Zaman Bakanlığı’nda tarih ve kurmaca ilişkisi
Tarihin “olması gerektiği gibi” muhafaza edildiği bu seneryolarda pür hayal gücü için geçici soluklanma alanları da görürüz. Örneğin, tarihe “dünya yetmez” (Non Suffıcıt Orbıs) sloganıyla geçen ihtiraslı ve yayılmacı İspanyol Kralı II. Felipe’nin zamanda yolculuk yapılabildiğini keşfedip tarihteki her olayı İspanya lehine değiştirip kendini ölümsüz kılarak 2016’da küresel, zaman ve mekan ötesi otokratik bir dini rejim kurması tahayyülün (İmagination) değil fantezinin (Fantasy) derinliklerine hitap eder.
Giriş: Zaman Bakanlığı’na hoş geldiniz
2015’te İspanyol devlet kanalı RTVE ekranlarına yansıyan zaman yolculuğu temalı El Ministerio del Tiempo (Zaman Bakanlığı), tarihî kurgu janrını sevenler için üst düzey bir tat vaat ediyor. 1492’de İspanya’dan Müslüman ve Yahudilerin kovulma sürecinde Kabalacı bir haham, Kabala ile zamanda yolculuk yapma yolunu bulduğunu iddia eder ve canının bağışlanması mukabilinde bu sırrı Kraliçe İsabel’e verir. Artık 500 yıldır İspanya’nın tarihini koruyan çok gizli bir kamu kurumu doğmuştur: Zaman Bakanlığı. İzlediğimiz şey, bakanlıktaki sayısız ekipten birinin şefi Salvador Marti ve emrindeki birbirinden antika karakterlerin hikâyesidir: 16. yüzyıldan kalbi İspanya ve Hz. İsa sevgisiyle dolu bir tercio askeri (Alonso), 19. yüzyıldan ülkenin ilk kadın üniversite öğrencisi (Amelia), 1970’ten Franco dönemi görmüş adalete tutkun, asi bir polis (Pacino) ve 2015’ten yorgun, nihilist bir sıhhiyeci (Julián)...
Ancak Bakanlık’ın izleyiciye vaat ettiği tek şey yüksek bir seyir keyfi değildir; cari tarih anlatısına fırça darbeleri vurmak, geçmişin tozlu ve kirli köşeleriyle yüzleşmek, “numune-i imtisal” sayılacak bir tarihî kurmaca dili kurmak Bakanlık koridorlarında yapılan şeylerden yalnız birkaçı. Buyurun, önce tarih ve sanat ilişkisi üzerine düşünelim, sonra da bu ilişki bağlamında El Ministerio del Tiempo’ya yakından bakalım.
Tarihin ne'liği, sanatın ne'liği
Tarih ve sanat ilişkisini daha iyi anlamak için pek çok tarih öğrencisinin ve okurunun sıklıkla muhatap olduğu temel bir dikotomi ile yüzleşmek gerekiyor: Edebiyat olarak tarih vs. Bilim olarak tarih. Tarih ilmi, Batı’da Vico veya bizde İbn Haldûn gibi müstesna isimlerin kısmen sebep-sonuç zihniyetini benimsemesi haricinde 19. yüzyıla kadar tasvirî bir karaktere sahip olmuş, yazarın tasarrufu daha çok iyi karakter-kötü karakter vasatında gözlemlenmiştir. 19. yüzyılda Ranke önderliğinde modern tarih anlayışının doğuşu ve dönemin hâkim pozitivist zihniyetinden etkilenilmesi çok da sağlıklı olmayan ve hâlâ çoğu zihne hâkim olan bilim-edebiyat dikotomisini doğurmuştur.
Tarih metni konuştuğumuz dilin kurallarından, söz dağarcığından ve bu dili konuşanların sosyal normlarından, kelimelere yükledikleri sosyal arka plandan/anlam bagajından ari kalarak kaleme alınması, yazarının ve hitap ettiği toplumun beklentilerinden, dilin motiflerinden etkilenmemesi düşünülemez. Tarih metni ekleme, çıkarma, tebdil, tağyir gören ve belli metotlarla kaleme alınan bir söylemdir, tarih-olmayan dil kullanımının tabi olduğu her kurala o da tabidir. Yani tarih zamana ve dile, söz varlığına, söz edimlerine tabi bir “anlatı”dır, metin olarak edebi vasfa sahiptir. Tarihi ve edebi anlatıları, mesela La Fontaine Masalları ile Aşıkpaşazâde Tarihi’ni birbirinden ayıran yegâne tutamak noktası doğruluk iddiasıdır. Bir hikâyedeki tasvirleri canlandırmak okurun tahayyülüne bırakılıp gerçek olmayı iddia etmezken, bir tarih anlatısı anlattığının gerçekten daha azı olduğuna razı gelmez.
Sanat da uzun süre sosyal bilimin/tarihin meşgul olduğu gerçeklik sorunuyla meşgul olmuştur. “Mimik” kelimesinin kökü olan ve asırlarca sanatın asli işlevi olarak tanımlanan “mimesis” kavramı tartışmaların temelini oluşturmuştur. Taklit anlamına gelen mimesis, ilk kez Aristoteles tarafından sanatın amacı olarak tanımlanmıştır. Sanatın tabiatta var olanı taklit etmesi, olanı olduğu gibi yansıtması (ki tarihçi için ne tanıdık ifadelerdir bunlar) gerektiğini savunan mimetik sanat anlayışı, Antik Yunan’dan Rönesans’a oldukça az dönüşerek popülaritesini korumuştur. “Sanat hayatı taklit eder” (art imitates life) mottosuna dayanan bu yaklaşım 18. yüzyıl itibarıyla Hegel ve Schelling gibi Romantikler sanatta insan katkısını ön plana çıkarmış, modern dönemin sanat anlayışına da Oscar Wilde’ın meşhur mottoyu ters yüz edişi damga vurmuştu: “Hayat sanatı taklit eder” (life imitates art)...
Çağdaş düşüncenin vardığı son noktada aynı soru ile yüzleşen tarihî söylem ile sanatsal söylemin aynı görevleri üstlendiğini görürüz: Sanat için mimesis ve diegesis (taklit ve tahkiye), tarih için nomotetik ve ideografik (nakil ve tasvir) ayrımlarına karşı tasvir, tahkiye, analiz görevi... Aynı dilsel kısıtların etkisi altında olmaları ve aynı sorunlardan etkilenmeleri, aynı yol ayrımlarında sıkışmaları ve güncel olarak aynı menzillere varmaları açısından tarihî söylem ile sanatsal söylemi tefrik etmenin başlıca yolu olarak karşımızda “metnin niyeti” kalır. Sanatın sanata, tarihin tarihe benzemesi (eğer bu ayrımlar zannettiğimiz kadar kavi ise), niyetlerin tefrikiyle mümkündür.
Bir tarih-kurgu dili kurmak: El Ministerio del Tiempo
Zaman Bakanlığı farklı dönemlerden pek çok ajanı olan, farklı ekiplerden oluşan çok gizli bir kamu kurumudur. Tedricen zaman yolculuğunun sırrını çözen yabancı devletler ve geçmişten gelen gizli örgütler İspanya’nın tarihini tahrif etmeye, sanatsal ve kültürel hazinelerini yok etmeye, önemli şahsiyetleri tarihten silmeye çalışmaktadır. Zaman Bakanlığı’nın görevi ise basittir: İspanyol tarihini olduğu gibi korumak. Zira geçmişte çeşitli hırslı insanlar bu sırrı kullanarak tarihi İspanya lehine değiştirmeye çalışmışsa da sonuç daima hüsran olmuştur. Bakanlık’ta zaman yolculuğu zaman kapıları ile geçmişteki sabit noktalara yapılmakta, geleceğe ise gidilememektedir. Geçmişe dair sorunlar paralel evrenler ve paralel zamanları vurgulayarak kronolojik sıra ile değil, rastgele gelmektedir. 80 dakikalık uzun ve entrikalı bölümleri sebebiyle burada uzunca tahlil edemesem de dizinin olay örgüsü tek bir sabiteyi ağır ağır vurgular: Olmuş olanlar, olması gerekenlerdir...
Dizide kahraman ve konu yelpazesi şayan-ı dikkattir. Ekibimiz bir polis, bir sıhhiyeci, bir entelektüel ve bir askerden oluşsa da tarihi figürler de Bakanlık’a çalışmaktadır; robot resimler Diego de Velazquez’in eseridir, askeri operasyonlardan Ambrosio de Spinola (30 Yıl Savaşları’na katılmış bir isimdir) sorumludur. Pek çok tarihi dizinin aksine konu yelpazesinde askeri ve siyasi gelişmeler az yer tutar. Bu tür yapımlarda görülmeye alışılan konular dünya savaşları, diktatörler ve apokaliptik olaylar vb. şeklindeyken 1 El Ministerio del Tiempo bizleri başka bir iklime sokar: Cervantes ile çağdaşı Lope de Vega’nın rekabeti, Picasso’nun Guernica tablosunun korunması, Buñuel’in Viridiana filminin sansür kurulundan geçmesi gibi maceralar yanlışlıkla öldürülen El Cid’in yerini alıp savaş kazanmakla, Franco’nun Hitler ile anlaşmasını engellemekle, Comunero İsyanı’na katılmakla aynı kefededir.
Tarihin “olması gerektiği gibi” muhafaza edildiği bu senaryolarda pür hayal gücü için geçici soluklanma alanları da görürüz. Örneğin, tarihe “dünya yetmez” (non sufficit orbis) sloganıyla geçen ihtiraslı ve yayılmacı İspanyol kralı II. Felipe’nin zamanda yolculuk yapılabildiğini keşfedip tarihteki her olayı İspanya lehine değiştirip kendini ölümsüz kılarak 2016’da küresel, zaman ve mekân ötesi otokratik bir dinî rejim kurması tahayyülün (imagination) değil fantezinin (fantasy) derinliklerine hitap eder.
Dizide fantezi unsurunun canlılığı edebiyat ve kurmaca ile olan bağı besleyerek edebi değeri yüksek bir tarihî kurgu dili gelişmesini besler. Ölümsüzlüğü keşfeden bir askerin 20 asır hayatta kalarak tüm İspanyol tarihine şahit olduğu J. G. de Arteche imzalı Un Soldado Español de Veinte Siglos gibi unutulmuş fantastik eserlerden H. G. Wells’in Zaman Makinesi gibi güncel fantastik eserlere, El Cid Destanı ve Lazarillo de Tormes gibi kurmaca ve gerçeğin harman olduğu halk edebiyatı klasiklerine uzanan geniş referans art alanı dizinin tarihî kurgu dilini TV ekranında görmeye pek alışmadığımız kadar zenginleştirir.
El Ministerio del Tiempo’nun karakter yelpazesi de bu örüntüyü tekrar eder. Hem uzak geçmişten hem modern çağdan hayali ve gerçek kahramanlar pek çok gruptan gelir: II. Felipe gibi gerçek bir kral ve Sancho de Leyva gibi gerçek bir komutandan, eski Başbakan Adolfo Suarez’e ve yönetmen Pedro Almodovar’a uzanan gerçek karakterler zaman yolcusu ekibinden Alonso, Pacino ve Amelia ile aynı zaman dilimini paylaşırlar. Yani Zaman Bakanlığı’nda geçmiş şimdinin, şimdi geçmişin içindedir, ayrı/öteki entiteler arasındaki etkileşim hâli değil, birbirinde var olma hâli söz konusudur. Gelecek, meçhullüğünü korur.
Tarih ve sanatın başlıca kesişim noktası olan “gerçek” ve “yorum” da Bakanlık’ın tarih anlatısında yan yanadır. Dürüstlük gayretini kenara atmayan ama fantastiği ve kurmacayı da unutmayan bu anlatı da “ideoloji” ve yorum hem üslup hem de muhteva olarak kendine yer bulur. Geçmişin olduğu hâliyle korunması gerekmesi ve geçmişte değişiklik yapmanın daima felaketle sonuçlanması bizi kökten milliyetçiliklerin alamet-i farikası olan “irredentizm”den ve siyasi revizyonizm ihtirasından koparır. Geleceğin geçmişi kurcalayarak inşa edilemeyeceği fikri (siyasi boyutuyla) tarihi tarihe hapseden bir tarih felsefesi önerir. İspanya’nın uzun 20. yüzyılının nihayetinde galebe çalan tarafının “republicano” (solcu) cenah olması bir değişim arzusunun zararlı olduğunu öğütlemeyi daha konforlu hâle getirir. İyi bir geleceğe geçmişi karıştırarak değil, yalnızca yaşayarak ulaşılabilecek olması bir “ilerleme” motifini bütün anlatıya yayar.
El Ministerio del Tiempo’da yorum ve ideoloji yalnız biçimsel değildir, izlerken tarihle cüretkâr yüzleşmelere de şahitlik ederiz. Sol ideolojinin vecdiyle dolu senaristimiz kahramanlarımıza en koyu Katolik krallardan II. Felipe ile yüzleştirip hasta yatağında kendi pisliğinde öleceğini söyletmekten, Napolyon işgaline karşı ülkesini savunmayarak tarihe mücrim (el Rey Felón) lakabıyla geçen VII. Fernando’nun yüzüne karşı hain dedirtmekten, İç Savaş’ta Francocular tarafından öldürülen sol görüşlü şair Lorca’yı 2016’ya getirtip Franco sonrası dünyayı göstererek ruhunu şad etmekten geri durmaz. Lorca’nın “no pasaran” (Geçemeyecekler) ve “ya hemos pasado” (Geçtik işte) sloganlarına atıfla dudaklarından dökülenler, aynı zamanda senaristin dudaklarından dökülmektedir: Ben kazandım, onlar değil...
Geçmişle yüzleşme yalnız bu kabilden “deşarj”- larla değil sayıca az olan sempati anlarıyla da yaşanır. Amerika’yı keşfeden “conquistador”larla veya Engizisyon mirasıyla daha sakin yüzleşmeler yaşarız. Hatta Filipinler’in bağımsızlığı sürecinde, Manila Kuşatması’nda (1898) teslim emrini düşman casuslarının tuzağı zannedip son ana dek direnen İspanyol askerlerinin kahraman olarak anlatıldığı, kolonyalizm aleyhtarlığı beklediğimiz bir anda millî gururun okşandığı anlar da yok değildir.
Sonuç: Bir tarih dili kurmak ya da kurmamak?
Sanat ve nakil cephelerinden yaklaşırsak El Ministerio del Tiempo’nun başarısı aşikârdır. Sanatsal ve kurmaca olan açısından izleyicinin her olayın sonunu merak ettiği, sıradaki bölümü hevesle beklediği, çay ve çekirdek ile izleyemeyeceği, izleyiciyi tarih, kültür ve kimlik üzerine düşünmeye sevk eden bir anlatı kurulmuş. Geçmiş ve şimdiki zamanın birbiriyle iç içe kullanımı, güçlü edebiyat art alanı, popüler kültür ve modern sanat referansları, kültürel olanın keşfi ve siyasi-askeri olana denk düzeyde işlenmesi dizinin güçlü karakterinin temeli olmuştur. Nakil cephesinden baktığımızda yorum, kimlik ve ideolojinin de bu tarih söylemi içerisinde (söyleme katılmasam da) oldukça tatminkâr şekilde işlenmiştir. Anlatıya, dindar ve ateşli 16. yüzyıl savaşçısı Alonso’nun lezbiyen bir amirden emir alması, ona sayısız savaş görmüş bir komutanla aynı saygıyı göstermesi ve yine Alonso’nun 2016’yı 16. yüzyıldan çok beğenmesi, ilerinin ve geleceğin dizide daima güzellenmesi gibi zımni detayların dışında zaman yolculuğunu keşfeden dindar Kral II. Felipe’nin dünyayı distopyaya çevirmesi ve Lorca’nın geleceği görüp şad oluşu gibi epizotlarda olanca çıplaklığıyla ideolojik naklin gerçekleştiğini görürüz. Bu tarih dilinin asıl başarısı bu tür bir bagajı taşırken böyle düşünmeyen izleyiciyi itmemesi ve hatta diğer ülkelerdeki İspanyol kültürü meraklıları adına kültür elçiliği işlevi görmesidir.
Girişteki sanat-tarih tartışmamıza dönersek, El Ministerio del Tiempo’nun bu başarısı, İslam tarihi ile ilgili yapımlarda gördüğümüz “gerçeği aslında olduğu gibi” yeniden canlandırma amacı güden yapımların ya da gevşek bir şekilde gerçeğe yakın tarih anlatma iddiası taşıyan (ama yalnızca taşıyan) Diriliş: Ertuğrul ve bu çığırın diğer mukallitlerinin gittiği tabiatı/tarihi taklit (mimesis) ve haklılık/gerçeklik iddiası yoluna girmemesinden ileri gelir. Hegel’in ve Alman romantiklerinin 200 yıl önceden selamladığı “yaratıcı deha”nın kullanılması, Arapça yapma fiilinden (sanea/ صنع (gelen, suni/yapay kelimesiyle akraba olan sanatın asıl rolü olan üretme ve dirayet etme yönü kullanılmadığı ve sanat eseri tarih metni olarak kurgulandığında ve bu tarih metninin tarih nosyonu da 200 yıl geriden geldiğinde, yani sanattan kaçıldığında, ortaya sanat eseri çıkması muhaldir. Bu krizi aşmak için mimetik üslup yerine diegesis yani tahkiye ve (rivayetin zıddı olarak) “dirayet” odaklı bir tarih dilinin geliştirilmesi gerekmektedir. Özellikle de tarih biliminin görklü gerçeği ile edebiyatın/ sanatın hor görülen kurmacası arasındaki muğlak farkın bile ne kadar kıldan ince kılıçtan keskin olduğunu düşünürsek…
Albert Camus, Defterler’inde haklılık “ihtiyacı”nın vulgar bir zihnin alameti olduğunu kaydeder. Mimesis’in sınırlı ve mekanik dünyasında “doğru ve haklı” gerçeği anlatmanın verdiği haklılık konumundan güç alan, askeri ve siyasi olanla sınırlı, tarih mahrumu hamaset anlatılarına karşı mezkûr “ihtiyacı” duymadan kendi hikâyesini tahkiye edebilen, özgüvenli ve yaratıcı seslere ihtiyaç var.
Türkiye’deki tarih yapımlarını ele alınca Karagöz ve Hacivat Neden Öldürüldü ile Yahşi Batı (ki aslen bir komedi filmi) haricinde bu kriterleri sağlayan, gerçek münadiliği yapmak yerine olmayanı anlatmaya, tarih içinde düşünmeye cüret eden eser olmadığını düşünürsek durumun vahameti ortadadır.
1. Zaman yolculuğu ve Kennedy Suikasti temalı 11.22.63 dizisi bu bağlamda çarpıcı bir sahneye sahiptir. Zaman yolcusu edebiyat hocamız çocuklara zaman yolculuğu yapsalar neyi değiştireceklerini sorar ve cevaplar yığılır: Hitler’i öldürürüm, Stalin’i öldürürüm, Hitler ve Stalin yan yanayken öldürürüm, Saddam’ı öldürürüm... İnsanlığa inancı kırılan hocamızsa bu cevapları kinizm dolu bir gülümsemeyle “that’s a lot of killing” diye karşılar