Yasal göçmen, yasadışı mülteci
Göçmenler doğum yerlerine göre kategorize ediliyor, çünkü küreselleşme hiyerarşik bir süreç. Bazı ülkelerin vatandaşları diledikleri ülkeye gidebilme ayrıcalığına sahipken, bazı ülkelerin vatandaşlarının hareketliliği yasaların dışına itiliyor.
Avrupa’da göç ve mültecilik
Köle ticareti, sömürgecilik akınları, ulus devletlerin sınırlarının çizilmesi, mübadeleler, misafir işçilik gibi değişik biçimlerde, devletlerin ve küresel sermayenin çıkarları doğrultusunda toplulukları sürüklemesi... Tarihsel olarak göç süreci böyle sebeplerle süregelmiştir.
Son üç asırdır küresel göç hareketlerini yönlendiren ‘İngiltere, İspanya, Portekiz, Hollanda ve Fransa gibi Avrupa ülkeleri’, gelişen nüfuslarına yeni yerleşim yerleri bulmak ve yeni kaynaklara ulaşmak için sömürgeler kurdular. Bir taraftan milyonlarca Avrupalı emperyalist amaçlarla diğer kıtalara dağılırken, diğer taraftan da sömürdükleri ülkelerden milyonlarca insanı köleleştirerek Kuzey ve Güney Amerika’ya taşıdılar. 1821-1924 yılları arasındaki yaklaşık bir asırlık dönemde 55 milyon Avrupalı denizaşırı göç etti. Bunlardan 34 milyonu Birleşik Amerika’ya gitti. Avrupa’nın bugünkü demografik yapısı, yüzyıllardır süren göç hareketleri ile yoğrularak oluştu. Söz gelimi Hollanda’nın bugünkü nüfus yapısı Avrupa nüfus yapısı hakkında önemli ipuçları verir. 17 milyonluk ülke nüfusunun yüzde 80’i Hollandalılardan, kalan yüzde 20’si ise Türkler, Endonezyalılar (Uzak Asya), Faslılar (Kuzey Afrika), Surinamlılar (Güney Amerika), Antiller (Karayip Adaları) ve diğerlerinden oluşur.
- İnsanlık tarihi kadar eski bir olgu olan göçün tanımları, kişi, kurum veya disiplinlere göre değişse de, çok temel olarak, bireylerin kişisel veya kitlesel olarak yaşadıkları coğrafyayı değiştirmesi olarak tanımlanabilir. Devletlerarası sınırların aşılmasıyla gerçekleşen dış göç, sürekli veya belli bir süre yaşamak üzere, bir ülkenin siyasi sınırlarını aşarak, bir diğer ülkeye geçmeyi ifade eder. Göç, sadece fiziksel bir yer değiştirme değildir. Bir toplumdan bir başka topluma yapılan göçler psikolojik, sosyal, ekonomik, kültürel ve siyasi boyutlarıyla toplum yapısını kökten değiştiren önemli nüfus hareketleri olarak karşımıza çıkar.
Mültecilik, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkmış ‘modern’ bir kavramdır. Onlarca ülkenin katıldığı ve 50 milyona yakın insanın hayatını kaybettiği dünyanın en büyük savaşından sonra, hem Avrupa’da, hem de dünyanın sömürülen diğer topraklarında sınırlar yeniden çizilmiş, yeni devletler kurulmuştur. Avrupa’da homojen ulus devletlerin kurulması politikası, milyonlarca insanı kendi ülkesinde ‘azınlık’ durumuna düşürmüştür. Ulus devletler, farklı etnik unsurları ülkelerinden sürüp çıkararak, diğer ülkelere sığınmak zorunda bırakmıştır.
Savaştan sonra kurulan BM, Avrupa ülkelerindeki bu nüfus hareketleri sebebiyle yaşadığı ülkeden ayrılan ve korumasız kalan kişiler için bir çözüm yolu aramış ve 1948’de imzalanan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ile ‘ülkesinde işkence ve zulme maruz kalan her bireye sığınacak yer arama ve başka bir ülkeye sığınma hakkı’ tanınmıştır.
Kendi ülkesinin korumasından faydalanamayan kişiler için mültecilik statüsü geliştirilmiş ve 1951 yılında imzalanmıştır. Ancak sözleşme ‘1951 yılından önce ve Avrupa’da meydana gelen olaylar’ ile sınırlandırılmışken, 1951’den sonra da mültecilik hareketleri devam etmiş ve Avrupa ile de sınırlı kalmamıştır. Bu sebeple 1967’de Türkiye dışındaki ülkeler bu iki şartı da kaldırırken, Türkiye ‘Avrupa’da meydana gelen olaylar’ şartını halen kaldırmamıştır. Türkiye’ye mültecilik başvurusu yapabilmek için Avrupa ülkelerinden başvurma zorunluluğu devam etmektedir.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında doğrudan sömürgecilik sona ermiş, Avrupalıların sömürdükleri Asya, Afrika ve Ortadoğu ülkelerinde etnik ve dinî temellere dayanan onlarca zayıf yeni devlet kurulmuştur. Sömürgecilerin otoritesini çekmesinden sonra birçok ülkede şiddet hareketleri baş göstermiş, milyonlarca insan mülteci durumuna düşmüştür. Mesela, 1947’de Pakistan’ın Hindistan’dan ayrılmasıyla 15 milyon Hindu ve Müslüman’ın durumu da böyledir.
Yeniden yedinci adam
1975’te yayımlanan kitabında John Berger, Avrupa’daki her 7 işçiden birinin ‘yabancı’ olduğunu söylüyordu.
Bugün ise dünyadaki yaklaşık 1 milyar insan, yani her 7 kişiden biri doğduğu yerde yaşamıyor. 250 milyon kişi başka bir ülkede göçmen, sığınmacı veya mülteci olarak yaşarken, 750 milyon kişi ise ülke içinde göç etmiş veya yerinden edilmiş durumda. 500 milyon AB nüfusunun yüzde 11’ini göçmenler oluşturuyor.
Birleşmiş Milletler’e göre dünyamız İkinci Dünya Savaşı’ndan beri en yüksek yerinden edilmiş kişinin yaşadığı bir dönemi yaşıyor. 60 milyondan fazla insan bugün itibariyle zorla yerinden edilmiş. Bunlardan 20 milyonu mülteci, 2 milyonu sığınmacı, 38 milyonu ise ülke içinde yerinden edilmiş kişilerden oluşuyor.
Mülteci krizi
Bu yıl en fazla rastladığımız haber başlıklarından biri “Avrupa’da mülteci krizi.” On yıllardır Pakistan, İran, Lübnan, Ürdün, Sudan gibi ‘gelişmemiş’ veya ‘gelişmekte olan’ ülkeler savaşlardan kaçan milyonlarca sığınmacıya ev sahipliği yaparken medyada görünmeyen ‘mülteci krizi’ haberleri, mülteciler Avrupa’ya yönelince birden manşetleri süslemeye başladı.
- Bu yaklaşım aslında zihinlerin/zihinlerimizin ne kadar Avrosantrik çalıştığının da göstergesi. Ülkelerindeki savaştan kaçan milyonlarca Afgan, İran veya Pakistan’a sığınırsa ortada bir kriz yoktur, ama binlercesi Avrupa’ya yönelirse krize dönüşür. Halen dünyadaki 20 milyondan fazla mültecinin yüzde 90’ı Türkiye, Pakistan, İran, Lübnan, Ürdün gibi ‘gelişmekte olan’ ülkelerde bulunuyor.
2015: Avrupa’nın mülteci yılı
2015 yılı Avrupa’ya yönelen dünyanın en büyük kitlesel düzensiz göç hareketinin yaşandığı yıl olarak tarihe geçecek. 2014 yılında ‘oldukça yüksek’ kabul edilen mülteci akınında 280 bin kişi Avrupa’ya ulaşırken, henüz 2015 yılı bitmeden bu sayı 1 milyona yaklaşmış durumda.
Doğu’dan Batı’ya bu kitlesel insan akışı, bir taraftan Avrupa ülkelerinin dış sınırlarını daha da ‘muhkem’ hale getirerek ‘Avrupa Kalesi’ deyiminin hakkını tam olarak vermelerine sebep olurken, diğer taraftan da ortak sınır ve vize politikası Schengen’in ruhuna aykırı biçimde iç sınırların da yeniden yükselmesi ile sonuçlanacak gibi görünüyor. Yunanistan’dan açılan gedikten Avrupa’ya dolmaya başlayan mültecilerden kendi ülkelerini korumak için Makedonya, Macaristan, Sırbistan, Avusturya, Slovenya gibi ülkeler doğu ve güney sınırlarına dikenli teller çekmeye başladılar bile. AB’ye dâhil olunduktan sonra kalkan iç sınırlar, ‘dış tehdit’ olarak görülen mültecileri Avrupa’nın dışında tutabilmek için yeniden yükselmeye başladı. AB ülkeleri 2015 yılında 200 milyon Euro’ya yakın bir bütçe kullanarak 250 kilometre civarında tel örgü çektiler. Görülüyor ki, Avrupalılar göçmenleri değil, sınırlarını korumayı önceliyor.
Hiyerarşik göçmenlik
Bauman’ın deyimiyle dünyada tam anlamıyla bir ‘hiyerarşik küreselleşme’ yaşanıyor; göçmenler de doğum yerlerine göre kategorize ediliyor. Küreselleşme bazı devletlerin vatandaşlarına diledikleri ülkeye gidebilme ayrıcalığı verirken, bazı ülkelerin vatandaşlarının hareketliliğini yasaların dışına itiyor. Yasal yollardan ‘düzenli’ olarak göç etmeleri ve başka bir ülkeye sığınmaları engellenen kişiler, daha ölümcül yolları kullanmak zorunda kalıyor. Kale Avrupa’sına kara sınırlarından giremeyen mülteciler, Akdeniz’i geçerek Yunanistan ve İtalya kıyılarından Avrupa’ya ulaşmaya çalışıyorlar.
Ülkelerindeki savaş, çatışma veya baskılardan kaçan mülteciler için sık sık ‘kaçak göçmen’, ‘yasadışı göçmen’ veya ‘kaçak mülteci’ gibi olumsuz bir içeriğe sahip kavramlar kullanılıyor. Oysa mültecilik bir haktır. Bir tercih değil, bir zorunluluktur. Mülteciler için bir suçu veya suçluyu tarif etmekte kullanılan, doğrudan kriminal bir nitelemeyi barındıran ‘kaçak’ nitelemesini kullanmaktan sakınmak gerekiyor.