Geçen sene Reyyan Bilge ile “Psikoloji, Tarih ve Hafıza” başlıklı ortak bir ders verdik Şehir Üniversitesi’nde. Orada da Proust’tan da bahsediyorduk. Kognitif psikoloji hafızayı, deklaratif ve non-deklaratif olarak ikiye ayırıyor. Deklaratif olan bizim bilinçli hafızamız ve onu da epizodik ve semantik diye ayırıyorlar. Semantik bizim bilgi olarak öğrendiklerimizi, epizodik ise tecrübe ile öğrendiğimiz hatıraları kapsıyor. Bizim burada bahsettiğimiz epizodik hafızanın otobiyografik kısmı aslında. Peki bu hafızayla hatırladığımızın mahiyeti nedir? Kokuyla, duyguyla, mekanla tecrübe ettiğimiz olay, herhangi bir yerde saklanan bir şey değil aslında…
A.E: Saklanan değil, kendimizin imal ettiği bir şey değil, kurduğumuz bir şey de değil…
Abdulhamit K: Kısmen doğru. Biz bu tecrübe ettiğimiz olayları bir yere hapsediyoruz da sonra geri çekiyoruz gibi bir durum yok aslında. Hafıza dediğimiz soyut bir yaratım süreci. Çoğu zaman nasıl düşünüyoruz? Beyinde bir yer var ve biz oraya atıyoruz. Yok böyle bir şey. Sonuçta yaşadıklarımızı depoladığımız bir yer yok. Hatıra geçmişten izlere dayanarak bugün yarattığımız bir şey ve bugün işimize yaradığı için geçmişten ortaya çıkardığımız bir şey. Kognitif psikoloji yine der ki, beynimizde hayal kurduğumuz bölge ile hatırladığımız bölge aynı noktada tetikleniyor…
Mahmut Sami Yıldız: Bir yaşındaki hâlini hatırlayan bir insan mesela. Hatırlayamaz normalde. Ama annesi, babası hikayeler anlatıyor, fotoğraflar falan derken kalkıyor “Ben 1 yaşımı hatırlıyorum.” diyor. O aslında kurduğu bir şey…
A.K: Çocukluk amnezisi (unutkanlığı) var, kişinin 3-4 yaş öncesinden bir şeyler hatırlaması mümkün değil. Ne ile kandırıyoruz peki kendimizi? Fotoğraf albümleri, videolar, hikayeler. Yalan hatıra oluşuyor kafamızda ve bunlar o kadar çok ki bizde. Bu meseleleri okurken kendimi kobay olarak kullanıyorum bazen, çalışırken, ders verirken kafamdaki şeyleri bazen not ediyorum ve kontrol ediyorum. Bir hatıramı babama soruyorum mesela, sonra anneme soruyorum. Onları karşılaştırıyorum. Aslında başı başka, sonu başka; çoğu zaman ortasını tutturmuşum. Sadece yalan hatıradan bahsetmiyorum. Çok iyi bildiğimizi zannettiğimiz, yaşadığımız pek çok şeyi aslında çok yanlış hatırlayabiliyoruz. Hafıza pek kırılgan. İnsanlar arasındaki kavgalar herkes aynı olayı farklı hatırladığı için çıkmıyor mu? Çünkü olayı herkes kendi işine yarayacak şekilde kodluyor ve olaya bugün kendisini nasıl görüyorsa ona göre şekil veriyor. Biz değiştikçe hatıra da değişiyor ve biz bunun farkında olmuyoruz. Hayatımızın on yıl öncesinden biri pat diye çıkıp “Öyle değildi.” diyebiliyor. Otobiyografik akılcılaştırma diyelim, yani hatıranın benim şu an geldiğim noktaya uygun olması lazım.
A.E: Dehşet verici değil mi?
R.Ş: O zaman geçmişin bugünü etkilediğini biliyoruz. Peki bugünün geçmişi etkilediğini düşündük mü acaba, etkiliyor mu? Çünkü geçmişi bugünden kuruyoruz.
A.E: Bu hikayeciler için iyi bir şey. Hikayenin meşruiyeti açısından. Söyleyebiliriz ki hikaye her insanın her an yaptığı şey: kendine hikayeler anlatmak. İnsanın geriye dönük kendi hikayesini yeniden yazıyor oluşu ve üstelik bunu kendinden bile habersiz yapıyor oluşu çok ilham verici bir düşünce bizim için. Böyle bir-iki film de var.
A.K: Film dedin madem Memento’yu hatırlayın. Sürekli şimdide yaşamak insanı çıldırtır. Adamın hep şimdisi var, anıları bilmem kaç saniye sonra gidiyor.
A.E: Aklıma Oliver Sacks geldi. Kendi hastası ile bir deneyimini anlatıyor, beni çok etkilemişti. Bir hastası, artık hastalığının adı her ne ise, geçmişi yok. Her seansta hasta, kendisiyle ilgili yeni bir yalan uyduruyor; “Adım Jim, avukatım.” ya da “Benim adım Willie, ben mühendisim.” gibi. Kendisine kendisiyle ilgili aralıksız yalan söylüyor, hayatını durmadan yeniden kurguluyor. Çünkü boşluk çıldırtır. Belleğine bakıp boşluğu gördüğü anda refleks olarak hemen yeniden inşa ediyor. Hayata böylece tutunuyor.
A.K: Hikaye hepimiz için şart, “anlatı” diyelim (hikaye deyince belki sadece öykü türü ile anlayıp, sınırlandıracaklar olabilir), daha doğru olur. Kendimiz hakkında başı sonu belli bir öykü kurmadan, bir “Ben-Anlatısı” olmadan akıl sağlığımızı koruyamayız. Bu hafıza konusu çerçevesinde konuştuğumuz da bu ben anlatısının her zaman değişmesi meselesi aslında. Hep değiştiriyoruz. Eski CV’lerimizi düşünün. Gerçi eski CV dedik ama böyle konulara girmek için de otuzların ortasını geçmek gerekiyor sanırım. Bu arada, “Yaş otuz beş/Yolun yarısı eder/Dante gibi ortasındayız ömrün” der ya Cahit Sıtkı. Cahit Sıtkı’nın orada neden “Dante gibi” dediğini biliyor musunuz?
A.E (İç ses) Bilmiyorum ama bilmediğimi söylemeyim şimdi.
İlahi Komedya’yı okuduysanız orada Cehennem kısmında kendisi ömrünün ortasında olduğunu söylüyor. 30-35 yaşlarında. Bazıları Cahit Sıtkı ile dalga geçiyor “Ömrünün ortasında olduğunu söyledi, kırk altısında öldü.” diyerek. Mesele kesin bir yaş değil aslında. Ömrünün ortası demek, geriye baktığında geçmişinin gelecekte yaşayacağından daha çok olduğunun idrakine varmak demektir. Orta yaş aslında bir bunalımdan ibaret değil. Orta yaşa geldiğinde dönüp geriye bakıyorsun ki yeterince şey birikmiş ve gelecekte bu kadar biriktirip biriktiremeyeceğini bilemiyorsun. 70 yaş ömrün tamamı olsa hesabıyla 35 yaş demişler. Tabii insandan insana değişir. Geriye baktığında, yaşadığın kadar ölüme var mı, bilemediğin bir yer. Tedirgin olmaya başladığın yer: Hayatı yetiştirebilecek miyim?
R.Ş: Belki de ilk defa geriye dönüp bakma hissine kapıldığın, o ihtiyacı duyduğun zaman.
A.K: Evet ve ölüm hakkında da daha dikkatli ve tetikte olduğun zaman. Öncesinde okuruz, uzaktan biliriz, zira kültürümüzde var ölüme hazırlıklı olmak. Bunu ilme’l-yakîn’le söylemek kolay, belli bir yaştan sonraysa bunu yakından hissediyorsun. Öleceğini uzaktan bilmek değil artık ölümlü olduğunu hissetmeye başladığın yaş orta yaş. Eh… Nihayetinde Cahit Sıtkı kırk altısında, Dante elli birinde ölüyor. Sonuçta böyle bir içgörü istiyor. Bakın Proust’un büyük eserinin ilk cildi, kendisi otuz sekiz yaşındayken çıkıyor. Otuz dördünden sonra başlıyor yazmaya.
Remzi hangi kitabı konuşacağımızı sorduğunda, Elmalılı Tefsiri hakkında konuşabileceğimizi söylemiştim ilkin. Çünkü durmadan dönüp okuduğum bir eser. Elmalılı tefsirinde bazı bölümler tafsilatlı, uzun uzun anlatılırken bazı bölümler var ki çok hızlı geçiyor. Elmalılı’nın hızlı geçtiği bölümler, onun hasta olduğu zamanlara denk geliyormuş. “Ölmeden önce bitireyim” telaşıyla yazdığı zamanlar. Bu duyguyu hepimiz yaşıyoruz ve yaşayacağımız bir yaş olacak. “Kafamda şöyle bir eser var, acaba yetiştirebilecek miyim?” diyeceğimiz yaşlar. Proust bunu yapıyor, o kadar etkin bir toplumsal çevreden sıyrılıp yazı çizi işlerine gömülüyor. Mesela Aykut Ertuğrul’u düşünelim. Bir noktadan sonra diyor ki: “Her akşam her akşam arkadaşlarla sigara içip dergi muhabbeti yapıyoruz, devlet kurup devlet yıkıyoruz. Bunlar boş muhabbet, ben kalıcı bir şeyler yapmalıyım.” Ve bu aynı zamanda hayatı anlama ve kendini bulma süreci.
1905’de yazmaya başlıyor Proust, yani otuz dört yaşında kendini kapatmaya karar veriyor. On üç yıl kendisini tamamen opus magnum’una adıyor. Ve son kitap özellikle… Ben bunların hepsini okuyamam bir cilt okuyayım derseniz son kitapta bu hesaplaşma çok belirgindir. Roman yazmak, edebiyat ve estetik ile ilgili fikirler de bu bölümde yoğunlukla anlatılıyor. Kendisi de o dönemde “ne yazacağımı buldum, kararlıyım” diyor ve kendi iç çatışmasını yaşıyor. “Bilmem kim hanımefendi şuraya davet etti, bilmem kim bey şuraya davet etti” diyerek. Hepimizin yaptığı gibi. Her zaman meşru bir sebep buluyoruz yazmaktan kaçmak için. Hepimizin kafasında böyle bir eser vermek var, bu yaşa kadar erteleye erteleye geliyoruz. Ama o “kim nereden çağırırsa çağırsın, bunu yapacağım.” diyor. Tabii ailesinden de bir mal varlığına sahip, hiç doğru dürüst çalışmamış yazı çizi dışında iş yapmamış.
M.S.Y: Mantar karolarla izoleymiş herhalde çalışma ortamı, müzisyenlerin ses stüdyoları gibi.
Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!
Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım