Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun unutulmuş bir hikâyesi
Yakup Kadri’nin romancılığının ardından üzerinde durulması gereken bir diğer yönü hikâyeciliğidir. Yakup Kadri’nin kitaplarında yer almayan “Baba Oğul” adlı hikâyesi, Harf İnkılabı’nın hemen ertesinde, dönemin popüler mecmualarından Muhit’in 2. sayısında neşredilmiştir.
Fecr-i Âti topluluğuna katıldığı dönemde yakın arkadaşı Şahabettin Süleyman’ın neşrettiği Ümit mecmuasında hikâyeler ve makaleler neşrederek edebiyat âlemine adım atan Yakup Kadri, şüphesiz ki edebiyat tarihimizin önde gelen tahkiye ustalarından biridir. Tiyatro, mensur şiir, edebî tenkit, biyografi, hatıra, mektup, deneme türlerinde eserler vermekle birlikte Yakup Kadri; bilhassa Yaban, Kiralık Konak, Ankara, Sodom ve Gomore gibi romanları ile tanınmıştır.
Yakup Kadri’nin romancılığının ardından üzerinde durulması gereken bir diğer yönü hikâyeciliğidir. Niyazi Akı, Yakup Kadri’nin hikâyelerini “cehaletin getirdiği baskıları işleyen; harbin yarattığı Anadolu’daki feci sahneleri anlatan; aşk, saadet, dostluk gibi ferdi konuları işleyen hikâyeler” olarak gruplandırır. 1 Bu gruplandırma içerisinde ise Kurtuluş Savaşı’na odaklanan hikâyelerin yoğunluk kazandığı görülür.
Servet-i Fünun mecmuasında yayınlanan “Bir Kadın Meselesi” adlı hikâyesiyle hikâye vadisinde metinler kaleme almaya başlayan yazar, ilerleyen yıllarda hikâye yazmayı sürdürmüş, bu türden metinlerini Bir Serencam (1914), İzmir’den Bursa’ya (1922, Halide Edip, Falih Rıfkı ve Mehmet Âsım’la ortak kitap), Rahmet (1923) ve Millî Savaş Hikâyeleri (1947) adlı kitaplarında bir araya getirmiştir. Yazarın ölümünün ardından bazı hikâyeleri Hikâyeler (1985) adıyla neşredilmiştir.
Yakup Kadri’nin yukarıda sıralanan kitaplarında yer almayan bir hikâyesi, aşağıda dikkatlere sunulmaktadır. “Baba Oğul”, Harf İnkılabı’nın hemen ertesinde, dönemin popüler mecmualarından Muhit’in 2. sayısında neşredilmiştir. “Baba Oğul”, ele aldığı tema bakımından hayli ilginç bir metindir. Hikâyelerinde ekseriyetle Millî Mücadele esnasında insanların yaşadığı sıkıntıları dile getiren Yakup Kadri, “Baba Oğul”da edebiyatın kadim konularından biri olan baba-oğul çatışmasını işler. Şapka kararnamesinin çıkmasının ardından evinden dışarı adım atmayan Kadızade Hacı Hilmi Efendi (baba) ile işlerini devrettiği İhsan Bey (oğul) arasındaki çatışma, hikâyenin kanavasını oluşturmaktadır.
Hikâyenin satır aralarında ele alınan meselenin yalnızca bir baba-oğul çatışması olmadığı, yazarın zihniyetleri de çarpıştırma gayretine giriştiği anlaşılmaktadır. Nitekim yazar, hikâyenin başına “eski zihniyet ile yeni zihniyetin çarpışmasını metin bir üslupla tasvir eden bir hikâye” notunu düşmüştür. Hikâyede Hacı Hilmi Efendi, geleneği ve doğuyu simgelerken İhsan Bey yeniliklerden yana aldığı tutumla değişen hayat tarzını ve batıyı sembolize etmektedir. Yazar, hikâye boyunca İhsan Bey’den yana tavır koymuş ve Hacı Hilmi Efendi’yi olumsuz bir tip olarak işlemiştir. Kiralık Konak’ın Naim Efendi’si ile kıyaslandığında Hacı Hilmi Efendi yenileşmeye bütünüyle karşı çıkan bir insan olarak sunulur. Yazar, inkılaplara karşı olan Hacı Hilmi Efendi ile oğlu İhsan Bey’i hikâye boyunca çatıştırır. Sıralanan bu özellikleri ile “Baba Oğul” hikâyesi, Yakup Kadri’nin hikâye serencamında farklı bir metin olarak anılmalıdır.
BABA OĞUL
Kadızade Hacı Hilmi Efendi şapka kararnamesi çıktığı günden beri evinden dışarıya ayak atmıyordu. Dünyadan elini eteğini çekti, bütün işlerini oğlu İhsan Bey’e bıraktı. Hacı Hilmi Efendi işten el çekecek bir sinde [yaşta] olmadığı gibi, oğlu İhsan Bey de henüz iş başına geçecek bir çağa gelmemişti. Bundan başka, zavallı genç daha İstanbul’da tahsilini bitirmemiş ve Anadolu’nun bu icra kasabasında yerleşmeye karar vermemiş bulunuyordu.
Ne yazık ki babasının itikâfe çekildiği [Bir yere kapanıp ibadetle meşgul olduğu] anda tatiller dolayısıyla Amasya’da idi; eğer bu esnada İstanbul’da olsaydı onu buraya çekebilecek hiçbir kuvvet mutasavver [mümkün] değildi; halbuki, işte, birdenbire şapka kanunu çıkıverdi ve Hacı Hilmi Efendi kendisine nüzul isabet etmiş bir adam gibi, ininde, minderi üstünde mıhlandı kaldı. Ve ailenin bütün umuru [işleri] tabiatiyle İhsan Bey’in omuzlarına yükleniverdi.
Bu umur ise o kadar hafif ve basit değildi; evvela ekilip biçilmesi lazım gelen bir koca çiftlik vardı; sonra, kasaba dahilinde bütün Karadeniz limanlarıyla ticari münasebatta bulunan bir mağazanın idaresi icap ediyordu. O vakte kadar hayata kitaplardan başka hiçbir vasıta ile temas etmemiş bulunan biçare genç için bu dürüşt [sert, haşin] hakikatlerle baş başa, göğüs göğüse gelmek elim bir imtihan oldu.
Bundan başka bazı hususlarda, genç adam, babasının fikir ve tecrübelerinden istifade etmek istedikçe muannit [inatçı] herif sünnetişerife üzre kırpılmış kırçıl bıyıklarının altından sarkan dudaklarını büküyor: “Bana sorma ben bir şey bilmiyorum, gayri,” diyordu. Kalbinde oğluna karşı da gizli bir nefret ve husumet beslediği belli idi. İhsan da onlardan biri değil miydi? O da ilk günden beri başlarına bu menhus [uğursuz] serpuşu [başlığı] geçirip şadımanlık edenler [sevinenler] meyanında [arasında], sarih [net] bir tasvip [onaylama] vaziyeti alamamış mıydı? Gerçi aralarında bu meseleye dair hiçbir münakaşa olmadı; fakat münakaşaya ne hacet? İhsan da kendi fikrinde olsa hiç değilse eve girdikten sonra başına fesini geçirmesi, hiç değilse kendi önüne çıkarken baş açık durmaması lazım gelmez miydi? Zaten bütün bu muhakemelere ne hacet! Çocuğun okuduğu kitaplar, işte, hep meydandadır, ekserisi frenkçe olan bu kitapların hangisi onun zerre kadar din ile mukayyet [ilgili] olabileceğine delildir?
Hacı Hilmi Efendi, oğlunun suallerine, istizanlarına [sorgulamalarına] “Bilmiyorum” cevabını verirken, onu ezada görmekten mütevellit [kaynaklanan] bir vicdani haz duyuyordu. Sanki, ruzu cezada isyanları meşkuk [şüpheli] bazı ruhları Sırat Köprüsü’nün üstünde mütereddit ve şaşkın bırakmağa memur [görevli] bir zebani imiş gibi, karşısındakinin hâline acı ve müntakimane [öç alırcasına] bir tebessümle gülüyordu.
Oğlunun kendisinden cevap almak için ısrar ettiği bir gün, bu zebani sükûnetini kaybeder gibi oldu ve bağırdı: “Dünyayı bu akılla mı idare edeceksiniz! Yuf size, yuf size!”
Delikanlı bu umumi tevbihin [genel azarlamanın] altında ne kadar derin ve kesif [yoğun] bir taassup [bağnazlık] ateşinin gizlendiğini hissetmedi değil -fakat kim bilir, belki o da kalbinde başka neviden bir ateşin hararetine güç dayanıyordu- kendini tutamadı feveran etti [coştu]:
“Sizin aklınızın memleketi nelere sürüklediğini gördük;” dedi.
Hacı Hilmi Efendi aylardan beri susuyordu, fakat onun bu sükûtundan biri boraya takaddüm eden [önce gelen] hava rükudetinin [sakinliğinin] tehditkâr ve sıkıcı ağırlığını andıran bir şey vardı; birden yuvarlak, küçük gözlerinin halkalarında kıvılcımdan çizgiler hasıl oldu, yüzü bir koyu bulut rengi bağladı, ve oturduğu yerden iki dizüstü doğrulup: “Lanet olsun, lanet olsun, lanet olsun hepinize” diye gürledi.
Genç adam yarı öfkeden, yarı korkudan sapsarı kesilmişti. Ekseriya birtakım muhayyel [hayalî] muarızlara [muhaliflere] karşı kendi kendine tekrar etmekten zevk aldığı bütün beliğ [güzel] sözleri unuttu. Onun bu şaşkınlığından cüret alan ihtiyar bir hindi gibi boynunu öne doğru uzatarak ve bir hindi gibi kabarıp homurdanarak söylenmeye başladı:
“Dünyanın tadını tuzunu kaçırdınız, hiçbir şeyde bet bereket bırakmadınız. İki yazdır, bir kere Allah’ın rahmeti yer yüzüne düşmedi. Bir de gelmişsin de sizin aklınız, bizim aklımız diye bir şeyler mırıldanıp duruyorsun. Bizim zamanımızda bahçemizin senin kafan kadar elmaları olurdu; şimdi, git bak, her biri bir ceviz büyüklüğünde ya var ya yok. Sen on onbir yaşında iken çiftliğe gittiğimizde, hatırlamaz mısın? Mahsul arasında dolaşırken, başakların yüksekliğinden başın görünmezdi: Şimdi, git bak, buğdayın boyu diz kapaklarına ya gelir ya gelmez. Bunlar sebepsiz mi? Bunların mutlaka bir sebebi olacak... Sizin uğursuzluğunuz, hep sizin uğursuzluğunuz...”
Hacı Hilmi Efendi’nin tepesindeki püskülsüz gecelik fesi bir ibik gibi kızarıyordu. İhsan, babasını o kadar komik buldu ki kendisini kahkalarla gülmekten zor zapt etti; fakat dudaklarını geren müstehziyane [alaycı] tebessümü saklayamadı. İhtiyar bunun farkına vardı:
“Bir de gülüyor; hayasız, bir de gülüyor! Yıkıl karşımdan, yıkıl!..” diye bağırdı. Genç adam bir an içinde etrafını babasının başındaki fesin renginde kıpkızıl gördü. Öfkeden tir tir titreyen elleri ihtiyarın pörsük boynuna doğru âdeta caniyane [cinayet işlemiş gibi] bir hareketle uzanır gibi oldu; fakat kendini tuttu, iki kolu, naçar [çaresiz] yanlarına düştü ve hiçbir şey söylemeksiniz döndü, ağır ağır dışarıya çıktı.
Lakin bugünden itibaren delikanlının yüreği babasına karşı teskini kabil olmayan bir kin ve gayz ile doldu. O ana kadar yalnız hâline acımakla, belki bir parça da gülünç ve şayan-ı istihkar [küçümsenmeye değer] bulmakla kaldığı bu adam, şimdi onun nazarında, mütemadiyen [sürekli] evin havasını zehirleyen ve burada hayatı bir zindan azabı hâline sokan bir şer ve lanet unsurundan başka bir şey değildi. Onunla her karşılaşışında bir hortlakla yüz yüze gelmiş gibi irkiliyor, saklanacak köşe, uzaklaşacak yer arıyordu. Hacı Hilmi Efendi’nin oğlu hakkındaki hissiyatı da bundan farklı değildi. Onu her görüşünde yavaşça karısının kulağına eğilip:
“Yahu ne dersin, tıpkı domuz görmüş gibi oluyorum...” sözlerini mırıldanırdı. Artık aralarında hiçbir kelime teati etmiyorlardı. Bazen sofrada göz göze tesadüf edecek olsalar, her iki tarafın nazarı ani bir gayz ateşi içinde parlayıp sönüveriyordu. Yavaş yavaş birlikte yemek yemeye de nihayet verdiler. Baba ekseriya yemeğini bir tepsi içinde dizlerinin üstüne koyarak yiyor ve oğul dışarıda, çarşıda bir aşçı dükkânında karnını doyuruyordu. Delikanlı, biraz daha sonra, işlerin çokluğunu bahane edip çiftliğe çekildi ve kasabaya indiği zamanlar da evin semtine uğramaz oldu. Kış geldi, oğul gene çiftlikten inmedi.
Bu iftirakı [ayrılığı], evvela, sinirlerinin selameti namına muvafık [uygun] ve hatta zaruri bulan Hacı Hilmi Efendi’nin gönlünde yavaş yavaş acayip bir üzüntü hasıl olmaya başladı. Karısına, ikide bir:
“Bak, bak,” diyordu; “it, bize kafa tutuyor... Şimdi kulağından tutup çiftlikten attırmak benim elimde değil mi? Göreceksin, köpeğin kuyruğunu iki bacağının arasına nasıl sokacağım.” Ve ana ağlıyordu:
“A efendi; bırak şu çocuğu, kendi hâline, bırak şu çocuğu...” diyordu. Lakin, biraz sonra, Hacı Hilmi Efendi, hıncını karısından almaya başladı. Yanı başında asıl uğraşmak, asıl didiklemek istediği adamı bulamayınca, onun anasına çatmakta fasıkâne [günahkârca], melunane [kötü] bir haz duyuyordu. “Karı, keşke bu hain evladı dünyaya getiremeseydin,” diye bağırıyordu ve kadın boynunu büküp:
“Efendi, günaha girme, Allah’ın işine karışılmaz...” diyordu. Bütün sofular gibi Hacı Hilmi Efendi de öteden beri abus, sert ve merhametsiz bir adamdı. Fakat, uzun müddet evde kapanıp kalışı, oğlu ile aralarında geçen şeyler, onu büsbütün huysuzlandırmış, ekşitmiş, tahammülfersa [tahammül edilemez] bir hâle sokmuştu.
Karısı ta evlendikleri zamanın ilk ayından beri onun zalimane tahakkümüne [baskısına] pek âlâ [güzel] alışmış olmakla beraber, yaşının ilerleniş bulunmasından mı yoksa bu sefer mevzuubahis olan bir tanecik evladıdır diye mi? Nedir; Hacı Hilmi Efendi’nin takazasına [başa kakmasına] artık eskisi gibi tahammül edemiyordu. Ara sıra kocası kendisini fazla hırpalamaya başlayınca, tehevvürle [öfkelenerek] ayağa kalkıyor: “Yok,” diyordu; “gayrı bu kadarını çekemem, ben de başını alır giderim...”
O vakit Hacı Hilmi Efendi var kuvvetiyle ihtiyar kadının üzerine saldırıyor, yumruklarını birbiri ardı sıra zavallının neresine gelirse indiriyordu:
“Gidersin ha! Başını alıp gidersin ha! İşte, işte; al bir tane daha…”
Ve bir hind cevizi büyüklüğünde ve bir hind cevizi gibi kıllı yumruklar, kadının başına, ensesine, omuzlarına, sırtına, taş ağırlığında, taş sertliğinde, mütemadiyen iniyordu.
Lakin bir zaman geldi ki merhametsiz adam, bütün bu işkencelerle dahi hıncını alamaz oldu. Gerek karısına gerek oğluna azap vermek için oturduğu köşeden daha başka tedbirler, çareler araştırmaya başladı; âdeta günlerce murakabeye vardı [kendini denetledi], istihareye yattı: nihayet günün birinde şunu buldu:
Evlenmek ve yeniden bir çocuk sahibi olmak... Belki de behimiyetinin [hayvanlığının] son bir indifaını [yok oluşunu] ifade eden bir arzudan ibaret bu fikri, mevkiitatbike koymak [uygulamak] için çok zaman lazım değildi; bütün basit ve ameli [pratik] insanlar gibi, Hacı Hilmi Efendi de derhal harekete geçmenin yolunu buldu. Kendisini ziyarete gelen birkaç kafadara açıldı; teşebbüsün bu kadarı kâfi idi.
Şimdi karısı, “A, ben de başımı alıp giderim” dedikçe şeytani bir tebessümle gülüp: “Sen bilirsin; işte kapı açık!” demekle iktifa ediyordu [yetiniyordu]. Kendisini tamamıyla taat ve ibadete vermiş görünüyordu; arada bir, içini çekiyor: “Bir şeye yanmıyorum, nece zamandır, Cuma namazından mahrum kaldım; günahı sebep olanların boynuna!” diyordu, sonra seccadeye kapanıp saatlerle bir şeyler, bir şeyler mırıldanıyordu.
Karısı için onun bu hâli herhangi bir tehevvürlü [öfkeli] anından daha mühlikti [tehlikeliydi]. Müşterek hayatlarının bin bir türlü tecrübeleri ona ispat etmiştir ki kocası ne vakit bir şeytanat kurmakta ne vakit bir hile ve desise [oyun] düşünmekte ise, onu mutlaka namaz seccadesinin üzerinde kurar ve düşünürdü! İşte, bunun içindir ki bir gün kendini tutamadı ve tam Hacı Hilmi Efendi iki tarafına selam verip ayağa kalkarken: “Hu, sen bana baksana; gene ne çoraplar örüyorsun, söyle!” dedi.
Herif evvela baş sallayıp “Lahavle, Lahavle!” diye mırıldandı, sonra muhakkirane [aşağılayıcı] bir nazarla kadına dönüp: “Yakında anlarsın!” dedi. Ve karısına tekrar söz söylemek fırsatını vermemek için çoktan istimal etmediği [hazırladığı] yumruğunu kadının ağzına doğru uzattı.
Öbürü, bu pençeyi yakalayıp itmek istedi, o vakit Hacı Hilmi Efendi gene tehevvüre
gelip [öfkelenip] karısını dövmeye başladı. Tam bu sırada oğlu İhsan Bey garip bir tesadüf eseri olarak oda kapısından içeri giriyordu. Evvela ne gördüğünü anlamamış bir adam tavrıyla hayretten donakaldı; sonra birdenbire, hiçbir kelime söylemeden, bir pars gibi babasının üzerine atıldı. Baba oğul bir müddet, sessiz bir boğuşma hâlinde yerde yuvarlandılar. Nihayet genç adam ihtiyarı altına alıp dövdü, dövdü. Fakat bu sefer, nedendir bilinemez, oğlunun üstüne atılan annesi oldu; acı bir feryat kopararak:
“Ne yapıyorsun oğul? Ne yapıyorsun? Babana el kaldırmak ha, hay Allah layığını versin...” diye bağırıyordu. O zaman çocuk, pençelerinin altında kıvranan ihtiyarı şöyle bir köşeye itti. Doğruldu, üstünü başını düzeltti ve geri geri çekilip, bir anasına bir babasına baktı: Birinin gözlerinde boğazlanmış bir hayvan nazarı, öbürünün gözlerinde kine benzeyen bir acı sitem vardı. İhsan Bey kendisine bu evde artık hiçbir yer kalmadığını hissetti ve nereye sığınacağını bilmeksizin, şimdiden yüreğinde bir derin gariplikle kapıdan çıktı, gitti.
Yakup Kadri, “Baba Oğul”, Muhit, S. 2, 30 Teşrinisani [Kasım] 1928, s. 87-89, 151.
1. Niyazi Akı, Yakup Kadri Karaosmanoğlu (İnsan- Fikir- Eser- Üslup), İstanbul Matbaası, İst., 1960, s. 90.