Acemi Öykücü ya da Müjgan

İlk görüşte aşk dedikleri bu galiba. Kendime hayret ediyorum.
İlk görüşte aşk dedikleri bu galiba. Kendime hayret ediyorum.

Elimi dudaklarına götürüyorum bir kelime daha etmemesi için. Ağaçların yeşili, kuşlar, Müjgan’ın saçlarındaki rüzgar, yıldırım aşkımıza şahit oluyor. Ayağa kalkıyor, kol kola yürüyoruz şimdi. Gün batımı ve biz; sinema kokulu bir sahne…

Son günlerde uykudan önce öykü mırıldanmayı adet edindim. Ninni gibi bir şey. Gözleriniz kapanır, hayal gücü devreye girer; yanı başınızda öykünün hikâyesi belirir, kahramanla özdeşleşirsiniz… Farklı bir hipnoz hali. Mesela sondan bir önceki öykümde parktaydım. O gün izinliydim. Öyküyü henüz yazmamıştım, sadece mırıldanıyordum. Bir ‘bank’ sahnesi vardı. Bank boştu. Az ötede harap bir kamelyanın içinde çok güzel genç bir kız oturuyordu. Bence adı ‘Müjgan’dı. “Sarı saçları sırma sırma dökülmüş, gözleri dört defa lacivert” bana bakıyordu. Kafamdaki öyküyü iyi ki gezdirmeye çıkarmışım. Müjgan el salladı, kişiliğimin bulutsu yanına çok yakışırdı doğrusu. Aslında bu öyküde bir kadın figür istemiyordum. Toplumsal sorunlara katkım olsun diye parkta çocuk kaçırma vakası seçebilirdim. Ama işte neyin ne zaman karşınıza çıkacağı belli değil ki. Belki de yeniden aşık olma isteğim onu bu öyküye çağırdı. Müjgan’la devam etmek istiyorum. Hafif güneş yanığı bal rengi ten, geriye taranmış uzun sarı saçlar, yanağının yumuşacık çizgisi, minicik kulaklar…

Karın boşluğumda bir rüzgar çoğaldı, öylesine hafifletti ki beni bir an ayaklarım yerden kesildi sandım. Kim derdi ki bir gün kendi öykümün kahramanına aşık olacağım. İlan-ı aşkta bulunsam mı? Mutlu bir yuvamız olacak; ‘topuzlu karyolamız’, ‘aynalı konsolumuz’, çocuklarımız; bir kız, bir erkek… Baştan söyleyeyim çalıştırmam. Otursun, evinin kadını olsun. Bakışları elimi ayağıma dolaştırıyor, öykümü çıkmaza sokuyor; bırakacam öykü bildiği gibi devam etsin. Bu öyküde iki kişiyiz ama ben yalnızım. Şu anda öyküdeki yerim parkta gezen biri sadece. Yanına gitmeliyim. Gittim. Yeni başlayan beraberliğimiz adına ona bir sigara uzatmak istiyorum, sonra da sigarasını yakmak, filmlerdeki gibi. Gülümsedi, yanağında bir gamze seğirdi. Narin, uçucu bir havası var. Teninden zambak kokusu yükseliyor. Pırıltılı bakışlar…

Elini uzattı, “Merhaba benim adım Arzu”, dedi. Nee! Arzu mu? Ucuz piyasa romanlarındaki adlara benziyor. Tabi bunu ona söylemedim. Ceylan bakışlı, gözleri nemli, göz kapakları kıpır kıpır. Üzerinde mor bir elbise var, mahcup bir tavırla: “İsterseniz öyküyü yazarken adımı değiştirirsiniz”, diye ekledi. Aman Allahım! Bu öykünün yazarı olduğumu biliyor. Demek erkek kahraman kılığına girmemi yutmamış. Elimi dudaklarına götürüyorum bir kelime daha etmemesi için. Ağaçların yeşili, kuşlar, Müjgan’ın saçlarındaki rüzgar, yıldırım aşkımıza şahit oluyor. Ayağa kalkıyor, kol kola yürüyoruz şimdi. Gün batımı ve biz; sinema kokulu bir sahne… İlk görüşte aşk dedikleri bu galiba. Kendime hayret ediyorum. Şaşkınlığımı görmemesi için yüzümü öbür tarafa çeviriyorum; uzun boylu, iri kıyım bir adam küfürler savurarak bize doğru koşuyor. Yüzünde sinik bir ifade, namusunu kurtarmak ister gibi bir hali var.

Tükürüklü heceleri beni hedefliyor, ne dediğini anlayamıyorum. “Eyvah! Abim”, diye çığlık atıyor. Kalbim ağzımda atmaya başlıyor. Boğazımda suç gibi kekremsi bir tat. Olduğum yere mıhlanıyorum. İşte, öykünün burasında tıkanıyorum. Klişe bir son bulabilirim bu öyküye, zaten anlatım da klişe ama olmuyor, garip bir çıkmaz sokaktayım hissi… Bilgisayarı kapatıp ayağa kalkıyorum. Kitaplığıma yöneliyorum; Das Kapital ile Usher Evi’nin Çöküşü arasında duran “Portakal Bahçeleri”ni çekip alıyorum. Elimde kitap pencerenin önünde bir süre oyalanıyorum, burada değilmiş gibi buradayım. Mutlak bir uyuşukluk hissi… Soyut bir baş dönmesi… Portakal Bahçeleri’ne gitmek istiyorum. Öykünün sonunda bir makas değişikliği yapsam iyi olacak ya da öyküyü bırakıp yeni bir öykü mırıldanmalıyım. Klasik bir sonla da bitirebilirim: kız, abisine engel olmaya çalışır; kurtulmak için gözyaşını dener; oğlan duayı. Abi falçatasını sokar devreye. Gözyaşı ve dua herkeste sonuç vermiyor tabi.

Oğlan sırf sevgileri adına kaçarcasına uzaklaşır parktan fakat kalbini orda bırakmıştır Abi, kızı saçlarından sürükleyerek evlerine götürür. Müjgan tam iki ay çıkamaz evden. Oğlan, iki ay iki gündür parkta beklemektedir. Geceleri de kamelyada yatmıştır. Öykünün, Müjgan’ın evinde geçen bölümünden haberi yoktur. Olmasın da, çok feci! Gelgelelim Arzu’ya; gözlerinden anladım, öykünün burda bitmesini istemiyor. Bakışları öykünün daha yeni başladığını ima eder gibi. Öyküdeki geleceğimiz ikimizi de heyecanlandırıyor, bi de korkutuyor; nerden çıktı bu abi? Genelde öykülerime almam bu çamurdan Mefistofelesleri, nasıl oldu ben de anlamadım. Çalışma masama tekrar oturuyorum.

Tam öykünün muhtemel mutsuz sonunu mırıldanırken yanı başıma imgeler doluşuyor: Arzu ve Park, Arzu ve Kamelya, sonra imgelerin üşüşmesiyle bir “kişi” olma duygusu açığa çıkıyor azar azar… Sarmallı, akışkan, dalgalı bir hal; Arzu’nun imgesi yanı başımda beliriyor. Hüzün dolu bir gölgeye benziyor. Arzu yaklaşıyor, benimle bir gelecek düşlediğini söylüyor. Ne diyeceğimi bilemiyorum. “Bu sadece bir öykü; sarsıntı gibi bir şey, seni parkta bırakıp kaçan birine güvenmemelisin, şimdi ait olduğun hikâyeye geri dön”, diyorum. Ona bir hayal olduğunu söylemek üzereyken cümlem orta yerinden kırılıyor, sonunu bulamıyorum. Mahzun bir hali var, ellerini kalbinin üstüne bastırıyor. Yüzünde yeni kabuk bağlamış bir kesik izi...

Sessiz sakin devinimleriyle bale yapar gibi odada yürümeye başlıyor. Onun bir hayal olduğundan eminim ama yine de tedirginim. Kara düşsel bir şey… Yatak odasından banyoya geçiyorum. Yüzüme su çarpıyorum, aynadaki aksim gittikçe soluklaşıyor, bir kitap yaprağı rengine dönüyor. Tam da öyküyü bitirecekken, çıkıp gelmesi alt üst etti her şeyi. Onu nasıl göndereceğimi bilmiyorum. Her şeyi tersten okumaya başlıyorum. Park, Arzu, abisi, Müjgan, kuşların uğultusu, yaprakların hışırtısı, hepsi bir film şeridi gibi geçiyor gözümün önünden. Olanlara anlam veremiyorum. Bir çocuk şarkısı yükseliyor içerde; bu, onun sesi. Havada donuk bir rahatsızlık… Ürperiyorum. Eşimi uyandırmasa bari.

İşte uyandı, konuşmaya başlıyorlar; sesler gittikçe yükseliyor ve sertleşiyor. Düşsel, çaresiz bir uyuşukluk içinde bekliyorum. Bu bir rüyaysa lütfen uyanmak istiyorum. Öykü mırıldanma ritüeli bir son bulsun, hipnoz bozulsun, sıradan bir öykücü olmak istiyorum. Öyküyü kafamdan atmaya çalışıyorum. Dudaklarımdaki mırıldanmaya engel olamıyorum. Önümde açılan bu masmavi dalgalar da nesi? Sular üstüme üstüme geliyor. Midemdeki kasılma canımı sıkıyor. Çığlıklar amansızca uzuyor. Ani bir ses kesilmesi… Sadece adım adım yaklaşan birinin ayak sesleri... Gözlerim banyonun kapısında; kapı nerden geldiği belli olmayan bir şimşek sesiyle açılıyor. Yüzü Lazarus kadar solgun; elinde falçatası, lime lime olmuş giysileri, şiş kırmızı gözleriyle abisi giriyor içeriye.