluğu, içine çeker gibi şapırtıyla yanaklarımda topladı, oradan da dişleriyle söküp attı. Bilmiyordu. İçimdeki boşluk, onun saçlarındaki aklar gibiydi. Benim yüzümdeki kötü huylu sivilceler gbi i. O çektikçe boşluk büyüyordu. Bunu bilmiyordu. Bilsin istedim.

“Git başımdan!” dedim. Gözleri yeniden nemlendi. Yemenisinin ucuyla kirpiklerini sildi. Dudakları telaşla kıpırdadı: “Allahulailaheillahu...” huuuu. Yüzümde ılık bir esinti. Yemenisinin ucuyla kirpiklerimi sildi. Bilmiyordu. Dudaklarını tekrar yanağıma dayadı. “Sen de gitme n’olur?” İçimden dedim. İçimdeki boşluğun içinden dedim. Sehpanın üstündeki tepsiyi alıp mutfağa götürdü. Su sesi. Birbirine değen metalin sesi. Hıçkırık sesi. Rüzgarın sesi. Cama vuran dalın sesi. Okul bahçesinde bağrışan çocukların sesi. Ezan sesi. Asfaltta sürtünen tekerleklerin sesi. Korna sesi. Motor sesi. Uzakta bir siren sesi. Ayak sesleri. “Anne!” Sessizlik. “Anne!” Sessizlik. Bekledim.

Yemekten sonra ağzımı yüzümü silmesini beklediğim gibi, terli atletimi değiştirmesini beklediğim gibi, pencereden bakarken güneşin batmasını beklediğim gibi, odanın lambası yakılınca perdelerin örtülmesini beklediğim gibi, beklemekten yorulup da uyumayı beklediğim gibi, uykumda uyanmayı beklediğim gibi, taze ekmek ve gazeteyi beklediğim gibi, sesi belli belirsiz duyulan okulun zilini beklediğim gibi, annemin öğle ezanını sormasını beklediğim gibi... Onun da beni terk etmesini bekledim. Adımı söyleyerek içeri geldi. Kirpiklerime asılan şeytanı “gitmedi” diyerek susturdum. Seccadesini serdi, oturduğu yerden kılmaya başladı. Sırtı bir ileri bir geri sallanıyordu. Salıncak gibi.

Ağabey, beyaz çakıl taşlarının arasından çıkmış kanepede uyuyordu. Ağabey yeniden ağabey olmuştu. Üzerinde annemin seccadesi örtülüydü. Seccadeye sığmayan çıplak baldırlarında gezinen sineği hissetmiyordu. Ben bir yandan kıkırdıyor bir yandan da elimdeki minik dal parçasını ağabeyin burnuna sokup çıkarıyordum. Kıpırdamıyordu. “Gitme” dedim. Bütün sesler kesildi. Su sesi. Birbirine değen metalin sesi. Hıçkırık sesi. Rüzgarın sesi. Cama vuran dalın sesi. Okul bahçesinde bağrışan çocukların sesi. Ezan sesi. Asfaltta sürtünen tekerleklerin sesi. Korna sesi. Motor sesi. Uzakta bir siren sesi. Ayak sesleri. Bütün sesler kesildi. Otobüslerin ön kapıları açıktı. Binmek için bekliyorduk. Hava kararıyordu. Ağabey yanımdaydı. Patlama sırasında bile her parçasıyla beni tutmaya çalışıyordu.

Beyaz çakıl taşları otobüslerin camlarına, insanlara, havaya, bedenime, bacaklarıma... Kirpiklerimdeki şeytan gözlerimi oyuyordu. Yutkunma hissine de mide bulantısına da benzeyen bir şey hissettim. Gözlerim karardı. Sonrası yok. Sonrası dipsiz, sonsuz, ağrılı bir boşluk... Ağabeyden arta kalan parçaları tek tek orada biriktiriyorum. Annem seccadesini dürdü, oturduğu yerden sandalyenin üzerine bıraktı. Bir yandan dizlerini kırmadan doğrulmaya çalışıyor, bir yandan da halının ters dönen ipliklerini düzeltiyordu. Dudakları hâlâ kıpırdıyordu. Yüzünde taze bir duanın sükuneti vardı. Olanlar hiç olmamış gibi ağır ağır mutfağa yürüdü.

  • İsim size de tanıdık gelmiyor mu? Evet aynı zamanda derginin tasarımı kendisine ait ama onu kastetmedim. Ömer Faruk Demirel, az kalsın “unutulan öykücüler”den sayılacak ve Doğukan İşler’e malzeme olacaktı. O artık bir “geri dönen öykücü”. Yumuşak Ge dergisini hatırlayanlar, onu kötü seçilmiş müstear ismiyle bilir: Besim Yunus geri döndü! (A.E)