Adem'den sonra
Dakikalarca güldü. Diğer koltukta cansız yatan ikizinin yanına gitti. Sol bileğini eline aldı. Değişik bir hareketle gezdirdi parmaklarını. "Merkez. Dünya Fetih Ordusu'ndan RDRL Deneyi Sorumlusu And. Er. YKTRTGRL konuşuyor. Dünya'dan bildiriyorum. Başarılı. Tamam. Başarılı. Duydunuz mu? Başarılı. Biyolojik bedene tam fonksiyon çalışan işletim sistemini aktardık. Tamam."
Aykut Ertuğrul'a
Ayaklarıma kara sular indi mi? İndi. Sık ağaçlar arasında zorlukta ilerledik mi? Evet ki evet lanet olsun. Dilimin ucuna kadar geldi, tutuyorum kendimi. Şimdi bunu Cihan'a söylesem, başını önce sola sonra sağa sonra tam olarak gözlerimin içine bakar ve şöyle der: "Siktir lan." Hayatım boyunca bu yolculuğa hazırlandım. Daha doğrusu ilk nefesimden önce bile başlamış olabilirim. Sınırlı erişime sahip olmasaydım belki çok daha fazla şey öğrenirdim. Ama tam olarak şu an, yani Yüce Dağ'ı tırmanırken bunların pek de önemi yok. İlk ve son tırmanışım. Ya da kaydedebileceğim ilk tırmanışım ve hatırlayamayacağım tek inişim olacak. Irkımın belki yüzlerce defa yürüdüğü yol. Sıra, bu defa bende. Aklımda karışık düşüncelerle son gölü de geçtik. Beş adım önümde yürüyor ya da ben beş adım gerisinde onu takip ediyorum. İlk günden beri bizi takip eden kedi de benim beş adım arkamda. Her zamanki gibi. Çok yoruldum. Cihan bana dönüyor. Konuşmasına izin vermeden "Biliyorum" dedim. Cihan sırtındaki çantayı pat diye yere bıraktı, anında tekrarladım.
Son gece için kampımızı kurmaya başladık. Yedinci gün, yedinci kamp. Alıştık. Hızlıca hallediyoruz çadırları. Yemeklerimizi hazırlıyoruz. Konserveleri bitirdikten sonra, Cihan bana bir sigara uzatıyor montunun gizli göğüs cebinden. Aynısı bende de var. "Babamın odasına mı girdin? Görse seni gebertirdi Cihan." Artık Cihan'ı dert etmemeliyim aslında. Babamı da. Bu gece son gecem benim. Yüzüm düştü galiba. Benimkinin tıpatıp aynısı olan karşımdaki yüzden anladım. Sanırım ne diyeceğini bilmiyor. Benim gibi. Konuşmamıza gerek de yok aslında. Şafakta sorularımızı cevaplayacağız, sınavımızı tamamlayacağız ve son yolculuğumuz başlayacak. Benim son. Cihan'ın ise yeni. Dünyanın Sonundaki Tapınak'a sadece yarım günlük yürüme mesafemiz kalmış olmalı. Sigarayı alıyorum. Artık neredeyse bulmanın imkansız olduğu Kısa Kemıl. İlk sigaram. Birkaç öksürükten sonra zor zar sigaraları bitiriyoruz. Cihan, cebindeki paketin tamamını yanan ateşin yanına bırakıyor.
Sabaha kadar uyumayacağımızdan eminim artık. "Haftada neden yedi gün var hiç düşündün mü la?" Cihan'ın konuşacağını sanmıyordum. Sabaha kadar gökyüzünü izleyecektim. Yıldızlara doya doya. Doğruldum. Artık ayrı yaşadığımız hayatımın bu son saatlerinde ikizi olmama gerek yok belki de. Konuşacağını fark etmemiştim bile. Belki stresten. Bilmiyorum. Tıpatıp bana benzeyen Cihan'dan ayrı var olabilir miydim? Bu soru, hayatımda ilk defa aklıma düştü. "Bilmem ki la. Mevsimlerle ilgili filandır herhalde he!" "Yok be oğlum. Mevsimlerle ne alakası var. On dört günden iki hafta da olabilir ay. Bi düşün. Ben düşündüm. Sanırım yedi, insan olmakla alakalı bir şey. Eskiler biliyordu galiba. Keşke Yıkım'dan öncesi hakkında daha çok şey bilseydik." "Belki öğrenirsin ileride. Her geçen yıl yeni şeyler keşfediyorlar." "Çok önemi yok ki Cihan. Hiçbir zaman nasıl ve neden olduğunu öğrenemeyeceğiz." Haklısın diyemedim. Irklarımızın birbiriyle neden kanlı bıçaklı olduğunun esas sebebini öğrenemeyecektik. Cihan haklıydı.
Ve bu durum üzücüydü. Birkaç kez kıpırdandı. Aklına bir fikir gelmişti. Yine duramadı: "Yedi Göller'in hikayesini biliyorsun di mi?" "Biliyorum tabii oğlum, mal mısın?" "Lan öyle değil be. Tamam ikizimsin ama. Eskilerden kalanı demiyorum. Yok volkan patlamış, kraterler oluşmuş filan. Siktir et bunları. Ben, dağa geldiğimizden beri başka bir hikaye düşündüm. Fantastik bir şey. Tırmanmaya başladığımız ilk gün aklıma geldi. Yaza yaza baya tamamladım. Bu gece anlatmak istiyorum." Başka gecemiz olmayacağını ikimiz de biliyoruz. Oyunu bozan ya da neşe kaçıran ben olmayacağım: "Ulan ben de diyorum bu çocuk kaç gündür uzun uzun ne yazıyor diye. Delirdim lan. Benim notlarım beş satır. Sıçacağız diye çok korktum Cihan." Cihan oralı olmadı bile. Bilerek beş satır demiştim. Çantasından not defterini çıkarıyor. Normalde Cihan fırlama bir tip. Tabii ben de öyle. Belki de değilim. Dağı tırmanmaya başladığımızdan beri kendimi düşünüyorum bu bir suçmuş gibi. Belki de öyle. Daha önce hiç düşünmemiştim.
Ben aslında sakinim belki. Uysalım galiba. Küfür etmem sanırım. Cihan'ın bu yolculuktaki hali gibi. Ben onun gibi olmaya çalışıyorum. O da sanki. Yedi gecedir kendi gibi olmakta zorlanıyor. Keşke bunların hiçbiri olmasa. Başka yer başka zaman. Ayrı ömürlerimiz olsa. Buradan bakınca işte karşımda. Tıpatıp ikizim Cihan. Yukarıdan bakınca on beş yaşına yeni basan iki ergen delikanlı. İçeriden bakınca biri gerçek biri sentetik. "Rivayete göre, Bolu Beyi'nin oğlu bu dağlarda avlanırmış. Bir gün, gördüğü eşsiz beyaz bir güvercinin peşine düşmüş. Masal bu ya, avın gökyüzünde avcının yeryüzünde sürdürdüğü ölümcül koşturma, günler haftalar sürmüş. Güvercin kâh görünüp kâh kaybolarak, daldan dala, kona göçe tam buraya Yedigöller'in bulunduğu yere gelmiş, elbette bizim Beyoğlu da arkasından.." Cihan heyecanla anlatıyor uydurduğu hikayeyi. Beyoğlu derken ilginç bir vurgusu var. Bey'in babası geliyor aklıma. Kendi babam. Babamız. O koca adam.
Cihan'ın doğumunda ölen annemden sonra kendini bize adayan o koca adam. Öldüğünde on yaşındaydık. Sonra anladım. Serveti bir yüzyıl daha yaşamasına yetecekken bize harcamış. İyiydi. İkimize de iyi davranırdı. Tam göğsümde bir yerde acı hissettim. Sanırım. Kedi, kafasını kaldırıp bana baktı. Uyumaya devam etti. "İşte tam buralarda bir yerde Beyoğlu, yayını gerip okunu salmaya hazırlanıyordu muhtemelen. Fakat o da ne! Nişan alan göz, güvercinin şekil değiştirdiğine şahit oldu. O ak güvercin silkinip -yeniler ona transfer dermiş- kaşla göz arasında dünya güzeli bir kıza dönüşmüştü. Oğlanın o anda aklı başından gitmiş, dizlerinin bağı çözülmüş, gördüğü güzellik karşısında sersemlemiş." Gözlerim dolmuştu. Babamı bir daha düşünemeyecektim bile. Bunun için kendi ömründen vazgeçmişti. Bu benim dört numaralı anım. Not defterimin dördüncü sayfası.
Babamın son anları. On yaşındaydık öldüğünde. Hastaneye götürdüler bizi. Gördük. Konuşamıyordu. Yanına gittik. Sanırım anladı. Bize baktı. Oğlum, dedi. Bir daha nefes almadı. Günlerce konuşamayan babam, uyanamayan babam. Bize saklamıştı son nefesini. Hiç soramamıştım ne kendime ne de Cihan'a. Acaba hangimizdi? Oğullarım değil. Oğlum? "Belli ki ilk oku yiyen Beyoğlu olmuş. Peri kızının ok gibi kirpikleri Beyoğlu'nu tam kalbinden vurmuş. O anda avcı ava, av avcıya dönüşmüş. Dönüşmüş dönüşmesine ama o sersemlikle Beyoğlu'nun parmakları yanlışlıkla gevşeyivermiş. Yayından boşalan ok, doğruca peri kızının göğsüne... İki meraklı göz, tam peri kızının vurulma anında buluşmuş. Dünya böyledir diye anlatır hikâyeciler bunu. Dünya, bulduklarını, bulduğun sandığın şeyleri, tam da bulduğun anda ya kaybettiğin ya da onlara zaten hiç sahip olmadığını anladığın yerdir.
Peri kızı, dudaklarında zarif bir inlemeyle rüzgârda salınan bir gül yaprağının yere inişi gibi hafifçe yere süzülmüş. Beyoğlu görülememiş bir rüyanın ağırlığı ve kederiyle, ölüme sükunetle razı olan kudretli bir genç aslan gibi dizlerinin üzerine çökmüş. İki aşık birbirlerine bir kere bile seslenemeden usulca yere uzanmış ve aynı anda can vermişler. Göklerdeki ve yerlerdeki cümle mahlukat bir şimşek çakması gibi hızla meydana gelen, bütün efsanelere, destanlara, büyük hikâyelere meydan okuyan bu garip bu yeni hikâyenin görkemli sürati karşısında dehşete kapılmışlar. Kara bulutlar, gök gürültüleriyle birbirleriyle çarpışmaya, ağıtlar yakmaya başlamış. Yer kaynamış, gök ağlamış. Dereler çağlamaya, dağlar kaynamaya uzun süre devam etmiş. Şu an oturduğumuz bu yerler, sularla dolup taşana kadar. Ama ömürler nasıl bitiyorsa, insan nasıl faniyse, kederler, şaşkınlıklar, üzüntüler de faniymiş. Bir süre sonra sular çekilmeye başlamış. Geride sadece peri kızının korku ve üzüntüden göklere çekilen peri arkadaşlarının gözyaşları kalmış.
O gözyaşları işte bu yedi gölü oluşturmuş: Büyükgöl, Seringöl, Deringöl, Nazlıgöl, Küçükgöl, İncegöl, Sazlıgöl. "Cihan, dur bi. Söylemem gereken bir şey var." "Çok az kalmıştı aslında. Az daha bekleyemedin mi?" Cihan kızmamıştı. Küfür etmemişti. Hatta üzülmüştü ve ilgiyle beni dinliyordu. Şaşırdım. "Cihan ben de beş hikaye var sadece. Sendekilerin beşiyle eşleşi "Tamam tamam. Bende de beş tane var zaten. Beş tane eşleşmesi yeterli. Ki hiç şüphem yok. Neden yedi hikaye hiç düşündün mü? Neden yedi gün? Aynı sebeple belki de. Belki de daha yaşayacağımız iki hikayemiz var. Birini ben yaşadım aslında. Sistemin kontrolü gereği sana anlatmamam lazım. Ama anlatacağım. Bu senin de altıncı hikayen aslında. Ama sen bilmiyor" "Siktir lan o nasıl oldu?" İkizimin tepkisini vermiştim. Ya dönüşüyorduk. Ya karışıyorduk. Ya ayrı ayrı vardık. Ya da ayrı ayrı olmadık. Bilmiyorum. Cihan epey bir kahkaha attı.
Sanki benim ona söylemediğim düşüncelerimi biliyormuş gibi. Anlatmaya başladı. "Bir gece beni uyandırdılar sen uyurken. Sana ilaç vermişler. O yüzden odadan çıkarken filan duymamışsındır." Gece bile aynı anda uyanıp tuvalete giden bizler, mümkün değil. "Sistemin takipçilerinden biri gelmiş. Şimdi biliyorsun buradan aşağıya sadece birimiz inecek. O inenin benim zihnim olduğundan emin olmak istiyorlar. Bir şifre belirledik. Dönünce onu söyleyeceğim. Daha önce bazı sentetiklerin sistemin dışına çıkma çabaları olmuş galiba. Okulda filan duyardık ya hep dedikodu gibi." Cihan'ın bildiklerini ben de duymuştum okulda doğal olarak. İkizim. Günün birinde onun biyolojik zihni benim sentetik beynime yerleşecekti. Ben üretildim. O doğdu. Ama Yıkım'dan sonra insanlar yirmili yaşlarına kadar biyolojik bedenlerle gelemiyorlar. Hastalıklar, radyasyon ya da alt kıtadaki efsanelere göre büyüler. Neyse ne. Benim için hiçbirinin önemi yok. O yüzden böyle bir metot geliştirilmiş.
On beş yaşımızdayız. İkiziz. Transfere hazır olduğumuzu umuyoruz. Dünyanın Sonundaki Tapınak'a varacağız eğer yolumuzu takip edersek. Ve başarırsak. Benim bedenim ve onun zihniyle dağdan aşağıya ineceğiz. "Aykut ... Cihan bir şeyler anlatmaya devam ediyordu ama ben artık onu dinlemiyordum. Tamamen bağımsız hissediyordum kendimi. Demek ki doğru. Başka bir ihtimal daha var. Cihan bana çok güveniyor. Susmuştu. En son Aykut'la başlayan bir şeyler dediğini anımsadım. "Aykut ne? Seni dinlemiyordum kafam karışık." "Aykut Ertuğrul." "Yıkım öncesi öykücüsü. Ee ne olmuş ona? Ne alaka şimdi mevzumuzla." "Şifre olarak onun adını seçtim. Aykut Ertuğrul. Bu da anılarımızın altıncısı olsun." Ben de çok severdim Aykut Ertuğrul'u. Yıkım'dan sonraya birkaç öyküsü kalmıştı sadece. Cihan ezbere bilirdi. Hele o android öyküsü. Kızları o öykünün çözümlemesiyle tavlamaya çalışırdı.
Yüzyıllar sonra bambaşka bir yolculukta anıyorduk. Acaba biri ona bunları anlatsa sevinir miydi? Üzülür müydü? Yoksa hepimizden çok mu korkardı? "Güzel şifre." dedim. Bana oyun oynuyor da olabilirdi. Deniyordu belki. Bana tam anlamıyla güveneceğini sanmıyordum. Onu öldürüp, geriye şifreyle dönebilirim. Cihazların bizi ayırt etmesi mümkün değil. Hayatını yaşayabilirim. Cihan'a bunu yapar mıyım? "Anlaştık mı?" dedi. "Ne oldu anlamadım?" "Altıncı anı da tamam. Hem hava da aydınlanır yavaştan. Geriye tek bir anı kalıyor yaşayacağımız. Yedinci anıyı da tamamlamalıyız." Cihan'ın cümlesi biter bitmez ateşin yanında uyuyan kedi bir anda doğruldu. Gideceğimiz yöne doğru koşmaya başladı. Gözlerim, kedinin kaçtığı karanlığa takılı kaldı. "Biraz dinlenelim Cihan? Birkaç saat sonra tekrar yola çıkmamız lazım." Çadıra doğru yöneliyor. Senin gözlerin karanlıkta. Kocaman bir gölge. Karanlık. Karanlığın içinde daha koyu bir karanlık. Sana doğru. Cihan'a doğru. Koşuyor. Sesler çıkartarak. Kükreyerek.
Kocaman bir mutant kurt. Cihan fark etmiyor. Sen fark ediyorsun. İkizin. Karşında. Karşında. İkizin. Ona doğru koşan kocaman bir kurt. Pençeler sivri. Dişler sivri. Kocaman bir güç. Kocaman bir kütle. Karanlıkta. Kocaman. Bir. Gölge. Belki bir ihtimal. Eski ve yeni. Masal ve gerçek. Mümkün olan şeyler ve mümkün olmayan şeyler. "Cihan mutant kuuurt!" Hiçbir zaman yaşıtlarım gibi olamadım. Yaşımda olmadım. Daha çok düşündüm. Cihan kadar konuştum. Hep ihtiyar gibiydim. Hep yaşlıydı içim. Yolu belli bir sentetik. Belki hepimiz böyleydik. Bilmiyorum. Başka bir sentetikle hiç tek başıma konuşmadım. Ve şimdi kurdun, sana iki adımı kaldı. Sol pençesi havada, atladı atlayacak. Sen kendini sağa çekiyorsun, çadırın direğini siper etmeye çalıştığını biliyorum. Ben de aynısını yapardım. Bu ormanda, bu hayvandan olmaması gerekirdi. Eski masallarda ve alt kıtada ise evet. Belki. Kurtla senin buluştuğun yer.
Sol omzun. Benim omzun, defalarca bağırıyorum. Elim kolum kıpırdamıyor. Kurt korkuyor sanırım. Seninle kurt. Buluştuğu yer sol omzun. Sesimden korkan kurt kaçıyor. Senin omzun kırmızı. Kıpkırmızı. Elim istemeden sol omzuma gidiyor. Korkudan, acıdan, ya da bilmiyorum. Gözlerin kapanıyor. Seni çadırın içine taşıyorum. "Cihan." diyorum "Sanırım bu da yedinci hikayemiz." Duymuyorsun. Hangimizin sonu hangimizin başlangıcı. Bilmiyorum. Aklıma Aykut Ertuğrul geliyor.
***
"Uff. Ne oldu bana?" "Bir şeyin yok Cihan. Kurt saldırdı. Pansumanını yaptım. Zehir geçti galiba biraz. Ama transfere kadar her türlü dayanırsın. Çadırları filan da burada bırakalım. Sırt çantam yeter." "Kurt... Gördüm ama... Mutant kurt ... Sağol." Pansumanını kontrol ediyor. Kolunu hareket ettiriyor biraz. "Hava nerdeyse aydınlanmış. Hadi çıkalım." Yavaş adımlarla yola çıkıyoruz. Cihan'ın canı yanıyor ama önemli değil. Ben sapasağlamım. Güneşi gördük mü sınavımız başlayacak. Not defterlerimizdeki anıları eşleştireceğiz. Eskiler bağ, yeniler senkronizasyon diyor. Anlatacağız. Zihnimizin aynı olduğunu kanıtlayacak bu test. Aynıysak. Ve aynı şeyler bizim için değerliyse transfere hazırız demektir. Değilsek geri döneceğiz. Ne olacak bilmiyorum. Bugüne kadar dağdan ikiziyle inen kimseyi duymadım. Güneşe çok kalmadı. Bekliyoruz ve yavaş adımlarla yokuş çıkıyoruz.
Çok düşündüm. Cihan yerde yatarken. Zehir kanına bulaşırken. Kan kaybederken. Aykut Ertuğrul parolasını, yedinci anıyı. Kendimi. Cihan'ı. Ayırt edemeden. Farklı farklı. Aynı masalda ve farklı hikayelerde. Beş anımı. Babamı. Babamın son nefesinde söylediklerini. Bir gelecek bulamadım. Hayal edemedim. Yarın son dedim. Aklım döndü, geldi ve oraya takıldı. Kalbim çarptı, geldi ve oraya takıldı. Bir adım daha atmadı. Babamın son dediklerini, parola. Karşımda baygın yatan Cihan. Pansumanını yaptım. Benim hikayem buydu. Yolum böyle planlanmış. Cihan bana güvenmişti. Ben de Cihan'a. Kendime. Güneş yaralarımızı yakmaya yavaştan başlamıştı. Yokuşun tepesinde Dünyanın Sonundaki Tapınak. Sislerin içinde. Belli. Belirsiz. "Başlayalım artık Cihan." Not defterimi montumun gizli cebinden çıkardım. İlk sayfayı yırttım. Aynısını yapan Cihan'la kağıtları değiştirdim. Derin bir nefes aldım. Okudum. Kendi yazımın aynısını gördüm: OKUL
Yüzümdeki sırıtışı Cihan'ın yüzünden takip ediyordum. Memnunduk. Benim aldığım derin nefesi Cihan'ın verdiğini gördüm. Anlatmaya başladı: "Okul. Okulun ilk günü ya da. Unutmayacağım ilk anım. Evden pek çıkmazdık. Annesizlik, bakıcılar, bahçede geçen çocukluğumuz. Babamı da pek görmezdik zaten. Sen benim ikizimdin. Her şeyim. Dostum, suç ortağım. Sonra okula gidince, tüm çocukların ikizleri olduğunu gördüm. İşte o an, herkesten iki tane olması. Unutmuyorum. Biz özeldik. Herkes özelmiş. Sonra İkizleri öğrendim. Neden vardılar. Sonra alıştım." "Evet Cihan. Benim de listemdeki ilk anı, bu yüzden. Anlamakta çok zorluk çektim. Sonra öğrendim. Alıştım." Cihan'ın rengi giderek soluklaşıyordu. Sanırım zehir etkisini gösteriyordu. Yolculuğu bitirebileceğinden eminim. Şimdi ikinci anılarda sıra. Biraz daha yürüdük. Kağıtları kopardık ve birbirimize uzattık. Kendi yazgımın aynısını gördüm: İLK AŞK
"Sıra sende." dedi Cihan. İkide iki yapmıştık. Anlatmaya başladım. "İlk aşk. Üçüncü sınıfta mıydık hatırlayamıyorum şimdi. Babam ölmeden bir yıl önce sanırım. Bir kız vardı. Başak. Sarı saçları. Ufacık gözleri vardı. Sevmiştin sanırım. Ben de ikizini sevmiştim. Sen ilk defa onun elini tutarken, ben de hemen yanında ikizinin elini tutmuştum. Okulda turlamıştık. Çıkışta evlerimize dördümüz dönerdik. Çocukluk aşkı. Sonra ne oldu o kıza? En son ne zaman görüştük. Hatı "Hatırlamıyorum. Sen de sevmişsin. Benim gibi. Çocukluk işte." Bir süre sessizce durduk. Son güzel senemizdi o yıl. Başak. Babam. Sonra her şey değişti. Eğitimler zorlaştı. Büyümeye başladık. İlerliyoruz. Cihan, yeni sayfayı bana uzatıyor. Zaman kaybetmeden değiş tokuş ettik. Kendi korkumun aynısını gördüm: YIKIM
Cihan yutkundu. İkimiz için de zor. Başladı: "Yıkım. Okula başlayınca öğrenmiştim sanırım. Hakkında pek de doğru bir şey bilmiyordum. İkinci sınıfta anlattıklarında. O büyük savaş. Önce salgın, androidler, insanlar. Dünyanın bozulması. Eskilerden kalan parça parça teknoloji. Hiçbir şeyin tam olmaması. Neyse boş ver. Atalarımızın saçma salak işleri işte. Hala bir nedeni yok. Salgını kim başlattı, o ilk bomba neden patladı. Kim attı. Nasıl başladı." Alışmıştım. Cihan'ın birebir aynısıydım. Biyolojik sentetik. Sentetik olduğum bana öğretilmişti. Atalarım. Yarı biyolojikler ve Yıkım. Çok önemli değil. Benim için bir önemi yok. Ya da Cihan için. Emin değilim. Bir sonraki anım. Sayfaları değiştirdik. Üzgünüm. Keşke bu sefer anılarımız eşleşmese. Ama Cihan gibi eminim. Yürümeye devam ediyorduk. Anlatma sırası bendeydi. Kendi acımın aynısını gördüm: BABAMIN ÖLÜMÜ
"Cihan, bunu konuşmasak olur mu?" "Tamam" dedi. Ellerini cebine attı. Birer sigara çıkarttı. Yaktık. Yürümeye devam ettik. Uzun bir süre konuşmadık. Defterlerimizde sadece beşinci anılarımız kalmıştı. Altı ve yediyi oyun bozanlık yapıp birlikte yaşadığımızı saydık. Eğer bu da aynı çıkarsa transfere hazırdık. Ben yeni anı paylaşımı için acele etmiyordum. Sanırım Cihan da. Dünyanın Sonundaki Tapınak'ın merdivenlerini çıkarken Cihan zorlanıyordu. Rengi neredeyse bembeyazdı. Birkaç saat daha anca dayanabilirdi. Farkındaydım. Bir müddet daha yol aldık. Birkaç sigara daha yaktık, söndürdük. Basamaklarına vardık. Biraz dinlendik. Çantaya ihtiyacımız olmayacaktı. Gizli ceplerimizdeki son sayfalar. Cihan'ın yarası. Benim ihtimallerim. Tırmanmaya başladık. Cihan birden bana döndü. "Höböröy lölölöy" dedi. Neden böyle bir şey yaptığını o da bilmiyordu muhtemelen. Ben de anlamadım. Belki sadece kötü bir şakaydı. Cebimden son sayfayı çıkarttım. Değiştirdik. Kağıdı ağır hareketlerle açtım. Bir iki basamak daha çıktım. Kendi yazgımın aynısını gördüm: TRANSFER
Anlatma sırası hâlâ bendeydi. Birkaç basamak daha çıktı. Düzlüğe varınca Cihan, birer sigara daha çıkardı. Dünyanın Sonundaki Tapınak'ın kimsesizliğiyle karşı karşıyaydık. Etkileyici. Kapıdan içeriye ilk adımı atan bu sefer benim. "Okulda transferi anlattıklarında her şeyi anlamıştım Cihan. Neden on beş yaşından küçüklerin ikizi olduğunu. Neden büyük ikizlerin olmadığını. Neden on beş olduğunu. Neden seninle hayatımızın her anının yan yana geçtiğini. Üzülmüştüm ama nedense buna pek takılmadım. Biyolojik bir makine. Bir insanın ikizi... Bir insanın ikizi değil de senin kardeşin olduğumu düşündüm sonra. Belki de yazılımım ya da ilk kodlar bilmiyorum. Ne kadar sentetiğim ne kadar biyolojiğim onu da bilmiyorum. Etten ve kandanım. Ama farklı olduğumuz söyleniyor. Bilmiyorum." "Siktir et!" Cihan, karşısındaki ne zaman duygusallaşsa kısa keserdi. Yine öyle yaptı. Tapınağın çatısında kocaman bir boşluk vardı. Anlatıldığı gibi. Biz de anlatıldığı gibi boşluğun altındaki iki koltuğa uzandık.
Önce ben uzandım. Cihan defalarca tekrarladığımız gibi beni ellerimden ve ayaklarımdan bağladı. Hazırdım. O da yerine geçti. Birkaç dakika içinde süreç başlayacaktı. Benden kablolar çıkacak. Cihan'ın iki kaşının arasına ulaşacak. Deri, kan ve et. Aktarımı sağlayacak. Sadece Dünyanın Sonundaki Tapınak'ta gerçekleşebilen bir mucize. Sadece hayatımızda bir kez görebildiğimiz cinsten. Ve yine sadece bir kişinin anlatabileceği. Bir kişinin zihninde var olabilecek bir anı. Bir yara. Başlamak için yapmam gereken hiçbir şey yoktu. Anılarımız eşleşmişti. Hazırdık. Cihan nereden baksan bir iki saat daha dayanırdı. Dönüş yolunda o bedene ihtiyacı olmayacaktı. Kaç dakikam kaldı emin değilim. Cihan konuşmuyordu. Bir önemi olmasa da bir şeyler demek istedim. Benim yolculuğum bitiyordu. Bu anılarla dönecek, ağırlığı altında ezilecek olan ikizimdi.
Ona güç vermek isterdim. "Cihan." dedim. Gayet sakin bir ses tonuyla. Bağlı olduğum için onu göremiyordum. Sadece kırık çatı ve gökyüzü. "Cihan." dedim tekrar. Cevap vermedi. "Höböröy lölölöy" dedi sadece. Anlamı yoktu. Belki de insan olmanın heyecanı ya da omuz yarası. Önemsemedim. "Cihan," dedim. "Eğer bir şansım ya da hakkım olsaydı. Ya da ne bileyim bana sorsalardı yani. Yine bunu seçerdim sanırım. Bil istedim. Zihnini kabul ettim. Transfere hazırım." İki kaşımın arasına değen kabloları gördüm. İçeri giriyorlar. Böyle olmamalıydı. Bir yerlerde bir şeyleri yanlış yaptım sanırım. Babam. Babam gözlerimde. Hastanede yatıyor. Bembeyaz. Kulağıma eğilmiş. Konuştu. İki kelime. Şimdi canlanan iki kelime. Ben kimseye söylemedim. "Oğlum, Adem."
***
Birkaç saat sonra uyandı. Önce soluna, sonra sağına, sonra tekrar soluna baktı. Kahkaha attı. Kollarını, bacaklarını esnetti. "Höböröy lölölöy" dedi. Bağlar çözüldü. İndi. Elini yumruk yaptı. Koltuğa vurdu: "Siktir lan, ne çok acıdı." dedi. Dakikalarca güldü. Diğer koltukta cansız yatan ikizinin yanına gitti. Sol bileğini eline aldı. Değişik bir hareketle gezdirdi parmaklarını. "Merkez. Dünya Fetih Ordusu'ndan RDRL Deneyi Sorumlusu And. Er. YKTRTGRL konuşuyor. Dünya'dan bildiriyorum. Başarılı. Tamam. Başarılı. Duydunuz mu? Başarılı. Biyolojik bedene tam fonksiyon çalışan işletim sistemini aktardık. Tamam." Tavandaki boşluktan gökyüzüne baktı. Sonra yanındaki koltuğa. "Adem" Elini yumruk yaptı. Koltuğa bir kez daha vurdu: "Höböröy lölölöy"