Yazmak, Yürümek, Yaşamak

Yazmak, Yürümek, Yaşamak
Yazmak, Yürümek, Yaşamak

Yürümeyi sevmekle kalkıp gitme dürtüsünü sevmek arasında bir bağlantı var mı? Maruz kaldığımız ya da başkalarını maruz bıraktığımız sıkıntılar, evvela ayaklarımızda mı yankı buluyor? Sahil şeridinde, yokuş yukarı, park kenarı; dümdüz, daire çizerek, sık mola vererek; kaç çeşidi var yürümenin? İnsan yazmaya başlamadan önce mi yürümeli yoksa yazı bittikten sonra mı harflerin ağırlığını asfalta, toprağa akıtmalı? Adım adım ilerleyelim.

- Bedene kazandırdıkları, insan zihnine faydaları, ruhu sağaltması (belki de özgürleştirmesi?), bir şehri en esaslı biçimde tanımaya imkân sunması, okunan kitaplara yahut dinlenen şarkılara eşlik etmesi, sevgiyi de sevgisizliği de terbiye etmesi, yeniden gözden geçirmeyi sağlaması, taşları yerine oturtması… Yürümek, yazmakla ve yaşamakla çok uyumlu bir eylem. Bir zorunluluk olarak değil, bir tercih olarak. Bir olmazsa olmaz şeklinde değil, olduğunda da olmadığında da farklı duyguları ortaya çıkararak.

Yahya Kemal.
Yahya Kemal.

- Bir mesafe, iz, patika kurmaya başlamadan yürümek var, bir de hiçbir plan yapmadan, hangi noktadan hangi noktaya gidileceği belirsiz bir yürümek var. İlkini yapanlar şöyledir, ikincisini yapanlar böyledir gibi genellemeler bizi yürümenin bereketinden uzaklaştırır. Şu var yalnız: dingin bir ruh hâli kişiyi daha bilindik yollara götürüyor. Daha önce gidilmiş aralıklara, seyredilmiş manzaralara, hatıralarla saklı kuytulara. Ancak dalgalı deniz diyebileceğimiz o diğer ruh hâli, beyinle ayaklar arasında farklı bir irtibat kuruyor. Acaba şöyle mi: “Yürü yangınların üstüne, kendi alevini de getir / çarpıntısız dakikası olur mu devrimcinin.”

- Nasıl yürüdüğünü merak ettiğimiz insanlar vardır mutlaka. Mesela Yahya Kemal’in, İstanbul surlarına doğru yaptığı, yanına da talebelerini kattığı yürüyüşleri çok merak ediyorum. Sonra Süheyl Ünver’in, Cemalettin Server Revnakoğlu’nun, Sermet Muhtar Alus’un İstanbul’un sokaklarını didik didik ettiği o yürüyüşler. Tanpınar’ın Huzur’unu okurken, bilhassa Mümtaz ve Nuran’ın İstanbul yürüyüşlerinin içinde olmak istemeyen birine sahiden meraklı okur diyebilir miyiz? Şu satırlar kafidir: “…yolun gerisini yayan yürümek için tramvaydan inmişti. O bu yolu öteden beri severdi. Bayezid Camii’nin yan tarafında, büyük kestanenin altında güvercinleri seyretmek, sahaflar içinde kitap karıştırmak, tanıdığı kitapçılarla konuşmak, sıcak günden ve sert aydınlıktan çarşının birdenbire insanı kavrayan loşluğuna ve serinliğine girmek, bu serinliği çok arızî bir hâl gibi teninde duya duya yürümek hoşuna giderdi.”

Yürümenin unutturacakları üzerine çok şey yazmak, söylemek mümkün. Sıralamaya başlayacaktım ki ters istikamette gitmek aklıma geldi.
Yürümenin unutturacakları üzerine çok şey yazmak, söylemek mümkün. Sıralamaya başlayacaktım ki ters istikamette gitmek aklıma geldi.
Yürümeye Övgü
Yürümeye Övgü
Yürümenin Felsefesi
Yürümenin Felsefesi

- Nefes alışverişinin insanın ruh durumunu nasıl etkilediği üzerine yazılan makalelerin, kitapların sayısı her geçen gün artıyor. Nefes eğitimlerine katılan insanlar, meditasyon ve kadim öğretiler eşliğinde sağlam bir ipe tutunmak istiyorlar. Çok duyuyorum, “şimdiye kadar ben nefes almıyormuşum ki” diyenleri. Öfke, kaygı, endişe; hatta depresyon ve melankoli durumları için nefes kontrol programları var artık. Cep telefonunuza indiriyorsunuz. Hangi saniyede nefes alıp, hangi saniyede tutacağınızı ve bırakacağınızı anlatarak sizi daha sakin bir hâle kavuşturmaya çalışıyor bu egzersizler. Yürüyüş, kendi sistemine dahil olan herkese aslında bir nefes metodu sunuyor. Tabiri caizse otomatiğe bağlıyor insan. Bazen adımlarına bazen de kalp atışlarına uygun bir nefes biçimi tutturuyor. Demek ki diyorum, insan yürürken de ahengi arıyor. Ruh, içiyle dışıyla bir ahenk tutturduğunda yaşamın seyri değişiyor. Ondan sonra yazı yazmak, beste yapmak, resim çizmek, eğitim hazırlamak isteyen insan için işler daha kolaylaşıyor.

- Tasavvufta misal, mutmain bir kalbe erişmeden (nefs-i mutmainne) yapılan yürüyüşün (seyr ü süluk) kişiye bir katkısı olamayacağından, gidip gidip geri dönüşlerin yaşanacağından söz edilir. Çünkü sayısız labirente sahip olan ruh, nefsle olan mücadelesinde ciddiyet ve samimiyet istiyor. Sufilerin nezdinde bir bilene (mürşid) ihtiyacın şart olması, cehaletle (şeytan) yürüyüşün hiçbir yere götüremeyeceği gün gibi aşikâr. Demek ki bîkarâr olmakla tâcidâr olmak arasında çetin bir köprü var. Bir nebze anlamak, belki hissetmek için güftesi Hüseyin Siret Efendi’ye ait “Geçti Sevdalarla Ömrüm” adlı eser dinlenebilir, dinlenmeli.

- İlle de güneşli bir sabaha, ılık bir havaya mı ihtiyaç duyarız yürümek için? Yürümek için yağmurlu havaları tercih edenlerin bir sebebi olabilir. Tıpkı akşam, hatta gece yürüyüşlerini sevenler olduğu gibi. Gün oluyor insan kalabalık bir caddede engelleri aşarak yürümekten zevk alıyor. Engeller derken diğer insanlardan bahsediyorum. Kafamızda oturtamadığımız, belki öfke duyduğumuz meseleler, insan bedenlerinde şekilleniyor böylece. Yürümek, sembolik bir anlamla bu kez bize yardımcı oluyor. Yürüyorsun, aşacaksın ve yol senin.

- Aceleyle yürüyen insanların içlerindeki aceleyle bir savaşları olduğunu düşünürüm hep. Belki sıkıntılı bir genelleme olabilir ama İstanbul’da yaşamanın bir imkânı da insana kazandırdığı gözlem yeteneği ve sonrasında haklı çıkma tecrübesi. Bundan dolayı kimse kusura bakmasın: O etkinlikten öbür etkinliğe koşturmanın, o konser senin bu konser benim gezmenin, hangi sabahı hangi geceye bağlayacağını bilememenin iç sıkıntısıyla alakalı olduğu çok barizdir. Kültür, sanat faaliyetlerini sevmek güzeldir, seviyor gibi yaparak içerideki düzensizliklerden kaçmak başka bir şeydir. Kendimden yola çıkarak yürürsem: İçeriyi derli toplu bir hâle getirmeden, dışarıda yaptığım yürüyüşlerden pek tat aldığım söylenemez. Hatta çoğu zaman yeni bir yorgunluğa dönüşür bu. Çok nadirdir, yorucu yürüyüşlerden sonra içeriyi düzenlemeye girişmek. Zaman zaman olur ama o da tam olmaz. Yürüyüşün mutlaka bir şeyleri tamamlaması gerektiğini söylemiyorum, hakiki yürüyüşle öylesine gidip gelmeler arasındaki farka işaret ediyorum aslında.

- Yürümenin unutturacakları üzerine çok şey yazmak, söylemek mümkün. Sıralamaya başlayacaktım ki ters istikamette gitmek aklıma geldi. Yürümek neyi unutturamaz? Çok fazla düşünmeden “ölümü” dedim kendi kendime. İnsan ne bir başkasının ne de kendisinin öleceğini, yürüyerek unutamaz. Belki biraz dışlayabilir, bir kenara attığı yanılgısına kapılabilir. Oysa hayat bir yanılsama, ölüm mutlak hakikattir. Yürümek bizi olsa olsa yanılsamalardan kurtarabilir, yeni yanılsamalar yaşatarak üstelik.

- Yürümeye Övgü (David Le Breton) ve Yürümenin Felsefesi (Frederic Gros) gibi düşünce kitapları kadar Bozkırkurdu (Hermann Hesse) ve Günler Aylar Yıllar (Yan Lianke) gibi romanlar da yolla ilişkili metinler. Hep kendini arayan, hep kendine rastlayan, gerçeği en yakıcı zamanlarında bile umuda sarılmayı amaç edinen ruhlar. Bazen tabiatla, bazen hayvanlarla yakınlık kurarak insan ruhunu güçlendiren tüm duyguları kucaklamak. Hayatın insana her seferinde ödettiği bedele karşı bir savunma mekanizması yürümek. Yaşanan sıkıntıların, içinde bulunulan hâlin hiçbir şekilde değişmeyeceğini bilmek için adımlara güvenmek gerekiyor. O adımlar, sonra çok başka adımlara götürebiliyor insanı. Yürümek, böyle anlam kazanıyor ve ancak böyle anlam katabiliyor insan ömrüne.

- Seyir kelimesinin köklerine inmek lazım. Yürüyüş, yürüme, gidiş, bulunduğu yer üzerinde hareket etme, ilerleme, yolculuk, sefer, bir şeyi zevk alarak gözle tâkip etme, bakma, izleme, temâşâ. Sonuncusunda duralım. Hayret ve şaşkınlık kadar güzel duygular için bir seyrin içinde olmak gerekiyor. Kendini ve yaşamı derinlikli biçimde seyretmek, onu yeniden ve daha güçlü yaşamak, yüksek bir temâşâ psikolojisiyle mümkün. Yürümek bizi bu psikolojiye hazırlıyor. Tıpkı yazmak gibi.

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım