Yurt filmi ve bugünden doksanlara yanlış bir bakış açısı

Yurt filmi, hiç filmi yapılmayan 28 Şubat günlerine götürdü bizi...
Yurt filmi, hiç filmi yapılmayan 28 Şubat günlerine götürdü bizi...

Nehir Tuna’nın ilk uzun metraj filmi Yurt doksanlı yıllarda gündüzleri özel bir okula gidip laik eğitim alan, akşamları ise cemaat yurduna giderek dinî tedrisattan geçen lise öğrencisi Ahmet’in sıkışmışlığını konu ediniyor. Bugünkü algıyla 28 yıl önceye kamerasını tutan yönetmen, baskı ve şiddete eleştiri getirirken, pek çok konuda yanlı ve eksik bir okuma yapıyor.

Yurt filmi.
Yurt filmi.

Sinema ortaya çıktığından beri, ideolojik ve politik çıkarlar veya amaçlar doğrultusunda propaganda aracı olmaktan kurtulamadı. Rusya, Nazi Almanya’sı ve Hollywood sineması başta olmak üzere, egemen güçler sinemayla kitleleri manipüle edip, kabul ettirmek istedikleri görüşleri ustalıkla empoze etti. Her ne kadar hem ülkemizde hem de dünyada tarihî yapımlar furyası olsa da yakın geçmişi şekillendirmek dizi ve filmlerde çok daha kolay lokma oluyor. Zira uzak tarih insanların sadece okuyarak öğrenebildiği ve doğruluğu yanlışlığı konusunda fikir yürütemediği bir alan olduğu için gösterilenlerin doğruluğu ile ilgilenmek, genel izleyici açısından çok da önemli olmuyor. Ancak yakın tarihte yaşanılanlara şahitlik edenler hâlâ hayatta ve anıları tazeliğini koruyor. Bu yüzden, yakın geçmişle ilgili bir film izlerken, o anı kırıntılarına müracaat edip, örtüşen birkaç sahneyle genelleme yapmak içten bile değil.

Geçtiğimiz hafta vizyona giren Nehir Tuna’nın Yurt filmi, işte böyle bir yakın tarihe götürdü bizi. Hani şu hiç filmi yapılamayan 28 Şubat günlerine… Endişe etmeyin, hâlâ yapılabilmiş değil. Zira yönetmen kamerasını çok ters bir yere koyarak 90’lı yıllara bakmış.

Ülkenin en karanlık yıllarına damgasını vuran 90’ların hikâyeleri nedense hâlâ anlatılmayı bekliyor. 28 Şubat’ın filmini bireysel hikâyeler üzerinden henüz izleyememiş olmamızın nasıl bir açıklaması olduğunu sektördeki insanlara sorup duruyorum. Lakin mantıklı bir cevabını bulabilmiş değilim. Dokunulması sakıncalı veya en hafif tabirle sıkıcı bir alanmış gibi bir yaklaşım var. Oysa ilginç bir şekilde muhafazakâr-seküler çatışmalı diziler günümüzde reyting rekorları kırıyor. Şüphesiz o çatışmanın en büyüğünü yaşamaya, tam da Tuna’nın filmine konu ettiği 1996-97 yıllarında başlamış, uzunca bir süre sağılta sağılta yaşamıştık. Şu an 35 yaşın üstündeki herkesin, özellikle dindar insanların o günlere yönelik tonlarca hatırası var. Yazmasak da çekmesek de o hikâyeler kafamızın bir köşesinde duruyor. Peki Nehir Tuna ne yaptı, bugünden 28 yıl önceye gitti ve bugünkü algıyla bir okuma yaptı. Film, 14 yaşındaki lise hazırlık öğrencisi Ahmet’in yaşadıklarına odaklanıyor. Yakın zamanda kendini İslam’a adamış babasının zoruyla, erkeklerin kaldığı bir dinî yurda yerleştirilen Ahmet, gündüz koleje gidip (çünkü babası zengin), akşamları tarikat yurdunda kalıyor. Babasının yakın zamanda İslam’a yönelmesini, Ahmet’in dönüp dönüp baktığı çocukluk fotoğraflarından veya annesinin yarım başörtüsüyle kocasına pek de uyum sağlamamasından rahatlıkla anlayabiliyoruz. Zengin bir baba, oğluyla lüks arabasında drift atarak eğlenebiliyor, yurttan kaçtığında çok da problem etmiyor, ama oğlunun geleceğini cemaatle bağlantılı olarak kurmak istiyor. Belki de kendi geleceğini… Zira bu vesileyle yaptığı yardımlar sayesinde, cemaatteki konumu da yükseliyor. Nedense çok tanıdık.

Cemaat yurdu mu esir kampı mı?

Kendini okulla yurt arasındaki farklı dünyalarda sıkışıp kalmış hisseden bir gencin bunalımını ve arayışını konu edinen film, bir yandan gerçeğe yaklaşırken diğer yandan alabildiğine uzaklaşıyor. Bilmem böyle bir iddiası var mı ama yönetmenin objektif olduğunu söylemek çok zor. Her ne kadar 10 küsur yıl önce kaldırılan andımıza yer vermiş veya Atatürk’ün ilahlaştırılmasının altını çizen “Tanrı mı, Atatürk mü?” gibi kelime oyunlarıyla eleştirimsi bir yaklaşım geliştirmiş olsa da esas kötünün yurtta, yani Müslümanların cephesinde olduğu çok net ortaya konulmuş. Film, başlangıçta siyah beyaz görüntülerle ilerliyor. Yönetmen bir röportajında o günlere dair anılarının hep siyah beyaz olduğunu söylüyor. Evet, tahmin ettiğiniz gibi bu film yönetmenin anılarından oluşuyor ve bunu gizlemiyor. Fakat ne kadarı yaşanmışlık ne kadarı hayal gücü, o kısmını bilemeyiz. Ev, yurt ve okul fark etmeksizin siyah beyaz görüntüler ve yakın çekimlerden oluşan sahnelerden, Ahmet’in sıkışmışlığını vermek istediğini tahmin edebiliyoruz. Bir yandan da yurdun ve dolayısıyla cemaatin sefaletini öne çıkarması bakımından oldukça kullanışlı bir tercih. Yemekler karavandan dağıtılıyor, kalabalık yatakhanedeki ranzalar köhnelikten gıcırdıyor, her taraf leş... Dayak ve şiddet de yurttaki eğitimin ayrılmaz parçası… Yönetmen, esir kampını aratmayan görüntülere yer vererek kolej ortamıyla dinî yurt ortamı arasındaki uçurumu açtıkça açmış. Böylesine bir abartı ise filmin gerçeklikten uzaklaşmasına sebep olmuş, ama zaten yönetmenin kafasındaki gerçek çok başka.

Film başlamadan önce çıkan yazıda, dönemin siyasi kutuplaşmasına atıfta bulunuluyor ve askerlerin çeşitli dinî cemaatlere ait öğrenci yurtlarına düzenli baskınlar gerçekleştirdiği belirtiliyor. Burası yaşı 35’i aşan herkesin hatırladığı gerçekler. Baskında yakılan Arapça yazılı afişlerdeki Hizbullah göndermesi, Batı’ya göz kırpma olarak yorumlanabilir. Zira cemaatlerde bu tarz afişlerin olması pek mümkün değil. Kur’an-ı Kerim’lerin saklanması, “Türkiye laiktir laik kalacak” sloganlarıyla yürüyüşlerin yapılması, “Sürekli aydınlık için bir dakika karanlık” eylemleri, 90’ların irtica korkusunu yansıtan simgesel ifadesi “Aczimendi” yakıştırması detayları ihmal edilmemiş. Başörtülü kızlara “Fadime Şahin” diye laf atılması mevzusuna hiç girilmemiş, zaten filmde Ahmet’in annesinin yarım başörtüsü dışında başı örtülü bir kadın görmek de mümkün değil. Tabii yönetmenimizin tarafsız olduğunu zaten söylemedik. Belli ki daha önemli meseleleri var. Özgürlük deyince anladıklarının da çok başka şeyler olduğunu, filmin ilerleyen sahnelerinde görebiliyoruz.

Ödülün yolu buradan geçiyor

Filmin baş rol oyuncusu Ahmet, okulla yurt arasında sıkışıp kalmışken, bir de evden uzak anne baba özlemi çekerken, üstüne üstlük ergenlik döneminde kimlik arayışı içerisinde mücadele ederken, yurdun gediklisi, kendinden yaşça da büyük Hakan’la yakınlaşır. Hakan onu koruyup kollar gibi gözükür ama aslında içten içe kendisi fakir, Ahmet zengin olduğu için kıskandığı belli… Asıl mesele şu ki, insanların hemcinsleriyle bir arada kaldığı yurt gibi ortamlarda, akıllara dostluk, arkadaşlık değil de cinsel kimlik arayışı neden gelir? Eskiden kız kıza veya erkek erkeğe kalınan ortamlarda LGBT reklamı bu kadar yaygın olmadığı için hemen cinsel yönelim akıllara gelmezdi. Bugünden baktığımızda zihinler öyle kirletildi ki değil yurt ortamı, sokakta gezen iki genç kız veya erkeğin samimi davranışları görülse, hemen akıllara eşcinsellik geliyor. Oysa 90’larda genç olan herkesin çok samimi arkadaşları vardı ve el ele de tutuşulsa kol kola da girilse kötü niyet aranmazdı. Yönetmen bilerek ve isteyerek, üstelik cemaat olsun olmasın bütün yurtları zan altında bırakarak son yılların bağımsız sinemasının olmazsa olmazı LGBT propagandasını filmine iliştirdi. Bir taşla iki kuş. Hem İslami cemaatlerin ne kadar baskıcı, kötü ve çağdışı olduğunu itinayla işledi hem de filmin sonlarında özgürleşmenin ikinci adı gibi eşcinselliğe vurgu yaptı. Kahramanımız özgürleştikçe siyah beyaz film birden renkleniverdi. Ödülün yolu da tam olarak buradan geçti.

Yurt filmi, geçtiğimiz yıl Venedik Film Festivali’nin “Ufuklar” bölümünde LGBT temalı yapımların rekabet ettiği “Kuir Aslan” listesine girerek en iyi senaryo ödülünü kazandı. Bu yıl 43. İstanbul Film Festivali’nde de “Altın Lale” alması şaşırtmadı. Dünyada artık işler böyle yürüyor: Bu alanda var olmak istiyorsan, LGBT’nin reklamını yapacaksın, Türkiye’den gidiyorsan İslam ve kendi kültürün adı altında kötülük, baskı ve sefaleti sıkıştırırsan, tadından yenmez. Hayatın küçük rutinlerinden mutlu olmayı bilen bir tuvalet temizleyicisini konu edinen Mükemmel Günler gibi naif bir filmi, Wim Wenders yerine Türk bir yönetmen çekse, yurt dışında değil ödül almak, esamesi bile okunmazdı. Elbette Batı’nın bu çifte standardının tuzağına düşmeyen ve kendi değerlerimizle kabul görmediği ortamlara tenezzül etmeyen çok iyi yönetmenlerimiz var. Onlar sinemadan ümidimizi kesmememizin tek tesellisi…