“Zor gençler” unutuluyor
Son 15 yıllık sürece baktığımızda belediye çalışmalarının pek çok alanda toplumsal yetenek ve becerileri gerileten bir duruma gelmiş olduğunu görüyoruz. Her işi yapan, her alanı kuşatan bir belediyeciliğe dönülmüş durumda. Bu da çok temel, insanların kendi sosyolojik gerçekleri içerisinde organize olma becerilerini askıya almalarına yol açan bir süreci beraberinde getiriyor.
Basit bir örnekle detaylandırırsak, cenazeniz varsa belediye yemeğini gönderiyor, çadırını kuruyor, hocasını organize ediyor, derken her şeyi yapıyor. Peki, cenaze yakınları, komşuları ne yapacak? Yapacak çok fazla bir şey kalmıyor.
Bir başka örnek verecek olursak: Çocuk okula gidiyor, belediye bu sefer onun ders desteğini, sanatsal faaliyetini organize ediyor. Bunun gibi çalışmalar aileleri şu ironik noktaya getirmiş durumda: “Biz acaba pazar günü de mi çocuğu belediye etkinliğine versek yoksa ailece biz de mi gitsek!”
Belediyeler, bir taraftan toplumun küçük birimi olan ailenin, sonrasında bir mahallenin, bir ilçenin, bir şehrin örgütlenme biçimini/kültürünü de yeni bir kurguyla kurmaca bir şekilde, biraz da zorlayarak inşa ediyorlar. Belediye çalışmaları bana bunu hissettirir oldu. Şu da denilebilir tabii: “Tamam ama ihtiyaç sahibi insanlar var, herkes bunu yapamıyor.” Kesinlikle doğru, destek olunmalı, ihtiyaç sahibi insanlar var ama bu böyle mi yapılmalı?
Temel toplumsal sorumluluklar belediyelerce tamamen üstlenilmemeli. Cenazesinden, çocuğun ders desteğine kadar toplum kendi sorumluluğunu taşımalı, yerine getirmeli.
Olaya gençlik çalışmaları açısından odaklanalım. İl, ilçe bazında gençlere yönelik eğitim, sosyal yardım, sağlık hizmetleri ya da kültürel bazı faaliyetlerden yararlanıldığını, bunlara yönelik hizmetlerin geliştirildiğini görüyoruz. Okuyan gençlerin dersine destek oluyoruz. Tabii ki okula devam edip başarılı olan çocukların eğitimi çok önemli.
Ama mesela bu yapılırken okula hiç devam edemeyen ve okuldan kopmuş gençlerle ilgili çalışma göremiyoruz. Dikkatinizi çekeyim, çalışan gençlik diye bir faaliyet başlığı yok!
Çalışan gençler, gençlikten çıkıyor zannediyoruz. Aile de böyle bakıyor, belki gencin kendisi de böyle yorumluyordur. Tabii toplamda devlet politikası bağlamında da, yerel yönetimler bağlamında da çalışan gence yönelik bir hizmet politikası geliştirilemiyor.
Farklı zaman ve zeminde çok sayıda belediyenin gençlik çalışmalarını değerlendirmek durumunda kaldım ve orada şöyle bir vaatle karşılaştım. “Hocam biz ‘zor gençlerle’ –suça karışmış, şiddete bulaşmış, madde kullanan ya da belli travmatik hikâyeleri olan, desteğe daha çok ihtiyacı olan gençlerle– bir çalışma modeli
kuramıyoruz. Böyle bir model öngörmüyoruz” gibi durumlar sık sık gündeme geliyor. Çok çarpıcı bir şey söyleyeyim, belediye çalışmalarına yerelde kabaca bakıldığında, bütün belediyelerde çok net ortaya çıkan şey, bir şekilde bir üniversite kazanma umudu olan gençlerin daha iyi bir üniversite kazanmasını motive eden bir eğitim çalışması yapıldığıdır.
Tavsiye isteyen bir belediyeye sormuştum: “Sınıf tekrarı yapan çocuklarla özel çalışma yapıyor musunuz? Bu öğrencilerin kim olduğu belli, Millî Eğitim’de bunların kayıtları var.” “Ama hocam, zaten onlar kalmamışlar mı, eğitim ve okulu istemiyorlar” cevabını aldım.
İstanbul ölçeğine baktığımızda, özellikle yedi sekiz tane göç alan ilçenin gerçekliği bize liseye başlayan gençlerin önemli bir kısmının, lise dördüncü sınıfa gelip mezun olamadığını gösteriyor. Bundan birkaç dönem önce bunun oranı %50’ye yakındı. Şimdi olsun %25-30. Dörtte bir oranında genç zaten lise eğitimini tamamlayamıyor.
Eğitim kurgusunu yaparken, zihnimizde de böyle bir sonucu doğuracak bir yaklaşımın olduğu anlaşılıyor. Dolayısıyla bir gençlik politikasından bahsedeceksek bu, bütün gençleri kuşatan ve bütün gençlerin istifade edebileceği bir şekilde planlanmalıdır.
Diğer etkinlik alanlarında da aynı şeyi görüyoruz. Yine dört beş yıl önce belediyede yaşadığımız bir durumu paylaşayım: Bir belediyemizin gençlik merkezi üzerine bir tespit yapmıştık; o gençlik merkezine gelen giden gençlerle, buradaki etkinliklere, çalışmalara katılanlarla ilgili bir profil incelemesi yaptığımızda %70-80’inin bir şekilde bu “hayata tutunmuş” gençler olduğunu görmüştük. Hatta çalışanların kurduğu cümle şöyleydi: “Hocam diğerleri geldiğinde (sorunlu gençler) ortamı bozuyorlar, verim alınamıyor, amaçtan sapıyoruz.” Gençlik merkeziyse bu, her gence hitap etmeli. “Not ortalaması 2,5 ve üzerinde, ebeveyni ile aile ortamında yaşayan, ortalama kendi sorunlarını anlatabilme becerisine sahip gençlerin gençlik merkezi” gibi ismi uzun bir tabela yazarsak hiçbir sorun yok. “Sorunlu gençleri” almayalım oraya. Ama adı “gençlik merkezi” ise eğer, burada herkesin gelebileceği bir ortamın olması gerekiyor. Bunu bir eleştiri olarak söylemiyorum, bu bizim bazen farkında olarak bazen de farkında olmayarak yaptığımız hatalı bir uygulama.
Çalışan gençler “genç” değil mi?
Bakın gençlik çalışmaları ile belediyelerin afişe ettiği, öne çıkardığı şeylere; bunlarda “başarı hikâyeleri” söylemi var. Tıpkı Türkiye’de bir dönem gerçekliği olan dershanelerin önlerine sınav sonunda astıkları başarı tablosu gibi belediyeler de başarı tablosu asma derdindeler. Gençle ilgileniyorsak gençlik dönemi başarı ile başarısızlığın harmanlanarak devam ettiği bir dönemdir zaten. Şimdi başarısız dediğin genç, on sene sonra çok başarılı başka bir hikâyeye sahip olabilir. Bunu şu an ölçemeyiz, ölçerek bir sonuca da varamayız. Temeldeki bu bakış açısı faaliyetlerimizi şekillendirirken bizim çerçevemizi de çiziyor. Ne demek istiyoruz?
Ben Fatih ilçesindeysem eğer, Fatih ilçesinde yaşayan gençlerin profilini çıkarmam çok zor değil. Bu bilgilere ulaşabiliyorum. Bunun üzerinden kim sınıf tekrarı yapmış, kim okuldan ayrılmış, kim çalışıyor, kim okula hâlâ devam ediyor, başarı düzeyi ne durumda, bunlara dair bir planlama yapacaksam bunlara bakıp hizmet politikamda çeşitliliklere gidebilirim. Dolayısıyla yine kamu kaynağını herkese adil şekilde yayabileceğim bir denkleme dönüştürebilirim.
Burada kritik nokta adalet! Çalışan gençlerle bir vesileyle konuşuyorum ve görüşüyorum. Kurdukları cümle, istekleri basit: “Hocam bize belediyenin sunduğu bir hizmet yok ki! Yol, ışık filan eyvallah da, toplanıyoruz çalışanlar olarak, hiç olmazsa halı sahada indirim yapsalar.” Sadece eğitimli ve başarılı gençlerin odağa alınmadığı, diğer çocukların da dâhil edildiği bir projeksiyon yansıtmak gerekiyor.
Bir başka nokta, belediyelerin hiç farkına varmadan aslında sivil toplum kuruluşları gibi çalışmalarıdır. Bir belediye şunu nasıl söyler, hayret ediyorum: “Biz bir genci alacağız, dört yılda şuraya getireceğiz.” Sen belediyesin; sen dernek, vakıf değilsin. Bu nasıl bir vizyon? Ne olarak yapıyorsun? Yetiştirme kavramı oldukça problemli, onu bir tarafa bırakalım, sen bunu hangi çerçeveyle yapıyorsun? Bu maalesef sivil toplumu daraltıyor.
Daha önce sivil toplumda yapılan faaliyetlerin, belediyecilik kılıfına uydurarak yapmaya devam edildiği bir duruma karşılık geliyor. Bu şu demek değil: Gençlere bir şeyler yapılmasın! Olsun tabii ki, ama belediyenin bir eğitim kurumu olmadığı da göz ardı edilmesin.
Bir başka şey, gençlik çalışmalarının belediyelerin reklam malzemesi hâline geldiği! 300 genci, buradan Diyarbakır’a, Bursa’ya götürmek; 300 kişinin gireceği şekilde fotoğraf çektirip onu yayınlamak mı gayemiz?
Belediye gençlik çalışmaları “attaya gitme çalışmaları” değildir. Türkiye’yi tanıtmalarına diyecek lafımız yok ama kritik nokta şurası: “Biz bu çalışmayı mı yapmalıyız yoksa elimizdeki kaynaklarla yerelde uğraştığımız ve sorumluluk alanımıza giren gençlerin tamamına uygun başka çalışmalar da mı planlamalıyız?” Bu nokta mühim! İşleri karıştırdığımız kanaatindeyim.
Gençler yeniden “üretilmiş okul”u istemiyorlar aslında. Bilgi evi veya gençlik merkezi uygulamaları iyi uygulamalar olmakla birlikte revize edilmeye muhtaç. Evet, üç dört yılda dershaneler kapatıldı, FETÖ olayları oldu. İnsanların eğitime ulaşmalarında zorluklar yaşandı. Maddi gerçeklerimiz var. Ama bununla beraber belediyeleri dershaneleştirmemeliyiz.
Hizmet kalemi olabilir ama neyi öne çıkarırsak oradan gidiyoruz. Sonuç olarak belediye hizmeti eğitimin yeniden üretildiği bir kurumsallaşmaya dönmemeli. Bu beraberinde kısır döngüyü getiriyor. Ya da bir belediye başka bir belediyeden farklı bir şey yapmalı ki kendini öne çıkarsın. Bunu da anlamış değilim ne yazık ki!
İsmini vermeyeyim, İstanbul’un göç ilçelerinden birinde, müzikle ilgili bir etkinlik vardı. Fotoğraftaki çocuk keman çalıyordu. Korku filmi afişi gibiydi. O ilçede keman çalan var mı, bilemiyorum. Varsa da kaç kişidir, hakikaten bir araştırma yapmak lazım. Çalmasınlar da demiyorum.
Bu ilçenin bir gerçekliği var, o keman fotoğrafının yerine saz koyulmuş olsa, o ilçede okumayan ama çalışan genci yakalamak adına başka bir alan açılabilir. Ama keman koyduğunda olmuyor, yakalanamıyor. Bizde bunun “toplumsal karşılığı” yok, bunu sıfırlamak adına söylemiyorum ama yüzleşmemiz gereken gerçekliğimiz bu. Dolayısıyla burada yapılan hizmetlerin afişe edilmesinde, sunulmasında da sorunlar yaşıyoruz.
Bir genç bizim ona neyi teklif ettiğimize bakar. Şu anda her gün onlarca, yüzlerce teklif akıyor gençlerin telefonlarına. Ve gençler kendisine yakınlığı derecesinde o tekliflere cevap veriyorlar. Eğer burada onların, kültürüne, yaşadığı yere, coğrafi şartlarına, maddi imkânlarına uygun bir şeyler gelmiyorsa onlar zaten projeye baştan dâhil olamıyorlar.
Belediyelerdeki gençlik çalışmaları proje çöplüğüne dönüştü. “Bir şey yapalım ama proje bazlı olsun, gençler de olsun içinde. Biz proje odaklı, gençlerle yürüyelim, onlarla bir şey yapalım” derken olay buraya evriliyor. Bizim gençlikten muradımız bu mu? Bu da işin başka bir tarafı. Kamp, izcilik faaliyetleri gibi etkinliklerin çok anlamlıları var, çok afişe olanları da...
Siyasal bir toplumuz, ben bunu fena bir şey olarak görmüyorum. Bazı bölgelerde partiye ait bir çalışmaya diğer partililer çocuklarını göndermiyorlar. Dolayısıyla burada yapılan çalışmanın özellikle kapsayıcılığı ve kuşatıcılığı anlamında yalın bir dil kullanılmalı. Tabii ki o belediyeyi kazanan partinin bir perspektifi, bir vizyonu olabilir. Ama o coğrafi sınırlar içerisindeki herkese hizmet götürmek ve bunu götürürken de birini diğerine baskılamadan yapmak zorundayım diye düşünmesi gerekir. Yapılan çalışmaların önemli bir kısmının da bu şekilde gittiğini düşünüyorum.
Genel olarak gençlere dair meseleyi konuşurken, gençlerin bu duruma dair düşüncelerini konuşmuyoruz. En iyisini yapanı söyleyeyim size, “Hocam, biz oturup üç saatlik bir çalıştay yaptık, elli genci topladık” diyor. “Ee, ne yapalım gençler, iyi misiniz?” diye sormuşlar. Sonra biz gençlerle konuşup politikalarımızı belirledik, diyorlar. Şunu da demiyorum, yanlış anlaşılmasın, gençler bütün politikalarımızı belirlesin diye bir düşüncem yok. Hiç olmazsa yaptığımız işle alakalı bir karşılık olsun.
Bir ilçeye opera getiriyorsunuz, diyelim. Adamın hayatında operanın karşılığı yok. Opera getirdik, iki yüz kişilik salonda on kişi vardı, diyemezsiniz. Başka bir şey getirseydin, bu mahalleyi bu toprakları tanısaydın, derler. Bu kritik noktayı kaçırıyoruz işte. Bir belediye, gençlik çalışmalarını planlarken mahalle tabanını planlamalı. Bir mahalle diğer mahalleden sosyolojik dokusu, kültürel yapısı, gerçeklikleriyle farklı. Orada bile geçişkenlikleri sağlayacak bir çerçevenin belirlenmesi gerekli.
Toplamda bir ilçenin sınırları içerisinde bile tek bir gençlik çalışması planı doğru olamaz, eksik kalır. Bu çeşitlendirmeyi ne kadar arttırabilirsek, bu konuda sahici bir şekilde gençlerle bunun dönüşünü ve sürecini yapılandırabilirsek yapılan çalışmanın insana dokunma boyutu çok daha iyi bir yere oturur.
Yoksa biz on bin gence kurs eğitimi verdik, yirmi bin genci Çanakkale’ye götürdük, elli bin genci hoplattık, yüz elli bin gence barfiks çektirdik diye rakamlar üzerinden savaşa dönüşen garip bir durum ortaya çıkıyor. Bu değil amacımız; böyle bakarsak evet, bir şeyler yaparız ama doğru yere doğru kaynak aktararak mı gibi soruların tamamı cevaplanmaya muhtaç bir şekilde durur karşımızda.
Kendilerini devlet sanan sivil toplum kuruluşları
STK konusu çok daha sıkıntılı. Maalesef Türkiye’de şu anda çok dernek, vakıf, cemaat -hadi sivil inisiyatif diyelim bunlara- siyasetle, yerel yönetimlerle ve onun imkânlarıyla içli dışlı. Bu durum özelde yapılan toplum çalışmalarını yaralıyor.
Mesela dernek falan bakanlıktan bir proje aldı, o bakanlığın orada bir şubesini açmış gibi çalışıyor. Tabii ki devlet destekler, ama o yardım çekildikten ve proje bittikten sonra o mahallede çalışmaya devam eden dernek yine eski daralmış hâline dönecekse bunun ne faydası var. O zaman o sivil toplum kuruluşuna bunlar zaten devletti, demezler mi? Bir süre sonra sivil olarak bakılmaz.
Dernekler de vakıflar da kendilerini devlet gibi düşünmeye sevk ettiler. Konuşuyoruz gençlik çalışması yapan derneklerle. Öyle bir çerçeve çiziliyor ki, bir tarafında Milli Eğitim var, bir tarafında Gençlik ve Spor Bakanlığı diğer tarafta Sağlık Bakanlığı... Anormal bir çerçeve çizilmiş. Herkesin bir görevi var bu dünyada. Bir derneğin de birkaç karşılığı olmalıdır. Elli iş birden yapamayız ki! O birkaç karşılığı da mütevazı bir şekilde, cürmümüz oranında yaparız. Burada çalışma alanlarının karıştığını düşünüyorum.
Devlet proje tabanını desteklemeli. Fakat o projelerin içeriklerini, uygulanma şekillerini, gence sahici dokunup dokunmadığını takip etmeli ve bu uygulama sürecinin tamamında devletin göstere göstere sürekli “Ben buradayım” demeden desteklemesi gerekli. Bir faaliyete gidiyorsunuz her taraf afiş. Ben nereye düştüm, diyorsunuz. Gençlerden bahsediyoruz. Ergenlik dönemindeler, doğalarında inişler çıkışlar, isyan var. Biz de bunların tamamının üzerine etiket vuruyoruz, sonra da gençler niye gelmiyorlar, diyoruz. Niye gelsinler? Neden o kurumun ya da o afişin askeri olsun gençler!
Bizim sıkıntımız belediyenin bir derneği ya da cemaati desteklediğinde o dernek ya da cemaatten gibi olması. Öbürünü desteklese diğerleri “Bunlar şucu bucu!” diyecek. Hepsine verse “Ne yapıyorsunuz siz!” olacak. Köy derneği bile gidip yardım isteyecek bu sefer. Bunun da önünü almak mümkün değil, bu da ayrı bir konu. Burada bir standart belirlenebilir.
Mesela bazı bakanlıklar ya da devlet kurumları madde bağımlılığı alanında önleyici tabanlı projeleri destekleyeceğiz diyor. Bunu biraz daha spesifik hâle getirip, derneğin yetkinliğini de ölçüp kendisini geliştirmesini sağlayacağı bir çalışma yapılabilir. Öbür türlü bu dernek vakıf ölmesin, burada çalışsın diye hareket edildiğinde biz bir projeyi, çalışmayı ya da ufku desteklemiş olmuyoruz. O kurumu, binayı desteklemiş oluyoruz.
Belediyelerin, yerel yönetimlerin sivil toplumun içine bu kadar girmeleri doğru değil. Becerilerimizi yitirdiğimizi, çok sıradan organizasyonlarla yeteneklerimizin köreldiğini, daha da önemlisi her şeyi devletten bekleme algısının dozunun da giderek arttığını görüyoruz. Devlet yapar algısı çok daha kuvvetlenmiş durumda. İnsanlar kapılarının önündeki çöpü süpürmüyor, belediyeyi arıyor, “Kapımda çöp var” diyorlar. Kendi kapındaki çöpten niye şikâyet ediyorsun, onu alıp karşıdaki konteynere atacaksın. Utanmasa insanlar evlerindeki çöpleri belediyenin atmasını isteyecekler. Bu noktaya geldik. Hayatımıza müdahale eden bir yaklaşımdan reel bir noktaya inmeliyiz!
Avrupa’da kuzey ülkelerinden birine ziyarete gittik. Karın çok yağdığı bir ülke. Belediye çok basit bir kural koymuş: “Kapının önünün bir metrekarelik kısmını hava şartları ne olursa olsun açmak, temizlemek zorundasın. Eğer orada birisi düşer de canına bir şey olursa ondan sen mesulsün.” Doğal olan bu zaten. Biz bu hizmetin bile devlet ya da yerel yönetimlerce yapılmasını bekler hâle gelmiş durumdayız. Bunun içimizden biraz çıkması ama beceri ve kabiliyet göstereceği yönlerde de etkisini arttırması gerekiyor. Biraz alan değişimi yapmak gerekiyor.
Aslında Türkiye’de güzel bir model var: cami yaptırma dernekleri. Bir caminin yapılması bazen on on beş yıl sürer. Kim yaptırır o camiyi? Orada oturan mahalleli, esnaf, yoldan geçen ve camiyi gören bir hayırsever.
Sonra Diyanet de oraya bir imam, müezzin atar. Ya camiyi de devlet yapsa? Niye yapsın ki! Nihayetinde bu birlikte yapabileceğimiz bir beceriye karşılık geliyor. Toplumun da yetenekleri var, organize olabiliriz. Her alan domine edilirse, devlet tarafından doldurulursa insanlar da kendilerini geri çekerler.
Yapmayabilirim diye düşünür. Hatırlayın bağımlılık tartışmalarının çok yoğun olduğu dönemlerde bazı mahallelerde yürüyüşler yapıldı. İnsanlar organize oldu. Gittiler, uyuşturucu satanı bulup bir köşede dövdüler, mahallelerinde nöbet tuttular, bu alana girmemiş olan devletin boşluğunu doldurdular.
Bunun üzerine devlet bir karar aldı. Emniyet teşkilatı yeniden yapılandırıldı, şimdi mahallelerde nöbet tutanlar var. Halk bir boşluk gördüğünde organize olabiliyor ama alanı komple kapalı görünce haklı olarak bir şey yapmak istemiyor.