Zamanın ruhunu yakalamış bir mimar geçmişe seslenebilir, yarını hayal edebilir!
Halk günlük hayatın diğer mekânlarındaki değişimi itirazsız biçimde, açık fikirlilikle talep ve tasvip ederken, cami konusuna geldiği zaman aniden muhafazakârlaşıyor, geçmişin tekrarını, yeni bir arayış içinde olmayan mekânları, biçimleri önceliyor.
Geçmişten günümüze birçok şey değişirken az sayıda örnek hariç cami mimarisinin birbirinin tekrarı gibi görünmesini neye bağlıyorsunuz?
Mimari ürünler, mekânlar, yapılar, etrafımızdaki fiziksel çevre, doğrudan insan faaliyetleri ile ilişkili kurgulara sahip, bunların yapılabilmesine en uygun biçimle karşımıza çıkarlar.
İnsanın faaliyetleri ve onları yapıp etme biçimleri, alışkanlıkları ile doğrudan sıkı bir ilişki içindedirler. Geçmişten günümüze bizim yapıp ettiklerimiz aynı kalmadı, dönüştü, değişti.
Dediğiniz gibi birçok mimari ürün de evlerimiz, okullarımız, şehrimiz de geçmişten bugüne değişerek geliyorlar.
“Geçmişten günümüze” gibi geniş bir aralığı taramak şöyle dursun, henüz hayatta olan anneannemin yemek yeme alışkanlığı ile bizim evde yemek yeme düzenimiz bile birbirinden farklı.
Bu kadar kısa bir zaman dilimi içinde yemek yemek, yıkanmak, beden temizliği gibi temel bazı işlerin mekansal düzeni, yapısal bir biçimde değişmiş. Bu biçim değişikliği de, çok doğal olarak mimarî mekâna, fiziksel çevreye de yansımak zorunda.
Anneannem gibi yerde oturup yemek yiyen, yer sofrası kuran bir kadının ev düzeni ile bizim gibi masada yemek yiyen, sandalyeye oturan insanların ev düzeni farklı olacaktır. Kaldı ki bu, değişimin sadece bir cephesi, yemeklerin içeriği, sıklığı, saatleri de değişti. Sofrada kullanılan aletler, pişirme yöntemleri, servis düzeni, hemen her şey farklı.
Sırf bu örnek bile bize mimarideki değişimin arka planına dair bir fikir veriyor.
Tabii, sadece alışkanlıklar ve biçimler değil değişen, daha önce hayatımızda hiç olmayan ve şimdi rutin hâle gelmiş olan birçok şey var. Daha önce hayatımızda olan, şimdi terk ettiğimiz yine birçok şey var. Yüz yıl önce sıbyan mekteplerinde, mahalle mekteplerinde, medreselerde vs. verilen eğitim ile bugünkü okullarımızda verilen eğitim birbirine benziyor mu?
Biçim olarak da metot olarak da içerik olarak da farklı. Bu farkların mimariye yansıyan okumasını, çok basit düzlemde rahle önünde bağdaş kurarak tedrisat gören bir medrese talebesi ile akıllı tahta ve tablet kullanan bir günümüz öğrencisi arasındaki fiziksel farka indirgeyebiliriz.
Ama bu eğitimin içeriği de mekânı etkiler, çünkü mimarlık sadece ergonomik ve pratik ürünler tasarlayan bir alan değil, bundan daha fazlası. Mekân tasarlama sanatı içerik, düşünce ve fikirle donanmış bir alan olduğu için, eğitimdeki içeriğin değişimi de mimariye doğrudan yansıyacaktır. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün.
“Değişen ve değişmekte olan” fiillere ev sahipliği yapan bir mimarlıktan bahsediyorsunuz. Bildiğimiz kadarıyla ibadetin biçimi değişmedi. Tekrar diye algıladığımız şey bu durumla alakalı olabilir mi?
Ben de sözü buraya getirecektim, cami için söz konusu olan temel ibadet şekli namaz, Hz. Peygamber zamanından bugüne değişmiş değil. Abdest alma biçimi, yapısal olarak neredeyse aynı, sadece bölgelere ve kültürlere göre minör farklar, yorumlar var. Konfor beklentilerimiz elbette değişiyor zamanla, ama asırlardır temiz bir zeminde ayakta durarak, eğilerek ve başı yere koyarak yapılan, değişmemiş bir ibadet bu. İbadetin kendisi değişmiyor iken bir değişim beklemek de aslında zor bir alan.
Sadece değiştirmiş olmak için bir şeyi değiştirmeye mesafeli durduğum bir dönemden geçiyorum. Bazı şeylerin tekrar etmesi fikrine eskisinden çok daha sempatik bile bakabiliyorum açıkçası. Ama ibadet biçiminde bir değişim yok diye, Hz. Peygamber döneminden bugüne kadar bir tek cami tipi mi üretildi? Hayır. İki düzlemde, hem mekân/ coğrafya hem de zamanda yoğun bir çeşitlilik içinde camiler üretildi.
Selçuklu da Osmanlı da kendi mimarlık serüvenleri içinde zamanla bir gelişim/değişim gösteren eserler ortaya koydu. Çin’den Hindistan’a, İran’dan Endülüs topraklarına, İslam’ın yayıldığı, neşv ü nemâ bulduğu her coğrafyada bulunduğu yere özgü hâle gelmiş, farklılaşmış camiler var.
Onun için bu çeşitliliğin nerede kesilip de camilerin kendi kendini tekrar etmeye başladığı noktayı aramak anlamlı olabilir. İbadethanenin bir anlam yapısı olduğunu idrak ederek, bu anlamı sezip derin, zengin ve dürüst biçimde ifade edebilecek yetkinliğe ihtiyaç var.
Cami mimarisi geleneksel mimariyle bağ kurmak zorunda mı?
Geçmiş denen olgu, elimizde hâlihazırda bulunan yegâne birikim. Aslında her hâlükârda bizden önce yapılıp edilen, kaçamayacağımız o somut gerçeklik olan geçmişin birikiminin etkisinde olarak davranıyoruz. Fütüristik bir şey yapsak dahi, tamamen bugünün ruhuna ait olduğunu iddia ettiğimiz bir şey yaparken dahi muhakkak geçmişle bir ilişki kurarak bunu yapıyoruz. Geçmişi reddetmek de geçmişle bir ilişki biçimidir. Geçmişle bugünün arasında bir bağ kurup kurmamak konusunda bir tercihten bahsedebiliriz, tarihe gönderme yapmak, geçmişten bazı şeyleri bugüne taşımak...
İnsan geçmişi ile yaşayan bir varlık değil mi? Hatıralarımızla, referans dünyamızla, hayat biriktirerek oluşan bir şey. Okuduğumuz bir mısra, mırıldandığımız bir şarkı -her mırıldandığınızda yeni bir beste yapmıyorsanız- kaçınılmaz biçimde geçmişe ait bir şeydir. Bizden önceki her şeyden kurtulmak, öncekilerin yaptıklarını bir yük olarak görüp hafızayı temizlemek ne kadar zorlama bir çaba…
Eternal Sunshine of The Spotless Mind filmini hatırladınız değil mi? Hafızamızı boşaltmayacaksak, geçmişin öğrettiklerini sağlıklı biçimde okumaya gayret edebiliriz. Bizden önce yapıp edilenlerin oluşturduğu birikimin, tarihî tecrübenin yok sayılması yerine onun öğrenilmesi, değerlendirilmesi ve o hafızadan referanslarla önümüzdeki yolda yürünmesi mümkün.
Zorunda olduğumuz için değil, hafızamızı silmek istemediğimiz için. Eskilerden öğrendiklerimizle yapabileceğimiz tek şey, onların aynısını yapmaktan ibaret olmadığı için. Bu kadarcık özgüvenimiz olmalı.
İbadet mekânı tasarımında, gelenek kendini nasıl dayatıyor?
Geleneğin çok bir şey dayattığı yok bence. Çünkü ortada kendisinden bahsedebileceğimiz kurumsal bir gelenek yok, geleneğin zamanında ürettiği bazı ürünler var. Gelenek diyebilmek için bu zincirin kopmadan, bütün bir yapı hâlinde aktarılmış ve yaşatılmış olması gerekirdi. Bugün böyle bir geleneksel mimarimiz falan yok, modern mimarlık okullarından mezun bizim gibi mimarlar, müteahhitler, yapı endüstrisi ve sizler gibi modern kullanıcılar var.
Kendini geleneğe ait hisseden bireyler olabilir, bu geleneğe bağlanma çabasıdır aslında, geleneğe ait lmak değil. Ama ortalama kullanıcı, geleneksel unsurları arıyor camilerde, çoğunlukla.
Türkiye özelinde şundan bahsetmek yersiz olmayacaktır, ibadethane mimarisinin, hayatın değişen/dönüşen paradigması içinde bir kimlik unsuru gibi, bir sabite gibi korunmaya çalışılmasını, bizatihi o kimliğin muhafazası çabası olarak görüyorum. Halkın bir refleks olarak, camideki biçim değişikliklerini dinin kendisine yönelik potansiyel değişiklikler tehlikesi gibi algıladığını düşünüyorum.
Halk günlük hayatın diğer mekânlarındaki değişimi itirazsız biçimde, açık fikirlilikle talep ve tasvip ederken, cami konusuna geldiği zaman aniden muhafazakârlaşıyor, geçmişin tekrarını, yeni bir arayış içinde olmayan mekânları, biçimleri önceliyor.
Halk bunu neden yapıyor, buna bilinçli bir direnç diyebilir miyiz?
Burada ciddi bir mesaj var. Bu duruma yıllarca sadece güldük açıkçası, taklit/karikatür camiler diye. Evet doğru, hâlâ da o fikirdeyim. Ama bu mesajı okuyabilmek lazım. Kubbenin, minarenin vs., o “geleneğin dayattığı” unsurların tekrar edilmesi isteği, âdeta dinin de korunması anlamına geliyor gibi bir özdeşleştirme var sanki Türk halkında.
Bunu kolaylıkla biçimciliğe bağlamak mümkün, evet bu tavrın şekilcilikle doğrudan bir ilişkisi var, günümüz dindarlığının muzdarip olduğu gibi. Ama modern cami mimarlığının bu aktarılmış biçimlerden vebalı görmüş gibi kaçma çabasının da bir nevi biçimcilik olduğunu düşünüyorum.
Herhangi bir çağdaş yapıda stadyumda, ofis binasında kubbeyi-kemeri bir yapısal eleman olarak görebilirken, cami söz konusu olduğu zaman geçmişle ilişki kurabilecek herhangi bir forma koşarak uzaklaşılacak bir şeymiş gibi davranılıyor. Bu da bir çeşit biçimcilik, bir ön yargı değil mi? Geleneğin dayattığı şeylerden çok biriktirdikleri geliyor aklıma.
İbadethane mimarisi ise bu birikimin yoğun bir anlam dünyası, semboller ve hikâyeler ile kol kola olduğu bir düzenleme. “Şu, gelenekteki gibi olmasa ne olur ki?” derken nobranlık ve cehalet hâkimse, durup düşünmek lazım. Bu kolaycılık olur, bilmemekten kaçmak olur. Evet bir şeyi gelenekteki gibi yapmayabiliriz, ama önce onun ne söylediğini, nereden geldiğini, hikâyesini, yolculuğunu bilmek, anlamaya çalışmak boynumuzda bir borçtur diye düşünüyorum.
Cami tasarlamak için sadece mimari bilgi yeterli mi?
Değil. Açıkçası hastane tasarlamak için de sadece mimari bilgi yeterli değil veya bir okul tasarlamak için de... Spesifik bir bilgi alanı olarak hastane işleyişi, restoran işleyişi, otel işleyişi ile ilgili bir donanım elde edip mimarlık bilgisinin yanına eklemeniz gerekir. Tabii ki caminin konusu olan ilahiyat hakkında donanım sahibi olmak diğerlerinden farklıdır. İnsan bedeninden, zihninden de öte, ruhuna, maneviyatına, anlam dünyasına yönelik bir yapıdan bahsediyoruz.
İnsanın beden özelliklerinin kavranması bundan çok daha kolay. Biyolojik, ergonomik özelliklerimiz belli. Zihin dünyasıyla uğraşmak da bir başka katman ama ruh dünyası, kalp, tabii ki bambaşka bir alan.
- Cami tasarlamak için edinmemiz gereken bilgi diğer binalar için gerekenden daha soyut, daha kalbî, ilahi bir birikimle iç içe. Hakkını vermek için bu boyutla hemhâl olmak gerekir tabii. Bu bilgi olmadan cami tasarlanamaz mı, tasarlanır elbette. Ama, bir mimar için biraz sığ, bir kanadı kırık, hoyrat ve kaba bir davranış olmaz mı bu?
Günümüzde cami tasarlarken ne gibi zorluklarla karşılaşıyorsunuz?
Nitelikli mimarlık ürünü tasarlarken karşılaşılan bütün sorunlar, cami mimarisi için de geçerli hâle geliyor. Ülkemizin -camiye özel durumuna yoğunlaşmadan önce- nitelikli mimarlığın takdir edilmesine dair ciddi bir problemi, eksikliği var.
Mekân görgüsü, mekân fikri, mimarlık ve şehir beklentileri, beden konforu, bencillik ve maddi çıkar parantezinde, oldukça daraltılmış bir düzlemde yol alıyor. Kitlesel bilinç bu durumdayken diğer büyük sıkıntılarımızdan biri, entelektüellerimizin de mekâna dair fikirlerinin yeterince olgunlaşmamış olması diyebilirim. İyi mimarlık çabasının takdir görmesi çok zor, evvela bu zorluklardan bahsetmek lazım.
Diyelim ki bu zorlukları yok saydık, çok anlayışlı ve görgülü bir işvereniniz, müthiş bir idare, uygun yönetmelikler, imar planları var, bütçe problemi yok, her şey ideal bir durumda rastlaştı, kesişti diyelim. Böyle hayal edeceğimiz cennet gibi bir ortamda cami tasarlamanın zorlukları, öncelikle mimarlık eğitiminin ve görgüsünün yetersizliği ile karşı karşıya gelecektir. Çünkü cami tasarlama konusu günümüz mimarlarının gündeminde çok da köklü bir geçmişe sahip literatürünü oluşturmuş, denemelerini yapmış, doğal gelişimini tamamlamış bir arka plana sahip değil. Bu doğallık konusu vurgulamaya değerdir, geçmişin kuru taklidi olan camiler için de modern denemeler için de, hemen hepsi için geçerli olan “doğal olamama” problemi.
Hepsi bir aşırı gayret içinde, kendiliğinden, tabii olarak, zamanın akışına uygun gelişmiş bir tavır yok. Bugün cami tasarlamaya kalkan mimarlar olarak, maalesef çok fazla gayretle, çabayla, çok fazla yapıp etmeyle boğuşuyoruz. Bu da tabii hassas gözlerin hemen ayırt edebileceği, seçebileceği ve bir nevi bundan rahatsızlık duyabileceği bir durum ortaya çıkarıyor. Her yeni cami tasarlayan mimar, o alana bir devrim getirme, o alanda o güne kadar söylenmemiş bir şeyi söyleme sorumluluğu hissediyor kendinde.
Mimarlar neden böyle bir sorumluluk hissi içindeler?
Aslında bu kadar sözde kurucu bir çaba içinde olmamalıydı, bunlar zamanında ve doğal akışında yapılmış olsaydı, kendi mecrasında yeni mimari dille yeni bir camiyi zaten üretiyor olabilecekti, daha doğrusu kendi gününün mimari diliyle, kendi gününü yansıtan bir dille bir mimari ortaya koyabiliyor olacaktı.
Bugünün bahsetmemiz gereken bir diğer problemli kültü ise mimarlıkta bu “güne/zamana ait olma” meselesi. Mimarlık ürünlerinin yapıldıkları dönemi, zamanın ruhunu, malzemesini, tekniklerini, mimarlık anlayışını yansıtması beklenir.
Bu doğal, olgun bir beklenti, üzerinde temelde mutabık olduğumuz bir ilkedir. Ama bunun aşırıya götürülmüş bir noktasında bazı tartışmalar ortaya çıkacaktır. Âdeta bu kadar çeşitlilik ve karmaşa içinde değilmişiz de zamanın tek bir mimarlık ruhu varmış gibi camilere yükleniyoruz.
Böyle bir ön yargı ile kaskatı kesilen, hareket edemeyen bir mimarlığın tek putu, tapınacağı tek şeyi “bugüne ait olması”ymış gibi bir dayatmaya dönüşebiliyor. Hâlbuki bunca farklı verinin, bunca farklı biçimde yorumlandığı günümüzde yer yer serbest geçişler, zaman içinde ufak seyahatler, geçmişe veya geleceğe yolculuk gibi kendine göre serbest, artistik, imajinatif yönleri de olan bir meslektir mimarlık.
Bugünün mimarisi, malzemesi, teknolojisi, ruhu denen çerçeveyi kim çizebilir, o da meçhul. Artık üsluplar, biçimler, akımların çok geride kaldığı muazzam bir geçişkenlik, çeşitlilik çağı yaşıyoruz. Bugünün yemek kültürünün fastfood olduğunu iddia edebilir miyiz? Edemeyiz, çok sığ bir tespit olur bu.
Bir yandan fastfood ve kalitesiz yemek çığ gibi büyürken, diğer yandan insanlar kaliteli ekmeğin, sağlıklı ve özenli tencere yemeklerinin, dünya mutfağının peşinde; gurme lezzetler, yöresel mutfaklar yükselmiyor mu?
Zamanın ruhunu yakalamak, zaman içinde seçim yapmamak ve onun gürültüsü bol hâkim dalgaları arasında kaybolmak anlamına gelmeyebilir. Zaman bizim için şimdiki zamandır.
Geçmişe özlem hakkımız olmadığını düşünüyorum. Ancak zamanın ruhunu yakalamış bir mimar, onun içinden geçmişe seslenebilir, yarını hayal edebilir. Bu zamanda söz söyleyen bir mimar olarak zamanda yolculuk yapma hakkımı kullanabilirim.