Yıkım ve yanılsama arasında kötülük anlatıları

Dünya ne kadar değişirse değişsin anlamlandırılmak için hâlen anlatılara muhtaçtır.
Dünya ne kadar değişirse değişsin anlamlandırılmak için hâlen anlatılara muhtaçtır.

Kötülük bizi hazırlıksız yakalayan bir yanlış mıdır, yoksa başkalarında yol açtığımız acılarının miktarındaki bir artış mı? Ait olduğumuz düzene meydan okuyan harici bir tehlike midir, yoksa içimizdeki açılmamış hazların ortak adı mı? Neyi kötü olarak tanımlayacağımızın belirsizliği yanında kötüyü tanımakta kullandığımız referansların çelişkileri başka bir zorluktur. Kimi zaman kötülüğün bilinç dışı/genetik bir yatkınlık, kimi zaman aile geçmişinin veya sınıfsal koşulların sonucu olduğunu düşünürüz. Kimi zaman da kötülüğün insandaki aç gözlülüğün, hep daha fazlasını isteme pervasızlığının bedeli olduğuna inanırız ancak kötülüğü tüm anlamlandırma girişimlerimiz nedenler ve sonuçlar arasında mutlak bir bağıntı olmadığı gerçeği ile baş etmek zorundadır.

“Mefisto: Ben sürekli kötülük yapmasına rağmen iyilik yapan o gücün bir parçasıyım”

1835 yılında Fransa’nın küçük bir köyünde yaşayan Pierre Riviere annesi, kız kardeşi ve erkek kardeşini satırla öldürdü. Bu eylemin bir aile cinayeti olmanın ötesinde tarihsel bir anlamı vardı. Dinî, hukuki ve tıbbi söylemlerin dönüşüm şafağında cereyan eden bu hadise hakkında otoritelerin kafası bir hayli karışıktı. Otoritenin klasik versiyonlarına göre Pierre deli numarası yapan aklı başında biri olarak idam edilmeliydi. Yeni yeni güç kazanan tıbbi söylemin büyülediği modern otoritelere göreyse Pierre çocukluğundan beri izleri sürülebilecek bir akıl hastalığının pençesindeydi ve suçlu olarak damgalanamazdı. Çocukken lahana tarlalarının canına okumak ve böceklerin kanadını koparmakla hastalığının ilk emarelerini göstermişti. Yalnızlığı ve aylaklığı da yine bu hastalığın birer semptomuydu. Parçalanmış bir ailenin içinde deliren Pierre, uzman tavsiyesi ile tuttuğu günlüğünde kendini önce Mesih ilan etse de yaptıklarına sonradan daha mantıklı açıklamalar getirdi. İş birliğinin bir mükafatı olarak idam yerine müebbet hapis ile cezalandırıldı. 12 Şubat 1993’de Mersayside, Liverpool’da Robert Thompson ve John Venables isimli on yaşındaki iki erkek çocuğu iki yaşındaki Patrick Bulger’ı kaçırıp işkenceyle öldürdü. Bu cinayet kamuoyunda hem ahlaki bir paniğe hem de çocukların geçmişine dair bir meraka neden oldu. Her iki çocuğun da babalarının evi terk ettiği, annelerininse teselliyi alkolde bulduğu aileleri çevrede zaten kötü bir şöhrete sahipti ancak hiç kimse onların bu kadar ileri gidebileceğini beklemiyordu. 22 Temmuz 2011’de Anders Behring Breivik hükümet binalarının bulunduğu bölgede 8 kişinin ölümüyle sonuçlanan bombalı saldırısının ardından Ütopya adasında, aralarında göçmenlerin de olduğu bir gençlik kampına ateş açtı. 77 kişiyi öldürüp 242 kişiyi yaraladığı bu terör eylemini Avrupa’nın geleceğini kurtarma operasyonunun ilk adımı olarak görüyordu. Annesinin gayrimeşru ilişkilerini Norveç hükümetinin çokkültürcülük politikasına bağlayan 1916 sayfalık manifestosunda gelecek kuşaklarca bir kahraman olarak yâd edileceğini belirtiyordu. Bahsettiğimiz kan dondurucu cinayetler, dünya var olduğundan beri küçük büyük sayısız kötülüğün birkaç örneği sadece.

Cinayet, kamuoyunda hem ahlaki bir paniğe hem de çocukların geçmişine dair bir meraka neden oldu.
Cinayet, kamuoyunda hem ahlaki bir paniğe hem de çocukların geçmişine dair bir meraka neden oldu.

Kötülük bizi hazırlıksız yakalayan bir yanlış mıdır, yoksa başkalarında yol açtığımız acılarının miktarındaki bir artış mı? Ait olduğumuz düzene meydan okuyan harici bir tehlike midir, yoksa içimizdeki açılmamış hazların ortak adı mı? Neyi kötü olarak tanımlayacağımızın belirsizliği yanında kötüyü tanımakta kullandığımız referansların çelişkileri başka bir zorluktur. Kimi zaman kötülüğün bilinç dışı/genetik bir yatkınlık, kimi zaman aile geçmişinin veya sınıfsal koşulların sonucu olduğunu düşünürüz. Kimi zaman da kötülüğün insandaki aç gözlülüğün, hep daha fazlasını isteme pervasızlığının bedeli olduğuna inanırız ancak kötülüğü tüm anlamlandırma girişimlerimiz nedenler ve sonuçlar arasında mutlak bir bağıntı olmadığı gerçeği ile baş etmek zorundadır. Sonuçta kaotik bir ailede büyüyen her çocuk cani değildir. Yoksul mahallelerde yaşayan herkes toplum düşmanı olmaz. Yeşilçam filmlerindeki gibi kötüyü daha perdede göründüğü ilk anda tanıyamayız maalesef. Bütün bir tavuğu hunharca mideye indirmesinden veya elindeki kadehten ve üzerindeki parlak kırmızı robdöşambırdan vereceği zararı öngörüp kendimizi koruyamayız. Kötülük bazen hayatın normal akışına çarpması ile dünyamızı alt üst edecek kadar radikaldir ama bazen de bildiğimiz dünyanın içindeki küçük bir çatlaktan sızar. Hatta nefret ve zulüm iktidarlarca soğurulup topluluğun her üyesinin “ona göre davranacağı” bir vicdan yasasına dönüşebilir. Yahudi soykırımının en etkin organizatörlerinden biri olan Adolf Eichmann davasını takip eden Hanna Arendt’i şaşırtacak kadar sıradan olabilir. Sadist bir canavar beklerken ürkütücü derecede vasat bir adamla karşılaşan Arendt, bu davada aslında topluluğun basmakalıp değerleri ile tamamen bütünleşmenin ne kadar yıkıcı olabileceğine tanık olmuştur.

Modernlik bir bakıma geleneğin kapatmadığı hatta tamamen kapatmayı hiç düşünmediği şiddettin kapaklarını doğaya doğru tamamen kaldırarak tarih sahnesine çıktı.
Modernlik bir bakıma geleneğin kapatmadığı hatta tamamen kapatmayı hiç düşünmediği şiddettin kapaklarını doğaya doğru tamamen kaldırarak tarih sahnesine çıktı.

Kötülük kimden gelirse gelsin, hangi sebeplerle ortaya çıkarsa çıksın ancak bir mitoloji/anlatı içinde anlamlı hâle gelebilir. Teologlar, tanrının yasaları, filozoflar evrensel aklın yasaları ve bilim insanları kendi uzmanlık yasaları ile onu nesneleştirip bir sınıra çekmeye çalışsa da kötülüğün sınırları yıkmaktan gelen bir cazibesi vardır.

  • Kötülük, can sıkıcı düzenin karşısında değişimin yanında yer alır. Öte yandan kötülük karşı çıkıp değiştirmeye çalıştığı bu anlatıya içten içe bağlıdır. Kendini korumak ile değiştirmek arasındaki varoluşsal çatışmada dinsel, hukuki ve bilimsel anlatılara daima bir estetik anlatı eşlik etmiştir.

Güvenilir bir mesafeden şeylerin yıkımını deneyimlemek muteber kimliklerimizin saklayamadığı bir anlamsızlık alameti değildir; ait olduğumuz dünya ve içindekilerle aramızdaki bağı gösterir (Bu bağlamda iş makinelerinin yıktığı binaları izlemek gibi bir sporu oldukça anlamlı bir ritüel olabilir). Ulvi ve süfli şeylerin birlikteliği ancak bir anlatı içinde idrak edilebilir ve bu anlatı değiştiğinde dünyamızda değişir. Hâliyle kötülük de saklandığı yerden tekrar açığa çıkar.

Modern kültürde doğaya uygulanan şiddetin ilerleme için zorunlu bir kötülük olarak hoş görülmesine paralel şekilde şiddetin insan-insan ilişkilerine sıçramasına yönelik bilinç-dışı bir korku hâkimdir.
Modern kültürde doğaya uygulanan şiddetin ilerleme için zorunlu bir kötülük olarak hoş görülmesine paralel şekilde şiddetin insan-insan ilişkilerine sıçramasına yönelik bilinç-dışı bir korku hâkimdir.

Şiddet ve medeniyet

Bugünlerde şiddetten insanlığın hiç olmadığı kadar rahatsızız. Ortaya çıktığı durumlar bir yanda kelimenin çağrıştırdıkları bile modern bireyin tüylerini diken diken etmeye yetiyor. Şiddeti insanlığın karanlık çağlarından kalma, yok edilmesi gereken bir şey olarak görmek çağdaş dünya görüşlerinin ortak noktası. Çocuğa, kadına ve ağaca şiddete karşı olmak sadece bilinçli bir tercih değil iması bile âdeta tüm kamu düzenine meydan okuyan kültürel bir tabu. Faili, kurbanı, koşulları, neden ve sonuçları hükümsüz kılan bu şiddet karşıtlığının şiddettin kontrolsüzce her yerden boşaldığı bir durumla aynı kolektif köklerden beslenmesiyse oldukça tuhaf. Sanki şiddete değil de şiddettin (yıkıcı) sonuçlarına karşıyız. Öte yandan şiddettin olumsuz bir anlamla özdeşlenmesi öncelikle insani dünya için geçerli. Doğanın gizli güçlerini denetim altına almak söz konusu olduğunda tüm fiziksel yöntemleri ile şiddet insanın türsel gelişim göstergesi olarak yorumlanır. İnsanı diğer canlılardan ayıran şey, ona aynı zamanda ayrıştığı çevreyi tanımlama, sınıflama ve dönüştürme ayrıcalığını bahşeder. Aristoteles şiddeti şeylerin doğalarındaki amaçsallığı değiştiren harici bir güç olarak tanımlarken bu gücün aynı zamanda insani dünyaya ait olduğunu belirtmişti. Buna göre doğasında akmak olan bir suyun önüne set çekmek, kuvvetli rüzgârın önüne bir yelken dikmek ya da vahşi hayvanları evcilleştirmek de birer şiddet uygulamasıdır. Başka bir deyişle şiddet, insanın kendi lehine doğa ile arasındaki mesafeyi kapatma edimidir. Bununla birlikte doğa içinde insanın kendine ait bir yer açmasını sağlayan şiddetin sınırlandırılması medeniyetin temel problemi olmuştur. Geleneklerin kozasında şiddet yüce şeylerin gerçekleşmesi için bir kereliğine kabul edilebilir kurucu bir kötülük olarak yeniden anlamlandırılır. İlk günah mitolojisinden bildiğimiz üzere, hikâyenin başlaması için sınırların bir kereliğine çiğnenmesi gereklidir fakat geçmişteki bu ihlal kutsal düzenin temellerini atar. Modernlik bir bakıma geleneğin kapatmadığı hatta tamamen kapatmayı hiç düşünmediği şiddettin kapaklarını doğaya doğru tamamen kaldırarak tarih sahnesine çıktı. Yeryüzünü atılmış ve tüm ilahi lütuflardan mahrum bir varlığın (doğal hâl) doğayı feth etmesine ve kendi ucu açık potansiyelini gerçekleştirmesine dayalı bir insan anlayışına dayanıyordu. Akli ilerleme ve ahlaki gelişimi savunan Aydınlanma felsefesinin ekolojik hassasiyetler pek de önceliği değildi. Saklı cevherin çıkarılması adına doğaya her türlü cebrin uygulanabileceği konusunda birçok filozof hemfikirdi. Doğayı araştırma sanatı ve aynı zamanda onu “işkence tahtasına yatırmayı” (torture on the rack) gerektiriyordu. İstenilen cevapların alınması için doğanın çileden çıkarılması normal görülüyordu. 1 Gerçekten de felsefi olarak sivriltilmiş bir fetih iç güdüsü ile keşfedilmemiş kıtalara yelken açıldı. Ölümcül hastalıkların hakkından gelindi. Görülmedik nimetler öncelikle Beyaz adamın sonra da diğer dünya halklarının damağını şenlendirdi: “Doğa güçlerine boyun eğdirilmesi, makineler, kimyanın sanayi ve tarımda uygulanması, buharlı gemiler, demiryolları, elektirikli telgraflar, koca kıtaların taşıma tarıma nehirlerin gemiciliğe elverişli kılınması, mantar gibi biten dev nüfuslar daha önceki yüzyıllarda toplumsal emeğin bağrında bu üretici güçlerin yattığına ilişkin bir önsezi olsun var mıydı?”2 Martin Heidegger Teknolojiye İlişkin Bir Soruşturma’da teknolojiyi doğanın gizemini açma (a-lethia) durumu olarak görür ve insanın bu yolla doğayı kendi çerçevesi içine aldığını söyler. Öte yandan Heidegger’e göre modern çerçeveleme tarzı kendini doğa güçlerine uyarlamak yerine “bu güçlere meydan okuyan bir saldırıyı” seçmiştir. Doğadaki gizlenmiş enerjiyi kilit altından kurtarmak, dönüştürmek, depolamak, dağıtıp yeniden devreye sokmak mücadelesi insan ile doğa arasındaki uçurumun daha da açılmasına sebep olmaktadır. Modern birey efsanesinin yeryüzünü kocaman bir şantiyeye çevirme tutkusu yaptığı binanın içinde oturma ihtimalini bir süre daha ertelemesini sağlar.

Tarihin gördüğü en kanlı savaşlar acı ve yoksulluğa neden oldu belki ama savaşın aleniyeti, kötülüğün de kuytularda gizlenmek yerine devletin ideolojik “çılgınlıkları” olarak kolaylıkla kabullenilmesini sağladı.
Tarihin gördüğü en kanlı savaşlar acı ve yoksulluğa neden oldu belki ama savaşın aleniyeti, kötülüğün de kuytularda gizlenmek yerine devletin ideolojik “çılgınlıkları” olarak kolaylıkla kabullenilmesini sağladı.

Hobbesçu kabuslar

Modern kültürde doğaya uygulanan şiddetin ilerleme için zorunlu bir kötülük olarak hoş görülmesine paralel şekilde şiddetin insan-insan ilişkilerine sıçramasına yönelik bilinç-dışı bir korku hâkimdir. Egemen/despot tarafından boyun eğdirilmediği takdirde insanın açgözlü ve saldırgan doğasının türdeşlerinin yıkımına neden olabileceğine dair bir tehlike fikri (insan, insanın kurdudur) Thomas Hobbes’tan beri modern politik düzen söylemini şekillendirmiştir. Buna göre insanı içindeki yok edici duygulara set çekecek tek şey ölüm korkusudur ve insani düzen, gücünü hayata ve ölüme karar vermekten alır. İktidarın haremine ait şeyler, tekil bireylerin tasarrufuna açıldığında pandoranın kutusu yeniden açılır ve lanetli zamanlar başlar. Bu bağlamda doğanın karanlık tarafına geçen Doktor Frankenstein imgesinin bir kriz döneminin ürünü olması oldukça manidardır. Ölüm-hayat dengesini kendi tutkuları için bozan Frankenstein’ın kendi eliyle yarattığı canavarı kabullenememesi gibi modern birey kültü de yarattığı yeni dünyanın sorunlarından çareyi görmezlikten gelmekte bulur fakat yok saymak şeylerin orada bulunduğu gerçeğini iptal etmez. Bilincin alanından sürmek nesnesini yitirmiş bir korkunun daha derinlere işlemesine neden olur. Sınırları aşmanın getirdiği kötülüklere karşı sürekli teyakkuzda olmak şiddettin dışardan kişinin yıkıcı duygularını bastırmaya aktarıldığı bir iç dünya yaratmıştır. Doğal hâlindeki insanın ölümcül savaşını sivil barışın temellerine yerleştirmek modern iktidarın kurucu ilkesidir. Kendi bencil duygularına bırakıldığı zaman çevresini yok etme ihtimali insanın davranışları kadar düşünce ve duygularının belirli bir denetim altına alındığı bir kültürel iklim yaratır. Teknolojik ilerlemenin ahlaki bir olgunluk getirmeme ihtimalinin yaygınlaşması gruplar arası ilişkilerin tek bir merkezden düzenlenmesini gerektirmiştir. Max Weber’in belirttiği üzere, şiddetin devletin tekeline girmesi eylemlerin değerlendirilmesi ve infazını da devletin birleştirdiği birey-üstü bir mekanizmaya bırakılmasına neden olur. Eski anlaşmazlıkların halledildiği düello ve linç gibi olağan çözümler artık modern suç kataloğuna girer. Manevi tatmin, şiddete meyyal kişisel onurdan veya özel tutkulardan değil statünün icaplarını yerine getirmekten gelmelidir. Uygarlığın yeni normları tutkularını kontrol eden ve kendini vazifesine adayan bir sosyo-psikolojik karakterde somutlaşır. Norbert Elias’ın deyişiyle “eskiden kin tutmayan, tutkular oyunundaki görevlerini yerine getirmeyenlerin bir manastıra başvurması gibi” modern öz-denetim süreçleri de rasyonel doğanın istikametinden sapanları kapatacaktır.

Dünya savaşları bastırılmış/ kötücül duygularının tıpasını açan kolektif bir psişe meydana getirdi.
Dünya savaşları bastırılmış/ kötücül duygularının tıpasını açan kolektif bir psişe meydana getirdi.

İktidar teknolojilerinin gelişmesi dışardaki kötülüğün artık bittiği anlamına gelmiyordu. Kötülük her duvarı aşar, hiçbir kilit onu kapatmaya yetmez. Kapı altlarından geçer, küçük çatlaklardan sızar. Kalabalıklar içinde tenhada olduğu kadar rahat hareket eder. 19. yüzyılda fiilî şiddet istatistiksel olarak azalmasına rağmen saygın insanların suçla ilgili korkuları şiddet ve güvensizlik üzerine yoğunlaşmaya başlar. Gazeteler her gün şehirlerin tenha bölgelerine yuvalanmış canilere dair (Karındeşen Jack) haberler verirken ahlaki bir panik havası yayılır. Dışarda bir yerlerde uygarlıktan nasibini almamış, kişisel çıkarları için burjuvaların narin boyunlarını kıracak ya da kör bir bıçakla ciğerlerini deşecek zalimlerin kol gezmesi makbul vatandaşların gecelerine korku salar. İnsanların dış görünümleri üzerinden suçlu profilleri çıkarmayı günümüzde Netflix bilim kurgularının sürreal ortamına hasretsek de kriminoloji biliminin temelleri bu uğraşla atılmıştır. Polisiye kurmacanın geniş bir hüsnükabule erişmesi de yine bu toplumsal ortamla ilintilidir. Çünkü cemaatsel aşinalığın kaybolduğu, herkesin herkese benzediği bir ortamda şeytan sadece ayrıntılarda belli olur. Olağan-üstü zekâya ve egzantirik bir kişiliğe sahip dedektiflerin tesadüfi şeylerin ardındaki suç düzenini ortaya koyması gündelik hayattaki kötülüğün tanınmasında bir model işlevi görür. Eski aziz veya evliya hikâyelerinin yerini alan polisiye kurmaca okuyucunun kötülük konusunda hem zihinsel hem de ahlaki bir talim yapmasını sağlar. Çünkü ışıl ışıl caddeler, geniş meydanlar ve gösterişli binalar ileri bir insanlık durumunu temsil etse de uygarlığın geride bıraktıkları ıssız bir sokakta yol kesmeye, yatak odalarının pencerelerinden sızmaya devam etmektedir. Alt tabakanın suça olan yatkınlığının ahlaki çürümüşlüklerinin sonucu olarak kabul eden dejenerasyon teorilerine orta sınıflar tarafından sık sık başvurulsa da burjuvaların içindeki karanlık büyümektedir. En makbul vatandaşların içinde dahi tüm itibarlarını yok edecek bir Bay Hyde yatmaktadır.

Kötülük anlatıları rahatlatıcıdır çünkü tüm ilgi zalime ve kurbana kaydığından üçüncü kişilerin yani topluluğun irade ve sorumluluğunu askıya alıp sadece seyretmesine olanak tanır.
Kötülük anlatıları rahatlatıcıdır çünkü tüm ilgi zalime ve kurbana kaydığından üçüncü kişilerin yani topluluğun irade ve sorumluluğunu askıya alıp sadece seyretmesine olanak tanır.

Savaş, terör ve seri cinayet

Dünya savaşları bastırılmış/ kötücül duygularının tıpasını açan kolektif bir psişe meydana getirdi. Tarihin gördüğü en kanlı savaşlar acı ve yoksulluğa neden oldu belki ama savaşın aleniyeti, kötülüğün de kuytularda gizlenmek yerine devletin ideolojik “çılgınlıkları” olarak kolaylıkla kabullenilmesini sağladı. Norm ve şiddettin merkezîleşmesine alışık hâle gelen kitleler savaş süresince ulusal çıkarlar tekelinde kurulan toplumsal anlatıları büyük ölçüde içselleştirdi. Sınıf savaşları ve psikotik duygulanımlar askerî kamuflajın içinde eritilirken dünya biz ve onlar arasında tartışmaya kapalı şekilde bölünüyordu. Ancak devlet aygıtlarının güçlenmesi ve kolluk kuvvetlerinin örgütlülüğü, tek başına, savaş süresince şiddete dayalı şuç oranlarının düşüşünü açıklamaya yetmez. Savaş süresince yalnızca suçun niteliğinin (organize/mafyatik suçlar ve politik suçların doğuşu vb.) değişmekle kalmadı; aynı zamanda kitleler içlerindeki vahşeti cephede “insan-olmayanlara” (düşmana) yansıttıkları bir istisna hâline gark oldu. Örgütlü ve meşru yıkım, Freud’un belirttiği kültürdeki ilerlemeye paralel olarak büyüyen huzursuzluğun giderilmesine hizmet ediyordu. Bu bağlamda ömründe tek bir mermi kovanı görmemiş barış çocuklarına fazlasıyla anlamsız gözükse her iki savaş da dönemin birçok sanatçı ve entelektüeli tarafından estetize edilecekti. Tarihin, ekonominin ve politikanın mengesinde sıkışan kalabalıklar için savaş dünyaya meydan okumanın hem meşru bir fırsatı hem de bir kader anıdır. Dünyayı değiştirme arzusu bizzat düzenin kendisinde baş gösterdiğinde anarşi en büyük erdeme dönüşür. Savaşın sıradanı askıya alan hatta tersine çeviren mantığı cephedekilere başka biri olma fırsatını verir. Tüm kaynaklarını cepheye akıtan topluluk da bu müteyyakkız düzen fikrine göre içindeki cüruftan arınır. Öldürmek, zararı vermek ve hedefi yok etmek barışsever püriten değerlerin iflasını göstermez aslında. Bay Hyde göreve çağrılmıştır sadece. Savaş, uğruna ölünecek ortak ideallerin bir öldürme pratiğinde tescillenmesidir.

Savaş, topluluk ve iktidarın bütünleşmesidir; en azından böyle bir varsayıma dayanır. Aynı hedefler doğrultusunda farklı gruplar senkronize bir şekilde harekete geçirilir ve yeniden işlevlendirilir. İktidar ve topluluğun özdeşliği karşı topluluğa da şiddeti makul kılar. Bununla birlikte topluluğun düzende çözülmek yerine düzeni dışladığı durumlar da şiddet üretir. Özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra dünyanın ileri bölgelerinde devletlerarası sistemin müşterek bir hukuka olanak tanıması şiddeti/ savaşı öncelikli bir devlet enstrümanı olmaktan çıkarmıştır. Şiddet merkezde görünmezleştikçe marjinal grupların ifade etme biçimi hâline gelir. Gündelik hayatı felce uğratıp unutulmuş/ temsil edilmemiş kimliklere dikkat çekmek birçok terörist grubun tek amacıdır. Zaten hiç kabul edilmemiş ve dünyayı değiştirme umudu tükenmiş gruplar yalnızca ayrıksılıklarını kanıtlayan bir ideoloji ile kendileri haklılaştırır. Şimdiden kaçmaya dayanan bir gelenek anlayışının doktrinle bağı izafileşmiş bir gelecek arzusu ile birleştiği terör mitolojisi, gündelik spontanlığı parçalamayı idealize eder. Terörist kendi beyhude zaferinden ancak düşmanlarının ölümü ve birçoğunun paniği ile tatmin olur: “Terör zaten tek bir kişiyi öldürmeyi hedeflemez ki; failin istediği kolektif bir dehşet yaratıp gücünü cümle âleme göstermektir. Suikast, suikastçinin kendi kendini teyit etmesidir. Dev aynasında gerçek veya hayali bir muhalefetin sözcüsü yerine koyar kendini. Acz duygusundan ancak olabildiğince çok insanı dehşete sürüklemekle kurtulur. Ötekilerin dehşeti, onun zaferidir. O yüzden tutuklandığında kameralara zafer işareti yaparak geçer gözümüzün önünden.” 3 Doğuştan kötü olan veya yozlaşmış gelenekleri ile küçük yaşta zehirlenen terörist imgesi çağdaş kötüler koleksiyonunun favori parçalarından biridir. Biyolojik olmasa da politik olarak insan-altı varlıklar olan teröristler, bizden değildir ve hiçbir zaman olmamışlardır. Kirli amaçları adına aramıza sızsalar bile gösterdikleri şiddet, ayrı dünyalara ait olduğumuzun tek kanıtıdır. Her şeye rağmen kötülüğün dışardan, muharip bir devlet veya marjinal bir terörist grup tarafından geldiğini görmek oldukça rahatlatıcıdır. Herkes gibi olmalarını sağlayan sağ-duyudan yoksun olmaları aslında ezeli lanetlerinin sonucudur.

Refah toplumunun yükselişi ortalama hayat standartlarını yükseltirken suçlu profili açısından ilginç gelişmeleri tetikler. Ev hanımlarından öğrencilere, bankacılardan üniversite profesörlerine kadar birçok saygın vatandaşın kaba suçlara ve tüyler ürpertici cinayetlere karışması suçun yoksulluğun eseri olduğuna uzun süredir ikna olan otoriteleri şaşırtır. Kötülük acaba genetik veya epigenetik bir şey değil midir? Bodrumdan çıkan cesetler, aile içi cinsel saldırılar, akıl almaz gaddarlıklar savaşın istisnailiği veya terörist aşırılıklardan kaynaklandığında daha kolay tolere edilebilir belki ama ortada aleni bir kötü yokken kötülüğün içerden, bizim gibi insanlardan gelmesi kamuoyunda mütecessis bir paniğe neden olur. Özellikle seri katil olgusunun doğuşu yakışıklı, başarılı ve yüksek IQ’ya sahip insanların muteber bir kariyer seçmek yerine neden cinayet sanatında ustalaştıkları sorusunu gündeme getirir.

  • 1960 sonrasında Ted Bundy, Edmund Kemper ve Jeffrey Dahmer gibi katillerin hikâyelerinin birçok belgesele ve kurmaca yapıma ilham vermesi kötülüğün içsel varlığını dikkate alan estetik bir bakış açısının popülerleşmesi ile birlikte ilerler.

Vietnam şoku ve Manson katliamından sonra gerçek dünyanın bunaltıcı havası yeni nesil sanatçı ve entelektüelleri etkisi altına alır. Polisiyenin yerleşik kurallarını bozan gerçek veya kurmaca karakterler (Baba, Yaralı Yüz, Dr. Hannibal Lecter) yeni popüler ikonlar hâline gelir. Kötüler artık insanlığın dejenere versiyonları değildir. Torunlarının dedektifle değil katille empati kurması, caninin ödipal sorunlarında kendi geçmiş acılarını duyması bir asır önceki Viktoryen dedelerinin akıl sır erdiremeyeceği bir şeydir. Modern kültürde anlam krizinin derinleşmesi modern kurumsal yapının altını oyarken kültürün karanlık tarafı postmodern neon ışıkları altında arzı endam edecektir. Bu bağlamda çağdaş gotik, eski ve kötücül bir duygunun (tekinsiz) güncele musallat olmasından beslenmez. Birçok üçüncü sınıf korku filminin bıktırıcı şekilde gösterdiği gibi post modern tekinsizlik sıradan mevcudiyetimizin ürettiği yabancılık duygusuna sıkı sıkıya bağlıdır. Çağdaş toplumda tehlike belirsizleştikçe mitsel canavarların hurafe ve adetlere bağlı tuhaf kötülükleri tatsız bir şaka gibi gözükür. Son otobüsle eve gitmeye çalışan bir kadın Kont Drakula’nın soğuk nefesinden değil arkasından gelen bir adamın ayak seslerinden daha çok korkar. Paragöz ev sahibinin sene sonundaki tahminleri aşan zam talepleri veya şirketlerinin yılsonu bilançosundaki düşüş Godzilla’dan daha fazla ruhları kemirir. Metaların, hadiselerin ve kanaatlerinin bombardımanında güvenlik duygusu sürekli tahrip olan benliklerimiz, kötülük anonimleştikçe çareyi kötünün suretini mütemadiyen değiştirmekte buluyor.

Vietnam şoku ve Manson katliamından sonra gerçek dünyanın bunaltıcı havası yeni nesil sanatçı ve entelektüelleri etkisi altına alır.
Vietnam şoku ve Manson katliamından sonra gerçek dünyanın bunaltıcı havası yeni nesil sanatçı ve entelektüelleri etkisi altına alır.

Dünya ne kadar değişirse değişsin anlamlandırılmak için hâlen anlatılara muhtaçtır. Kuru bir nedensellik şeyler ile aramızdaki mesafeyi kapatmaya yetmez. Anlatının fırtınalı seyri eşliğinde sınırlarımızı korumanın yanında sınırları aşmayı yani değişmeyi öğreniriz. Bu durum kötülük anlatıları için de geçerlidir elbette ancak kötülüğe dair anlatılar tehlikeye işaret ederken tehlike ihtimalinin gerçeklikle bağını iptal edecek bir noktaya getirirler. Aşırılaştırmış bir düşman imgesi doğrultusunda kendimizi koruma içgüdüsü toplu bir paranoyaya dönüştürülür. Kötülük anlatıları rahatlatıcıdır çünkü tüm ilgi zalime ve kurbana kaydığından üçüncü kişilerin yani topluluğun irade ve sorumluluğunu askıya alıp sadece seyretmesine olanak tanır. Böylelikle sakıncalı eylemler otoritelerin meşru yaptırımlarına havale edildikten sonra normal insanlar bir sürelik heyecanın ardından kendi meşguliyetlerine geri dönebilir. Kötülük anlatıları kötüyü herkesin üzerinde uzlaştığı ve genellikle sorgulama gereği duymadığı bir stereotipe indirger. Bu durum iyi ve kötü arasında keskin bir çizgi çekmeyi ideolojik olarak mümkün kılar ancak kötülüğü ahlaki bir zeminden iktidarın oyunlarına taşır. Hâlbuki kötülük ve iyilik öncelikle ahlakın müphemliğinde anlamlıdır. Bir eylemi ahlaki kılan, şeylerin başka türlü olabilme ihtimali karşısında, kayıplarımıza rağmen başkasının varlığının öncelenmesidir. Topluluğun kendini korumak adına ötekinin varlığını kendi korkuları ile doldurduğu bu tahayyül gücü, iktidarın sıradan görünümleri manipüle edip canavarlar yaratmasının yolunu açar. Yabancı düşmanlığı ve İslamafobi gibi topluluğun kendine dair kaygılarını müphem bir ötekiye aktaran söylemlerin birlikte yaşamı despotça düzenleyen kötülük anlatılarına çevrilmesi bu durumu kanıtlar niteliktedir.

Dünyayı anlamlandırırken sadece bir kötülük anlatısının hazır cevapları ile yetinemeyiz. İmaj ve kanaatlerin enflasyonunda servis edilen sayısız kötüye reaksiyon vermeden önce onların yaratım sürecini ahlaki düzeyde sorgulamak zorundayız. Elbette ki kötüyü anlamak ona hak vermek değildir ancak kötüyü anlama cesareti göstermediğimiz bir yerde kötünün sadece yeni kılıklarla değil bayatlamış numaralarla masumların canını yakmaya devam ettiğini unutmamalıyız.

1. Peter Pesic, Wrestling with Proteus: Francis Bacon and the “Torture” of Nature, Isis, Vol. 90, No. 1 (Mar., 1999), pp. 82

2. Karl Marx, Komünist Manifesto, Yordam Kitap, 2014, s. 43

3. Wolfgang Sofsky, Dehşetli Zamanlar, İletişim Yayınları, 2009, s.102

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım