2000’li Yıllar Öyküsüne Bir Bakış Denemesi

Cortazar’ın meşhur sözüne atıfla, her maça nakavt için çıkan öykücüler için elbette zeka iyi bir yumruk biçimi.
Cortazar’ın meşhur sözüne atıfla, her maça nakavt için çıkan öykücüler için elbette zeka iyi bir yumruk biçimi.

Baş döndürücü bir çağdayız. Hawking bile telaş içinde insanlığı, makinelere bağımlılığın tehlikeli boyutlara geldiği konusunda uyarıyor. -ironik bir şekilde yine bir makine aracılığıyla- Teknolojiye/tüketim kültürüne teslim olmuş haldeyiz; internet, telefonlar, televizyon, icatlar icatlar icatlar...

Post Öykü’nün 9. sayısında Cemal Şakar, “İslamcı Öykünün Uzlaşımları” başlığıyla dikkate değer bir yazı yazdı. Yazıda Seksen Kuşağı öykücülerinin dil dünyası hakkında önemli bilgiler vererek; tematik ve biçimsel uzlaşımlarını dile getirdi. Okumayanlar için doğrusu büyük bir kayıp. Edebiyatımızda böyle hesaplaşma metinlerine sık rastlanmıyor çünkü.

Yazısını bir davetle bitiriyordu Şakar: “2000’lerden sonra yeni bir dönemin eşiğindeyiz, hatta eşikten içeri atladık bile. Dünyanın küreselleşmesi, edebiyatımızın dünyayla eş zamanlı yürümesi ve bunun hem teorisine hem pratiğine açık bir hale gelmemiz, internetin ve sanallığın aşırı etkisi, postmodern hakikatsizlik. (...) Gerek kuşağın mensupları gerekse genç öykücüler bu uzlaşımlarla hızla yüzleşmeli, hesaplaşmalıdır.”

Şimdi ben de bir nevi davete icabet ederek, 2000 sonrasında öykü yayımlayan öykücülerin öykülerindeki biçimsel ve tematik tercihler üzerine düşüneceğim. Ya da en azından deneyeceğim.

Öyküde Teknosa Etkisi:

Baş döndürücü bir çağdayız. Hawking bile telaş içinde insanlığı, makinelere bağımlılığın tehlikeli boyutlara geldiği konusunda uyarıyor. -ironik bir şekilde yine bir makine aracılığıyla- Teknolojiye/tüketim kültürüne teslim olmuş haldeyiz; internet, telefonlar, televizyon, icatlar icatlar icatlar... Peki tüm bu radikal değişiklikler bize ne yaptı? Dergilerde, kitap eklerinde, soruşturmalarda vs. sürekli yeniliklerin öyküye yansıması konusunda yazarları heveslendiren sağanak halinde yazılarla muhatap olup duruyoruz. Zamanın ruhunu kavramak, hız çağına ayak uydurmak, teknolojinin farkında olmak... Sonunda, bu gereksiz sayılmasa da abartılı teşvik, yan etkilerini göstermeye başladı. Son model aygıtları öykümüzde kullanınca “yenilikçi öykücü” olacağımızı sanmaya başladık. Oysa öykü-cü, aygıtlara değil aygıtların insanı nasıl değiştirdiğine bakmalı. Zamanın ruhunun bizi ne hale getirdiğini görmeye çalışmalı. Hikaye anlatıcılarının odak noktası, insandan makinaya doğru kaydı. Bu da bir çeşit tahakküm mü yoksa?

“Öykümde saban mı kullansam yoksa traktör mü, duman mı kullansam SMS mi?” diye sormak öykünün güncelliği/yeniliği açısından yeterli değil. Yani öykücünün gözü, Teknosa raflarında değil, o raflara bakan insanda, o rafları gezerken kendi benliğinde olmalı.

Zeka Gösterisi:

Yenilik saplantısının bir diğer yan etkisi olduğunu düşünüyorum bu yönelimin de. Bir hikaye (ne olur artık öykü derken ne, hikaye derken ne demek istediğimizi anlattırıp durmayın) anlatmak yerine okurun karşısına zeka gösterileriyle çıkıyor öykücü. Zeka, güzellik ve zenginlik saplantısının aralıksız pompalanıp durduğu dizi/film sektörü (Amerikan kültürü) bizi etkilememiş olamaz değil mi?

Marifet, çalışma, vefa, kanaat, sabır, hüner, fedakarlık gibi eski yüzyılda kalmış ya da anlamları bugün değişmiş kavramların hayatımızdan çekilmesiyle öykü, hız çağına tematik olarak da uyum sağlıyor.

Son yıllarda Türkiye’de de artan “performans sanatları” diyebileceğimiz tek seferlik, vurucu “iş”ler, yanlış bir algı oluşturmuş olabilir mi? “Bu sanattır” etiketinin, “kimsenin aklına gelmeyen”, en zekice ve en yeni olana yapıştırılmaya başlanmasında performans sanatlarının dolaylı yoldan da olsa etkisi olduğunu düşünüyorum.

Cortazar’ın meşhur sözüne atıfla, her maça nakavt için çıkan öykücüler için elbette zeka iyi bir yumruk biçimi. Ama boks, tek bir yumruk ve hatta yumruklardan ibaret değil. İlle zekadan bahsedeceksek önemli olan kurgu zekasıdır ki; metne bilmeceler yerleştirmek, kelime oyunları yapmak, zeki bir anlatıcıymış gibi davranmak, kendi kendine atıflar yapıp durmak (self-plagiarism?) bir yazarı tek başına zeki yapmaz. Galiba Flaubert söylüyordu: “İyi yazar evrendeki Tanrı gibidir. Varlığını hisseder ama onu göremezsiniz.” (Yüz yıl sonra gelen edit: Meta-kurgu filan diye postmodernlik yaparken bile.)

Her şeyde olduğu gibi zeka, öyküde de gereklidir; hatta iyi öykücüler aynı zamanda zekidirler. Anlatacakları hikayeyle biçim arasındaki ayrılmaz birlikteliği sadece onlar kurabilirler. Sorun zekayı gösterme çabasında yatıyor. Bu tür öykülerde hikaye alabildiğine geri çekiliyor; biçim sakilleşiyor. Okur, daima şapkadan tavşan çıkardığını illa göstermeye çalışan bir sihirbazla karşı karşıya olduğu hissini yaşıyor.

Mahalle Nostaljisi:

Az önce bahsettiğimiz baş döndürücü hızın bir diğer sonucu olduğunu düşünüyorum bu etkinin de. Benim gibi seksenli yıllarda doğanlar ve sonraki kuşaklar, hayatın tam da hızlanmaya başladığı yıllarda (doksanlar) çocukluklarımızı yaşadık, yaş alıp geriye baktıkça büyük bir boşlukla karşılaştık. Ne büyüdüğümüz sokak yerinde duruyordu, ne bize tesir eden hikayeler, ne kişiler, ne de biz büyürken hayatı dizayn eden kurallar... Her şey her an değişiyordu. Hayat değişir biliyorum ama bu defa olan şey başkaydı. Birkaç neslin birlikte büyüdüğü evlerden, iki yılda bir yer değiştirilen çağlara geçişi kast ediyorum; bütün toplumun neredeyse bir göçebe toplumuna dönüşmesini...

Birkaç neslin aynı oyuncaklarla büyüdüğü yıllardan, üç günde bir yeni oyuncak alınmazsa çıldıran çocuklara geçişimizi; ergenlik çağımızda gidip sigara almaya korktuğumuz esnaftan, sizi bir daha görse bile asla tanımayacak olan mekanik reyon görevlisine geçişi. Örnekleri uzatmaya gerek yok, bahsettiğim öyküler tam da bu örnekleri çoğaltıyorlar zaten. Ama nedense zamanından erken gelişen nostalji duygusunun sebep olduğu metinler, genelde iyi yazılmış hatıralara dönüşüyor. En azından hep böyle bir risk taşıyor. Daha fenası ise -sonraki maddelerde de değineceğim- yazar enflasyonuna sebep oluyor olması... Her hatırası olan, ortalama bir dili de tutturunca (ki o ortalamanın çıtası genel bir sığlaşma sonucu epey düşmüş durumda) öykücüyüm diye koşuyor meydana.

Ardımızdaki büyük boşluk, gitgide o boşluğu “estetize” etmeye çalışan yığınları topluyor etrafına. İmaj şu: Bir meteor çukurunun etrafında toplaşıp fotoğraflar çeken ve sürekli paylaşım yapan turistler...

İroni:

Kaynağı daha eskiye götürülebilmekle beraber 2000’lerden sonra “ironi”nin gölgesi, yazılan her metnin üzerine düştü diyebiliriz. Bir anlatım tekniği olarak ironiye ise “ismi var kendi yok” dersek abartmış sayılmayız. Teknoloji bahsinde değindiğim gibi ironinin önemli olduğu, postmodernizmin temel taşlarından biri olduğu konusunda herkes hemfikir fakat muzip olmakla alaysılık, gülünç olmakla ironik olmak arasındaki fark, yazar ve kitap tanıtımcıları tarafından pek görülmedi.

Diğer yandan özellikle “İslamcı öykü”nün yeni kuşak yazarlarında ironi, gelenek-modern çatışmasının tezahürü olarak metinlere sızdı denilebilir. Şakar’ın yazısında değindiği gibi önceki kuşak öykücülerde gelenek-modern çatışması temel temalardan biriydi fakat söz konusu öykülere baktığımızda bu çatışmanın ekseriyetle “yiten güzel günler”e ağıda dönüştüğünü görüyoruz. 2000’lerden sonra Türkiye’de modernizm, akademiden gündelik hayata (ki toplumun bir fikri içselleştirmesi o fikrin tüm kurumlarıyla yerleştiğinin ispatıdır) adaptasyon tamamlanmış ve yeni kuşak öykücülerin böyle bir derdi kalmamıştır.

Eski güzel günleri hatırlayan da kalmamıştır zaten. Kitabi ya da pratik olarak Müslüman kültürle büyüyen yeni kuşak, çareyi alaysılıkta bulur. Yeni kurallara göre dizayn edilen eylemlerinde yaşatmaya çalıştıkları dini hayat, esasen henüz modernizmle, Batı’yla, Amerikan kültürüyle, kapitalist düzenle gerçek ve sağlıklı bir hesaplaşma yapmaya fırsat bulamamıştır. Bu derin çelişkiyle karşı karşıya kalan sanatçının imdadına ironi yetişir. Kendi haline acımayı bırakıp acı acı gülümsemeye yahut kendiyle alay etmeye başlamıştır öykü karakterleri. Bu derin ve travmatik durum yeni kuşak öykücülerin öykülerine de yoğun olarak yansımıştır.

Türsüzleşme ve Vasatın Egemenliği:

Türsüz metinlerin bu kadar çoğalmasının bir iyi bir de kötü sebebi olabilir. İyi ihtimal tüm bu karmaşa, kaos, içinden yeni bir düzen çıkaracak; yeni türler doğacak. Derdimizi anlatmak için var olan formlar yeterli olmuyor. Kim bilir, belki de? Her şeyin hızla değiştiği bir çağdayız, her çağ kendi formunu da oluşturur.

Kötü ihtimalse sosyal medya, makineleşme, refah seviyesinin görece artışı, yeni bir orta sınıfın yükseliyor oluşu genel bir sığlaşmaya sebep olmuş olabilir. Şöyle ki; Maslov’un ihtiyaçlar hiyerarşisiyle baş edebilen her fert, kendisine yeni bir amaç aramaya başlıyor. Entellik ihtiyacı gelip gırtlağa dayanınca da kültür endüstrisi imdada yetişiyor. Yazı atölyeleri, kredi kartına on taksit kitap basan yayınevleri, seminerler, kurslar derken elli yaşında üniversite mezunu, emekli adam ve kadınlar feysbukta yazdıklarının yüzlerce beğeni alıyor oluşundan da cesaret alarak yazar oluveriyorlar.

Elbette formun kurallarını öğrenebilenler de var. Asıl kafa karışıklığını yaratanlar da onlar. Bir editör olarak artan öykücü sayısının da nispeten buna bağlı olduğunu düşünüyorum. Yaratıcı enerji, tutku, ilham, deha... olmadan gelinebilecek son noktaya kadar gelebilen atölye mezunları, kurallarına göre yazılmış ancak vasatı aşamamış birçok metinle dolduruyorlar mail kutularını. Şansı ve parası olanların, devam ettiği kursun bağlı olduğu birimde (dergi) öyküleri yayımlanıyor ve sonunda dosyaları kitaplaşıyor bile. Sadece ihtiyarlar için durum böyle diyemeyiz, aynı şartlarda sosyal medyadaki popülaritesi ve ortalama metin bilgisinin kendisini yazar yaptığını düşünen pek çok genç yazar(!) da var. Yeni çağın dili etiketiyle böyle pek çok öykü kitabı okuduk, okuyoruz. Hem de kelli felli yayınevlerinin logosuyla destekli olarak.

Büyük ve tehlikeli bir genelleme yaptığımın farkındayım ama bu genellemenin dışına çıkmak kolay. Post Öykü’nün geçen sayısında yayımlanan Selman Bayer imzalı yazının iyi bir yazarla vasat bir yazar arasındaki temel farka ziyadesiyle vurgu yaptığını düşünüyorum: Okurluk.

Söz konusu yazarlık olunca neyi okuyorsak biz oyuz çünkü. İyi metinler okuyorsak iyi metinler yazma ihtimalimiz yüksek, sığ metinler okuyorsak sığlaşma ihtimali yüksek. Hiç okumuyorsak hiçleşme ihtimalimiz neredeyse yüzde yüz.

Aslında her biri ayrı bir madde olabilecek şu uzlaşımların sebebi de aynı yerlerde aranabilir: Yeni yazılan öykülerde mekanın, imgelerin, karakterlerin, kelimelerin gittikçe azalması. Hayattan kopma. Dilin fakirleşmesi. Yapış yapış lirizm.

Bitirirken; bu listenin de her liste gibi genellemeler içerdiğini, söylemek gerek belki de... Diğer yandan her maddede/başlıkta yazılmış iyi öykülere de rastlandığını ifade etmezsek yiğidi öldürüp hakkını yemiş olacağız. Ama hayır, olaylar ve kişiler hayal ürünü değildir.

Diğer yandan alt alta ve gereğinden uzun açıklamalarla saydığım bu yönelimlerde hikayeden kaçış ve zihinsel tembellik, ortak eğilim olarak göze çarpıyor. Günümüz öykücüleri arasından da doğal olarak hikayeyi görebilen, anlatabilen, düşünmeye erinmeyen öykücüler sıyrılacak gibi görünüyor. Esasen bu tip yazıları yazmaya çalışırken de okurken de sonunda insan hep aynı duyguya kapılıyor. Hatalar, sonu bataklık olan tehlikeli yollar, yönelimler adı sanı değişse de hep var olacak ama iyi öykünün kuralları temelde aynı kalacak. Öykücü kendi çağına sahih bir şekilde tanıklık etmeli, sahih bir derdi, anlatacak bir hikayesi; çoğu çalışmayla elde edilen marifet ve hünere sahip olmalı. Gerisi iyinin neden iyi, kötünün neden kötü olduğunu açıklama çabası. Ama galiba bu çaba da edebiyata, öyküye dahil.

  • Yenilik yenilik dediğiniz iyi bir halt olsa o nur yüzlü teyzeler, yürüyen merdivenlere adım atmaya çalışırken sapır sapır dökülmezler! Peki bunun hikayesi yazıldı mı? (AE)