Zahiren metruk fakat aşkı gönüllerde mahkûk dilruba belde: İstanbul
İstanbul sokaklarından da bahis açan Ünver, henüz 1956 yılında başlatılan Beyazıt Meydanı çalışmaları sırasında “İstanbul sizlere ömür” demekten kendini alamıyor.
Yahya Kemal, “İstanbul’a bu mimariden ve bu halktan başka unsurlar yaraşmaz” diyeli tam yetmiş yedi sene; Süheyl Ünver, “Hani bir ecnebi devlet İstanbul’a sahip olsaydı bizimki kadar tahrip yapamazdı” diyeli ise tam elli üç sene olmuş. Toplumsal hafıza, hatırlamakla unutmak arasında bir yerde mazisiyle hem muhabere hem de muharebeye devam ediyor.
Gelgelelim toplumsal hafıza, bu türden tahribatı tolere edemeyecek kadar hassas bir yapı olmakla malum. Bu manzarada yaşanan her türlü kararma anlam kaymalarına sebep olarak bütünsel bir görüşe mâni oluyor. Bir İstanbullunun İstanbul’la kurduğu ilişki, kendinden önceki ve sonraki nesle bağlı şehir ve şehirli imgelerini yarattığından “şehirlilik” denilen kavram da bir muammaya dönüşüyor.
İstanbul’a bu mimariden ve bu halktan başka unsurlar yaraşmaz
İstanbul tarihini Türk tarihinin bir fragmanı gibi düşünerek değişen İstanbul kimliğini tarihî mekânlara verilen değer(sizlik)ler üzerinden okumaya cesaret eden Süheyl Ünver’in dünyasında maziye bağlı olmak maziden daha ileri hamleler yapmakla; maziyi ihmal ise onu inkâr ile eş değer. Nitekim Süheyl Ünver, İstanbul’un eski hususiyetlerini anlatırken hiçbir detayı kaçırmamakla meraklısının ağzına sık sık bal çalmayı ihmal etmiyor.
İstanbul’u İstanbul kartpostalları üzerinden hikâye ettiği “Hayali Cihana Değer 1964”; tam tamına bir kırkambar gibi tuttuğu “İstanbul Tarihi Kırkambar”; Tulumcu Hüsam Cami’nin yok oluşunu anlattığı “Tulumcu Hüsamnâme”; doğuştan güzel Boğaziçi’ne ithaf ettiği “Boğaznâme”; Üsküdar sevgisini dile getirdiği Üsküdarnâme defterleri İstanbul âşıklarının mesnevisi oluyor. Sözgelimi “Hayali Cihana Değer” defterinde İstanbul’un meczuplarından olup Pazarola Hasan Bey namıyla bilinen bir muhterem zatın arkasına takılan çocuklarla dükkânları nasıl dolaştığını naklediyor. Dükkân sahibine göre “pazarola işkenbecibaşı”, “pazarola bakkalbaşı”, “pazarola kahvecibaşı” diye nida ettiği her esnaf gününün bereketli geçeceğine inanıyor. Esnaftan izzet-i ikram görüyor, aşçı dükkânında karnını doyurduktan sonra kahvehanede kahvesini içiyor. Kendi hâlinde mübarek bir zat olan Pazarola Hasan Bey, İstanbul’un meczuplarından bir meczup ve eski İstanbul’un hususiyetlerinden bir temaşa sunuyor.
Süheyl Ünver’in İstanbul’unda daha mistik ve dinî motifler içeren rivayetler de eksik değil. Çocukluk yıllarındaki rekâketini anlatırken evlerinin de bulunduğu Haseki Caddesi üzerindeki Bayram Paşa Türbesi’nde mahfuz bir kadem-i şerif olduğunu haber veriyor. “İstanbul Tarihî Kırkambar” defterinde verdiği bilgilere göre, adı geçen türbedeki su dolu bir tas içinde duran paslanmış Kâbe anahtarı ile ağzı üç defa açıldıktan sonra paslı sudan da içip bilvesile şifa buluyor. On üç yaşında kadar devam eden rekâketinden böylece şifa bulduktan altmış iki sene sonra bu hadisenin bir hekim olarak değerlendirmesini yaptığı “Türk Mistik Folkloründen Bir Sahife: Bayrampaşa Kekemeleri” başlıklı makalesini kaleme alıyor. Bir başka mistik hikâyesini de ilk gençlik yıllarında keşfettiği Elekli Dede üzerinden anlatıyor.
Süheyl Ünver’in bu hatıratı kaleme aldığı ve hatta karakalem, sulu boya resimlerini çizdiği o yıllarda kapalı türbe formunda olan bu kabir, Silivrikapısı haricinde yer alıyor. Sandukası üzerinde tavana asılı elekler bulunduğu için bu zata halk arasında “ununu eleyip eleğini asmış” da deniyor. Ve ziyaretçileri penceresinden niyaz ederek eleklerin hareketine göre kararlarının ya da isteklerinin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğine kani oluyor.
Hatta Ünver’in, konuyla ilgili bir başka notunda “Adam olacaksam dönsün diye nezrettim lakin çok geç döndü. Galiba geç adam olacağım, Allah imdat eyleye” yazdığı da vaki oluyor. Elekli Dede Türbesi bugün dört duvarı olmayan açık bir türbe formunda ziyaretçilerini bekliyor. Gelin görün ki etrafında ne bir elek ne de bir ziyaretçi görünmüyor.
İstanbul’da değişen ve kaybolan mekânın haddi de yok kaydı da. Mekânlar kültürel bir hafızaya sahip olan sosyal yapılanmalardan müteşekkil. Öyleyse mekân hafızayı doğurduğu gibi hafıza da mekânı besliyor. Ancak İstanbul’un kültürel hafızasının somut ve somut olmayan örnekleri günden güne kaybolmaya devam ediyor. Bu iştiyakla eski İstanbul sokaklarından da bahis açan Ünver, henüz 1956 yılında başlatılan Beyazıt Meydanı çalışmaları sırasında “İstanbul sizlere ömür” demekten kendini alamıyor.
Batı şehrinin “bayağı ve zevksiz” sokak görünümlerini neden ithal ettiğimizi sorgulayarak “evlerin asker gibi yan yana dizildiği” mimari yapının “evin her penceresinden başka bir manzara sunan” mimari yapıyı unutturmasına da içleniyor. Bununla birlikte 1950’li yıllardaki yol yapım çalışmalarında sadece Millet Caddesi sahası içerisinde yirmi dokuz tane tarihî eserin ortadan kaldırıldığını da yine Süheyl Ünver’in notları haber veriyor. Yolların cisminden ismine ve hatta resmine kadar her türlü detayı da defterlerin sağına soluna eklemeyi ihmal etmiyor.
İstanbul gezilerinde nefs-i İstanbul’dan Boğaziçi’ne doğru seyreden Ünver, 1966-1974 yılları arasında Boğaziçi’ne dair on altı defter hazırlıyor. Yalıların, sarayların, köşklerin ve kayıkların eşsiz bir ahenk içerisinde can bulduğu Türk Boğaziçi’ne dair detaylarla heyecanlanmamak mümkün değil.
Örneğin ahşap ve altında birkaç dükkân bulunan bir mescit olan Kuruçeşme Cami’nin “Boğaziçi mahallemizin” bitişik nizam ahşap yapılarından ve günümüze ulaşan tek örnek olduğunun bilgisine erişiyorsunuz.
Üstelik daha ilerideki İhmal Paşa Camii adının, namaz kılmayan Müslümanlar için “Kuruçeşme’de abdest alıp İhmal Paşa’da namaz kılar” diye tariz edenlerce verildiğini öğreniyorsunuz. İsmiyle müsemma Kuruçeşme’de su akmadığından (aktığı hâlde) abdest almak ihmal edilip namaz da kılınmaz anlamına gelen bu söz ahali tarafından söylenir hâle geliyor.
- Boğaziçi denince akla ilk gelen unsurlardan biri de şüphesiz her biri zamanına münhasır yalılardır. Boğaziçi’nde kurşuni renkte olan yalılar Hristiyanların; aşı kırmızısı ve yeşil renkte olanlar da Müslümanların yalısı olarak bilinse de bugün bu gelenek hızla değişen sosyokültürel yapıda pek de bir şeye tekabül etmiyor.
Arnavutköyü’ndeki Köçeoğlu Yalısı da yıkılana kadar kurşunî rengini muhafaza eden nadide Boğaziçi yalı örneklerinden biri olarak göz dolduruyordu. Aynı şekilde Boğaz’daki kayık kültürünün gayri resmî bir geleneği olarak kayıkçıların özellikle on dokuzuncu yüzyılda ve yirminci yüzyıl başlarında sadece “hilalî beyaz” gömlek giydiklerini de “İstanbul Tarihî Kırkambar” defteri öğretiyor.
Eski bir İstanbul geleneği der ki, yolda giderken yere bakan kimseye Aksaraylı olup olmadığını sormak âdettendir. Çünkü Aksaraylının iş icabı gittiği yer muhtemeldir ki Beyazıt tarafı olup sabahları yokuş yukarı giderken güneşle karşılaşır. Aynı istikamet üzerinden akşam vakti evine dönen Aksaraylı yine güneşle karşılaşır. Velhasılı Aksaraylı önüne bakarak yürümeyi âdet edinmiş kişidir. Bir yere yerleşmek sadece orada ikamet etmek anlamına gelmiyor bilakis insan ontolojik olarak yaşadığı şehre aidiyet gösterme sorumluluğunu da alıyor.
Ancak bugün İstanbul’da hangi kültürel, fiziksel ve sosyal katmanların var olduğu ve mekân-bellek ilişkisinin İstanbul ölçeğinde neye tekabül ettiği gibi sorulara cevap vermek oldukça güç görünüyor. Nüfusunun büyük çoğunluğu farklı illerde ve hatta ülkelerde doğmuş kişilerden oluşan bir İstanbul’da “İstanbulluluk” ve “İstanbullu” kavramlarına karşılık aramak ancak ve sadece diyalektik bir tartışmaya sebep oluyor.
Velhasılı “anamız bizi İstanbullu doğurmuş” diyen Süheyl Ünver hem İstanbul’da doğmakla hem de İstanbul’un bu yazıda bahsi geçen hususiyetlerinden nasipdar olmakla hâli ve kâliyle tam bir İstanbullu olarak yaşamaya devam ediyor. Siz siz olun İstanbul’u Yahya Kemal ve Süheyl Ünver’den hatmedip Haluk Dursun Hoca’dan zevk etmeden İstanbulluluk iddiasında bulunmayın.