Yeşiltepe’de üç farklı göç öyküsü
Bu iş yerlerinin açık kapılarından içeri göz attığımızda gördüğümüz işçilerin göçmen olduğu yüzlerinden anlaşılıyor. Kimi sokak başlarında, duvarlara yapıştırılmış yabancı dillerde iş ilanları var. Bu ilanlar, önünden geçtiğimiz konfeksiyonlara dair işler mi acaba, diye düşünüyorum. Sokaklarda kadınlardan ziyade grupça dolaşan erkek göçmenlerin fazla olduğu da dikkatimizi çekiyor. Afgan kültüründe kadının iş hayatında yer alması normal karşılanmadığı için erkek göçmenler daha çok gözümüze çarpıyor sanırım.
Göç ve göçmen denilince akla gelen ilk semtlerden biridir Zeytinburnu. Cumhuriyet döneminden itibaren sanayi kimliğini ilerletmiş, Türkiye’nin farklı illerinden sanayide çalışmak üzere gelen birçok göçmene ev sahipliği yapmış bir semt. Böylece Türkiye’nin ilk gecekondu yerleşim bölgelerinden birine dönüşmüş olduğunu da biliyoruz. Bulgaristan, Makedonya ve Yunanistan’dan nüfus mübadelesi dönemlerinde gelenler ve Doğu Türkistan ve Afganistan’dan gelen Türk kökenli göçmenler gibi çeşitli grupları içerisinde barındıran bu ilçenin her mahallesinde farklı göçmen gruplarıyla karşılaşmak, çeşit çeşit dükkânların önündeki tabelalarda farklı ülkelerin bayraklarını görmek mümkün. Biz bugün, Zeytinburnu’ndaki Afganistanlı göçmenlerle göç hikâyelerini konuşmak üzere, inceleme alanı olarak seçtiğimiz Yeşiltepe’deyiz.
Nuripaşa, Yenidoğan ve Sümer Mahalleriyle birlikte Zeytinburnu’nun en eski mahalleleri arasında yer alan Yeşiltepe, eski bir yerleşim yeri olmasından ötürü yeni binalardan ziyade eski yapılarıyla dikkat çekiyor. Sokaklarında dolaştığımızda mahalle kültürünü hâlâ yaşatmaya çalışan bir yapısı olduğunu görüyoruz. Altında tekstil atölyeleri bulunan 4-5 katlı apartmanların çoğu da eski. Kimi balkon ve pencerelerde dışarıya doğru asılmış renk renk çamaşırlar gözümüze çarpıyor. Bu görüntü çocukluğumdan beri bana bir mahalleyi mahalle yapan özelliklerden biri gibi geliyor. Bölgede çok sayıda isimsiz konfeksiyon var. Bu iş yerlerinin açık kapılarından içeri göz attığımızda gördüğümüz işçilerin göçmen olduğu yüzlerinden anlaşılıyor. Kimi sokak başlarında, duvarlara yapıştırılmış yabancı dillerde iş ilanları var. Bu ilanlar, önünden geçtiğimiz konfeksiyonlara dair işler mi acaba, diye düşünüyorum. Sokaklarda kadınlardan ziyade grupça dolaşan erkek göçmenlerin fazla olduğu da dikkatimizi çekiyor. Afgan kültüründe kadının iş hayatında yer alması normal karşılanmadığı için erkek göçmenler daha çok gözümüze çarpıyor sanırım. Bölgeyi dolaşmaya devam ederken çok fazla Afgan işletmesinin olduğunu görüyoruz. Bazısı sokak içlerinde, bazıları cadde boyunca sıralanmış
Bu dükkânları camlarında veya tabelalarında asılı olan Afgan bayraklarından ayırt etmek mümkün. Kimi dükkânlarda sadece Afgan bayrağı değil, Doğu Türkistan, Özbekistan, Pakistan, Türkmenistan, Kazakistan bayrakları birlikte yer alıyor.
Tabelası olmayan, camında yazı veya bayrak görünmeyen kimi küçük bakkal sahiplerinin de Afgan olduğunu yüzlerine bakarak tahmin edebiliyoruz. Dükkânların genelinin toptan gıda üzerine olması dikkat çekici. Bu gıdaların çoğu kendi kültürlerine özgü yabancı markalarda çay, makarna, pirinç tarzı kuru gıdalar. Gıda üzerine olan dükkânların bazılarında su ısıtıcısından saç boyasına hatta parfüme kadar çeşitli ürünler de yer alabiliyor.
İşimi yapmak istiyorum
Birbiri ardına sıralanmış, büyüklü küçüklü dükkânların önünden geçtikten sonra üzerinde “Nur Gıda” yazan, camında Afganistan bayrağı bulunan bir dükkândan içeriye çekinerek giriyoruz. Genç bir çocuk karşılıyor bizi, merhabalaşıyoruz. Adı Harun İhsan, 29 yaşında. İstanbul Üniversite’sinde Sosyoloji son sınıf öğrencisi olduğumu, göç konulu bir dersim için kendisiyle mülakat yapmak istediğimi söylediğimde yardımcı olmaya hevesli bir şekilde yer ayarlıyor bize. Dükkânda bulunan masanın yanına iki sandalye çekiyor ve oturtuyor bizi hemen. Kendisinin de üniversite okuduğunu, böyle mülakatları bildiğini söylüyor. Nerede oturduğunu soruyorum. Yeşiltepe’de oturduğunu ifade ediyor. Dükkânın sahibi değilmiş Harun, yalnızca çalışan burada. Onu biraz tanıdıktan sonra ilk olarak “Göç nedir?” diye soruyorum. Onun göç tanımını merak ediyorum. Hemen yanıtlıyor sorumu: “İş sebebiyle yapılabilir, hicret, oradaki şeyler uymadığı için veya yatırım için, eğitim için, gelişmek için mecburen yapılır.” Onun göç hikâyesini buralara nasıl geldiğini öğrenmek istiyorum. Anlatıyor sağ olsun. “Başkentten göç ettim ben, Kabil’den” diyor. Türkiye’ye üniversite okumak için gelmiş, İzmir’de inşaat mühendisliği okumuş, 2022’de de Bursa’da yüksek lisansını tamamlamış.
Kendisi gibi Afgan göçmeni olan eşiyle yüksek lisansta tanışıp evlenmişler anlattığına göre. Göç sebeplerini sorduğumda eğitimin yanında, kadın haklarının orada çok az olduğundan, eşinin işini yapmak istediğinden burada kalmaya devam ettiklerinden söz ediyor.
Anne babası memleketteymiş hâlâ. Üniversite okuma amacıyla gelmiş Harun ama Taliban rejimi sebebiyle ailesi kendisine Afganistan’a dönmeyip orada kalmasını söylemiş. Göç etmeden önce Türkiye hakkındaki bilgisi sorulduğunda internetteki araştırmalarından bahsediyor. Üniversite eğitimi için burslu olarak başvurabileceği ülkeleri araştırırken Türkiye’yi bulmuş ve başvurmuş. Buraya geldiği ilk günlerde dili öğrenmekte zorlandığından ama çabuk öğrendiğinden bahsediyor. Herhangi bir ayrımcılığa uğrayıp uğramadığını sorduğumuzda ise yanıtı şöyle: “İzmir’de öğrenciyken ayrımcılık yok, Bursa’da da yok. İstanbul’a gelince bana sığınmacı, kaçak muamelesi yaptılar. Herkes Suriyeli zannetti.” Harun’un kimi kuzenleri de daha önce Türkiye’ye göç etmiş. Bu sebepten İstanbul’da ev bulma konusunda yardımcı olmuşlar kendisine. Burada birçok gıda işletmesinin bulunduğu için kendi memleketine özgü yemekleri bulmanın İzmir ve Bursa’ya göre daha kolay olduğundan bahsediyor bize. Sattıkları Afgan pirincini göstererek, pirinçlerimizin farklı olduğunu anlatıyor. Buradaki dükkânların birçoğunun neden gıda işletmesi olduğunu sorduğumuzda da bunu al-sat işlemlerinin daha kolay ve satın alınabilirliğinin yüksek olmasına dayandırıyor.
Kendisinden önce gelen göçmen akrabaları ile bir destek bulmuş Harun, peki ya kendisinden sonra gelen farklı göçmen gruplarına o nasıl davranmış merak ediyorum. Bunu sorduğumda şöyle yanıt veriyor: “Zorluklar konusunda onlara yardımcı olmayı istedim, gelenin kim olduğu önemli değil, önemli olan insanlık.” Memleketiyle bağını sorduğumda ailesiyle ve oradaki akrabalarıyla iletişimlerinin devam ettiğini ama orayı ziyaret edemediğini anlatıyor. Burada birçok göçmen derneği gördüğümüzü ifade ediyorum. Bu derneklerden birine gidiyor mu, gidiyorsa dernek ilişkilerinin nasıl olduğunu soruyorum ona. O da düzenli olarak gittiği bir dernek olduğunu söylüyor. Oralarda kültürel aktiviteler yapıldığından bahsediyor. Sosyalleşmesine yardımcı olan bu derneklerde, Afganların düğünlerinin, kutlamalarının yapıldığından söz ediyor. Sorularım önümde, sıradaki soruma geçiyorum. ”Türkiye’nin yaşamınızı daha kolay/iyi hâle getirdiğini düşünüyor musunuz?” Şöyle yanıt veriyor: “Evet, eğitim özellikle. Çok fark var. Makaleler yazdım, araştırmalar yaptım. Orada ise internet bile yoktu. Burada benim yazdığım makaleler dergilerde yayımlandı. Bu çok güzel bir şey.” Kendini çok geliştirmiş Harun, hâlâ da geliştirmeye devam ediyor.
Savaş ve savaşın etkilediği her şey
Başka bir Afgan göçmenin hikâyesini dinlemek üzere yürüyoruz. Yolda rastladığımız, yaşlı birkaç göçmen ile merhabalaşıp derdimizi anlatıyoruz. Bizimle konuşmayı kabul etmiyor hiçbiri. Biri işi olduğunu söylüyor, biri ilerideki dükkânları işaret ediyor onlara soralım diye. Teşekkür edip yolumuzun üstündeki “Baharistan Gıda” isimli dükkâna giriyoruz. Kasanın önündeki genç adama derdimizi anlatıyoruz, birine sesleniyor. Dükkânın önünde taburede oturan bir adam kalkıp içeriye giriyor. Kaşları çatık, esmer, irice bir adam, ne işimiz olduğunu sorduğunda ister istemez geriliyoruz. Kendimizi anlatınca hemen kabul ediyor bizi. Görüntüsüne tezat olarak çok sıcakkanlı biri olduğunu hemen anlıyoruz. Dükkâna müşteriler girip çıktığı için dışarıda kendimize bir köşe bulup tanışıyoruz Mesud Afghan’la. 35 yaşında olduğunu, Yeşiltepe’de yaşadığını öğreniyoruz. Baharistan Gıda’da çalışıyor. Evli ve 2 çocuğu var. İlk olarak yine göçü nasıl tanımladığını soruyoruz. “Göç çok çeşitli. Ekonomik veya siyasi nedenlerle göçenler var ancak hepsi de yüzde yüz mecburiyetle göçüyor. Hiçbiri sebepsiz değil.” diye cevap veriyor. Göçün keyfi olmadığına, zorunlu olduğuna vurgu yapıyor. Bize “Kim ülkesini bırakıp gelmek ister?” diyor. Balkh’dan göç etmiş Mesud. Hatta ben Balkh’ı telaffuz ettiğinde kâğıda nasıl yazılacağını bilemeyince kalemi rica edip kendisi not kağıdıma yazıyor. Göç öncesi yaşamını anlatıyor. 1977’den beri Afganistan’da savaşın hâkim olduğundan ve zor bir çocukluk geçirdiğinden bahsediyor. 2007’de tek başına Türkiye’ye gelmiş. İlk olarak Zeytinburnu’na yerleşmiş ve hiç yer değiştirmemiş. Göç etme sebeplerini sıralıyor: “Savaş,” diyor önce ve ekliyor, “sadece savaş değil, savaşın etkilediği her şey nedeniyle...” Yakınlarından aynı sebeplerle Avrupa’ya göç eden çok insan varmış. Hatta Almanya ve Avusturya’ya onları ziyarete de gitmiş. Ona kendisinin neden Türkiye’yi tercih ettiğini, gelmeden önce Türkiye hakkında ne kadar bilgi sahibi olduğunu soruyoruz. “Coğrafya dersinden biliyorduk. Kardeş ülke olarak. 1. Dünya Savaşı sonrası ilişkilerimiz güçlü. Böyle anlatılırdı bize.” diyor. Yakınlarından göç etmesini destekleyen kadar desteklemeyen de olmuş. Buraya geldiği ilk günlerde yaşadığı zorlukları sorduğumuzda “Dil kolay öğreniliyor, kültür de yakın. Ama iş ve ekonomik noktalarda zorluklar yaşadık.” diye yanıtlıyor. Herhangi bir ayrımcılığa uğramadığını belirtiyor ama bunu yaşayan çok insan olduğunu biliyor: “Ben yaşamadım ama çok var, biliyorum, görüyorum. Sosyal medya üzerinden siz de görüyorsunuzdur, çok var.” Teyit ediyoruz onu. Etraftaki ayrımcılığın farkındayız. Bizim onu onaylamamız daha rahat konuşmasını sağlıyor sanki. Kendisinden önce göç etmiş yerleşik Afganlar için “Yardımcı oldular, derdimiz aynı.” diyor ve kendisinden sonra gelen göçmen grubuna da kendisinin yardımcı olduğundan bahsediyor: “Din, milliyet, dil diye bir şey yok bizim için. Fark yok. Önemli olan tek şey var, insanlık.” Buradaki önemli olanın insanlık olduğu vurgusu bana Harun’un söylediklerini hatırlatıyor. Mesud’a memleketiyle bağını sorduğumuzda iletişimlerinin WhatsApp üzerinden devam ettiğini, hatta 2-3 kez orayı ziyaret de ettiğini belirtiyor.
”Peki bu ilişkileri burada da devam ettiriyor musunuz? Derneklere gidiyor musunuz?” diye soruyorum. Çok gitmediğini, düğün dernek olduğunda katıldığını belirtiyor. ”Türkiye’nin yaşamınızı daha kolay/ iyi hâle getirdiğini düşünüyor musunuz?” sorusuna, “Yüzde yüz.” diye cevap veriyor. “Çocuklar için daha kolay olacak inşallah.” diye de ekliyor. Geri dönmeyi düşünmüyor Mesud. “T.C. vatandaşıyım. Burayı tercih ediyorum.” diyor. “Oraya dönmek isterdim ama burada kalıyorum, orayı unutmuşum. Ya burayı düşüneceksin ya orayı.” Son olarak gelecekten beklentilerini sorunca Harun gibi o da gülümsüyor. Biraz düşündükten sonra şunları söylüyor: “Avrupa’da da göçmenler var. Oradaki gibi entegrasyon sistemi olsun istiyorum. Oralara gittiğimde göçmenlerin kaynaşması için devletin sosyal etkinlikleri düzenlediğini gördüm. Burada da öyle şeyler olmasını istiyorum, iyi olmasını istiyorum.” Bize, bir şeyler ikram etmek istiyor. Çay, su, ne istersek. Sıcakta konuşmaktan dolayı susadığımız için su rica edip teşekkür ediyoruz. Onunla mülakat yaptığımız için mutlu olduğunu sezinliyorum. Derdini anlatmak istiyor. Sesi duyulsun istiyor, her şey iyi olsun istiyor. Vedalaşıyoruz Mesud’la.
“Taliban yüzünden dönmeyi düşünmedik”
Üçüncü durağımız “Pardes” isimli bir işletme oluyor.
Dükkânlarda tanıştıklarımız dışında kiminle konuşmak istediysek ya bizi anlamıyor ya da uğraşmak istemiyorlardı; bir şekilde reddediliyoruz.
Yine derdimizi anlattığımız bir amca, işi olduğunu söyledikten sonra bir dükkanı işaret ediyor, oraya giriyoruz. Kasadaki adam Mehmet Kenter, 47 yaşında. Kendi işletmesi burası. Yeşiltepe’de yaşıyor o da. Evli ve 4 çocuğu var. Biraz daha çekingen Harun ve Mesud’a göre. Göçü “Mecburi gelinen bir yer.” olarak tanımlıyor. Üç göçmenin de mecburiyet kavramına vurgu yapması dikkatimizi çekiyor. Mehmet’in babası Özbekistan Buhara’dan Afganistan’a göç etmiş 60 sene önce. Mehmet bir yaşındayken, ablası Türk biriyle evlilik yapmış ve Türkiye’ye yerleşmiş. Annesinin vefatı sonrasında da babası 3 kardeşi alıp ablalarını görmeleri için Türkiye’ye getirmiş ve buraya yerleşmişler. Göç öncesi yaşamından söz etmemiz istendiğinde, camide Kur’an okuduğu günlerden bahsediyor. “Camiye gider gelirdik, küçüktük, hayat böyleydi bize.” Göç etme sebeplerinin aslen ablasıyla tanışmak için olduğunu ve Taliban rejimi yüzünden de geri dönmemeye karar verdiklerini anlatıyor. Yakınlarından göç eden pek çok insan olduğunu söylüyor. Farklı ülkelere göç ettiklerinden dolayı akrabalarıyla ilişkileri kalmamış. Gelmeden önce Türkiye hakkında ne kadar bilgi sahibi olduğunu sorduğumuzda buraya hiçbir şey bilmeden geldiğini anlatıyor. “Sadece ablamın olduğunu biliyordum.” diyor. Buraya ilk geldiklerinde yaşadığı sorunları sorduğumuzda, henüz çocuk olduğu için zorluk olarak çok bir şey hatırlamadığını, dili kolayca öğrendiğini, sadece oturma izni almalarının uzun sürdüğünü anlatıyor. Önce Şanlıurfa’ya gelmiş, 6 ay sonra da İstanbul Zeytinburnu’na yerleşmişler. O günden bugüne de hep buradalarmış.
Herhangi bir ayrımcılığa uğradığını düşünmediğini söylüyor ama bunu bizden çekindiği için mi söylüyor, bilemiyoruz. Buraya kendilerinden önce göç eden Afganların kendilerine destek olup olmadıklarını sorduğumuzda destekleyenler, yardımcı olmaya çalışanlar olduğu kadar az da olsa yardıma hiç yanaşmayanların da olduğundan söz ediyor. Kendilerinden sonra gelen göçmen gruplarına ise kendisinin yardımcı olmaya çalıştığını söylüyor. “Ev bulamayanı evimize alamayız ama onun dışında bir şey istediğinde yardımcı olmaya çabalarız.” Memleketiyle ne iletişimlerinin olduğunu ne de oraya tekrar gittiğini söylüyor. Göçmen derneklerine ise bir yakınlarının düğünü olursa gittiklerini ifade ediyor. Bu söylemlerinden, memleketiyle bağının büyük oranda kopmuş olduğunu anlıyoruz. ”Türkiye’nin yaşamınızı daha kolay/iyi hâle getirdiğinizi düşünüyor musunuz?” sorusuna yanıtı, “Geldiğimizde küçüktük, yetimdik. Bilmiyoruz orası mı iyi, burası mı? Taliban kötü evet ama önceden nasıldı onu da bilmiyoruz.” oluyor. Memleketini çocukluğundan birkaç anı dışında iyi tanımadığını anlatıyor. Bu yüzden geri dönmeyi de düşünmüyor. “Yaşamımızı burada kurduk. Biz düşünsek de çocuklar gitmek istemez.” diyor. Gelecekten beklentilerini sorduğumuzda ise duraksıyor. ”Gelecekte kendinizi nasıl görmek istiyorsunuz?” diye yineliyorum sorumu. “Türkiye’nin daha iyi olması.” diye yanıtlıyor. Konuşmamız bitince bize bir şeyler ikram etmek istiyor. Çok teşekkür edip yanından ayrılıyoruz.
Hikâyelerini dinlediğim üç Afgan göçmenin de başka sebeplerden Türkiye’ye geldiği anlaşılıyor. Harun eğitimi için, Mesud savaş ve iç karışıklıklar nedeniyle, Mehmet ise ablasını görmek üzere çıkıyor yola. Üçü de şu an Yeşiltepe’de üç farklı işletmede çalışıyorlar. Dikkatimi çeken şeylerden ilki, göçü tanımlarken hepsinin “mecburiyet” kavramına vurgu yapması. Biz buraya isteyerek gelmedik, mecburduk diyorlar. Göç öncesi yaşamlarına dair Harun ve Mesud nispeten fikir verse de Mehmet’in çok fazla bir hatırası yok. Afganistan’ın yıllar süren savaşı, ülkedeki iç karışıklıklar, eğitimin, ekonominin savaş etkisiyle kötü olması ve Taliban rejimi ülkelerinden neden buralara gelmek zorunda kaldıklarının göstergeleri. Memleketle bağları, Harun ve Mesud için devam etse de Mehmet için devam etmiyor. Üçünün de yakınları, akrabaları kendileri gibi göçmen. Avrupa ülkelerinde veya Türkiye’de tanıdıkları var. Buraya geldiklerinde kendilerinden önce gelen Afgan grupları, iş konusunda kendilerine destek olmuş. Zeytinburnu’nun yoğun bir göçmen bölgesi olması ve burada kendilerinden önceki göçmen gruplarının açtığı dükkânların bulunması, iş bulmalarını kolaylaştırmış. Kendilerinden sonra gelen göçmenlere de onlar yardımcı olmaya çalışmış. Üçü de kendilerinden sonra gelen göçmen gruplarını nasıl karşıladıkları yönündeki sorumuza olumlu yanıt verdiler.
Gelen kişinin her şeyden önce bir insan olduğunun altını çizdiler. Ayrımcılığa maruz kaldıkları veya kendileri kalmasa bile bunu yaşayan Afganların olduğunu bildikleri için ayrımcılığın yanlış olduğunu düşündükleri bariz. Kendilerinin böyle bir şey yapmadıklarını ifade ettiler. Göç ettiklerinde üçü de dil konusunda çok büyük problem yaşamamışlar, Türkçeyi kolay öğrenmişler. Buradaki Afgan dernekleriyle ilişkileri Harun’un daha yoğun, Mesud ve Mehmet’in ise daha az da olsa yine de sürüyor. Derneklerde düğün, kutlama gibi davetlerin yapılması Afganların orada toplanmasını ve kaynaşmasını sağlıyor diyebiliriz. Geri dönmeyi düşünüp düşünmedikleri konusunda ise Harun rejim değişince ülkesine dönmeyi ve faydalı olmayı istiyor; Mesud iki ülke arasında bir tercih yaparak yaşamını artık buraya adadığını ve geri dönmeyi planlamadığını söylüyor; Mehmet de burada kalmayı planlıyor ve çocuklarının da dönmek istemeyeceğini ifade ediyor. Mesud 35, Mehmet de 47 yaşında ve çocuklarıyla birlikte uzun süredir yaşamlarını burada kurmuşlar. Ne zaman sona ereceğini bilmedikleri bir rejime göre tekrar geri dönmek, yeni baştan başlamanın zor olduğunu anlayabiliyoruz. Üçünün de gelecekten beklentileri olumlu, umutlarını kaybetmiş değiller. Hem yaşadıkları ülke olan Türkiye hem de köken ülkeleri Afganistan için durumların iyileşmesini istiyorlar.