Yahya Kemal’in sırdaşı: Hezarfen Asım Sönmez
Müezzinzâde Mustafa Bey, 1900 kışının bir cuma günü, Eyüp’teki iki katlı mütevazı evinin selamlığında heyecanlı bir bekleyiş içerisindeydi. Saat 19:00 sularında kız kardeşi evin ahşap merdiveninde en büyük bir heyecan içinde inerek ağabeyine şu müjdeli haberi verdi: “Ağabeyciğim, Allah sana nesebini devam ettirecek, nur gibi bir erkek evlat nasip etti! Sıhhati de pek iyi! Arzu edersen gel de bir gör, yengeciğim seni bekler.”
Asım Bey’ın çocukluk evresinin büyük bir kısmı, özellikle Bahâeddin Efendi’nin postnişin olduğu Eyüp Bahariye Mevlevihanesi ile Ali Behçet Efendi’nin şeyhlik makamında bulunduğu Tahir Ağa (Hatuniye) Dergâhı’nda geçer.
Asım Bey, İstanbul’daki daha pek çok tekkenin manevî iklimini de teneffüs eder. Devrin önemli ve meşhur isimlerinin de katıldığı sohbet meclislerinde bulunur. Buralarda kulağına çalınan hoş nağmeler ve hikmetli sözler onun ruhunda ciddi bir tesir halk eder. Mevlevihanede icra edilen ayinler onu musikiye yakınlaştırırken; Tahir Ağa Dergâhı’nın meşhur müdavimlerinden İbnülemin Mahmut Kemal İnal ile Hüseyin VassafEfendi’nin sohbetleri ise onun, yazmalar başta olmak üzere, bütün tarihî eserlere sonsuz ilgi ve alaka beslemesine neden olur. Bu mahfillerde edindiği merak ile 15-16 yaşlarından itibaren hat levhalar, yazmalar ve mezar taşları ile yakından ilgilenmeye başlar. Böylece, ileride dillere destan olacak şahsî arşivi oluşturma yolunda ilk adımlar atılmış olur.
Diğer yandan şiir okuma (inşâd) ile birlikte hanendelik eğitimini de ikmal eder. Tıpkı çocukluğunda olduğu gibi delikanlılık çağında da akranlarından çok, kendinden yaşça büyük kişilerle oturup kalkar. Onlara sürekli, fakat gereksiz olmayan sorular sorarak yeni bilgiler edinmeye çalışır.
Tarih yaprakları 13 Aralık 1925’i gösterdiğinde ise o çok sevdiği tekke meclisleri yasaklanır. Ehl-i tarikin hakiki yoldaşları “Âsumândır kubbesi hep ahterân âvîzesi/ En ziyâ-bahşâ kanâdîli güneşle mâhdır/ Seddolunmakla tekâyâ kaldırılmaz zikr-i Hak/ Cümle mevcûdât zâkir kâinât dergâhdır” kaidesini kendilerine vird edinip sohbet meclislerini kahvehanelere, evlere taşırlar. Buluşmaların, görüşmelerin sıklığında hissedilir bir seyrelme yaşandığı da bir hakikattir.
2 Ocak 1935 tarihli Soyadı Kanunu’nun yürürlüğe girmesiyle Müezzinzâde Asım, Asım Sönmez oluverir. Günler günleri kovalar, zaman durmadan akar. Derken bir gün Asım’ın “manevî abim” diyerek andığı Haydar Kokgili, Kocamustafapaşa’daki Mezarcılar Kahvesi’nde her hafta düzenli toplantılar tertip edildiğini, arzu ettiği takdirde kendisinin de iştirak edebileceğini bildirir. Asım bu müjdeli haberden fazlasıyla memnun olarak ilk toplantısına büyük bir heyecanla gider.
Daha sonraları Tarihî Kır Akademisi diye anacağı bu mekânda düzenlenen toplantılar, onun için bir ruh dinlencesine dönüşür. Zira buluşmalara Tahir Ağa şeyhi Ali Behçet Efendi, Kasemkaya şeyhi Bülbül Ali Efendi, Serzâkir Arif Beyefendi, Sarmaşıklı Nakşî şeyhi Fâdıl Efendi, Daruşşafaka öğretmenlerinden Kâzım Bey, Millet Kütüphanesi müdürü Ebusuutzâde Suut Bey,Yenikapı Mevlevihanesi postnişini Abdülbâkî Baykara Dede gibi kudemadan daha nice önemli kimseler de katılmaktadır.
Günlerden bir gün devrin meşhur şairlerinden Ahmed Agâh veya daha çok bilinen adıyla Yahya Kemal de toplantıların birine iştirak eder. Sabaha kadar devam eden sohbette sadece Yahya Kemal konuşur. Büyük bir vecd içinde İstanbul’u ve Balkanlar’ı anlatır. Konuşmasını, şiirlerinden parçalarla süsler. Asım, Yahya Kemal’in konuşmasından bir hayli etkilenir.
Hem de öyle etkilenir ki hiç âdeti olmamasına karşın meclis dağılmak üzereyken şairin yanına varıp “Lütfen haftaya da teşrif buyurunuz. Bizi, sizden mahrum bırakmayınız” demekten kendini alamaz. Yahya Kemal bu talebi ufak bir tebessümle geçiştirir. Fakat bir sonraki buluşmaya ilk gelenlerden biri de o olur. Yine İstanbul’u, Balkan şehirlerini anlatır; şiirlerini okur. Mecliste bulunan zevatın ruhlarını kendi ruhuna raptederek onları bulundukları şehirden ve devirden çok uzaklara, Tanbûrî Cemil Bey’in nağmelerinde can bulan o tılsımlı zamanlara götürür.
Nihayet sohbetin sonuna gelinir. Ahali dağılırken Yahya Kemal, Asım’a “Eve gidiş yolunda bana refakat etmek ister misin?” diye sorar. Şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemeyen Asım’ın ağzından belli belirsiz bir “elbette” firar eder. Yol boyunca Yahya Kemal anlatır, o dinler. İşte yıllar boyu sürecek olan uhrevi dostluk bu suretle tesis edilmiş olur.
- Yahya Kemal emekliliğe ayrıldığı 1949 yılına değin pek çok kere yurt dışına gitmek zorunda kalır. Fakat bu durum ikili arasındaki muhabbet ateşini söndürmek yerine daha da harlar. Yahya Kemal ne zaman İstanbul’a gelse, Asım Bey hemen onun yanında biter. Asım Bey’in Belediye Matbaası Mücellithanesi’nde işe başlaması ile görüşme saatleri mesai saati sonrasına çekilir.
Özellikle Osmanlı devri mezar taşlarını fotoğraflar ve devasa bir arşiv meydana getirir. Yazma ve hat toplama uğraşısından da geri durmaz. Beri yandan da Safiye Ayla, Müzeyyen Senar, Niyazi Sayın, Uğur Derman, Refi Cevat Ulunay, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi döneminin önemli kişileriyle dostluklar kurar. Safiye Ayla ve Müzeyyen Senar ile zaman zaman sahnelere çıkıp şarkılar söyler.
Derken veda vakti gelir ve 1 Kasım 1958 tarihinde Yahya Kemal ebedî âleme göçer. Bu tarih, Asım Sönmez’in hayatındaki en acı gündür.
O gün ne hissettiğini soran bir gazeteci dostuna hüzünlü bir ses tonuyla “Ondan feyz aldım, tarihin birçok gizli köşesini o bana aydınlattı. Ona dair o kadar çok şey kaldı ki bende… O benim ailemden, en yakınlarımdan daha kıymetliydi” der ve “Ondan” diyerek kurmaya çalıştığı cümleyi bitirmeye güç yetiremeden hıçkırıklara boğulur.
Ömrü boyunca Yahya Kemal ihtifallerinde en ön safta yer alır. Yahya Kemal hakkında yaptığı her konuşma yarım kalır. Bilmem kaç kere baştan sona okuyup ezberlediği Yahya Kemal şiirlerini her gittiği mecliste mükerreren okur.
Zaten o şiirleri ondan daha güzel okuyanı da yoktur. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın denk geldiği her mecliste ona “Yahya’dan bir şiir oku da ruhum sürura ersin” demesinin de, 14 Haziran 1969 tarihinde Hızır Bey’in kabrine koyulan kitabenin açılış merasiminde, Yahya Kemal şiirlerini okuması için bizzat belediye başkanı tarafından çağrılmasının da nedeni budur.
Bütün bunlara ilaveten onun adı belediye tarafından neşredilen İstanbul isimli dergide kimi zaman müellif olarak kimi zaman dergide yayımlanan nadir bir fotoğrafın kaynağı olarak yer alır.
Eski musikimizden anlamayanların bizden de anlamayacağını çok iyi bildiğinden “Musikimizden Portreler” isimli bir yazı dizisini hazırlayıp yayımlar. Bu seride yer alan “Sadullah Ağa”, “Hafız, Hattat ve Büyük Musikişinas Zekâî Dede”, “Viyolensel, Kemençe, Tanbur Üstadı Cemil Bey” başlıklı yazıları büyük ilgi ve alakaya mazhar olur.
Yine İstanbul’da yayımladığı “Tanburî Cemil’in Evi Yıkıldı” başlıklı yazısı, 14 Şubat 1970 tarihinde yıkılan mezkûr ev hakkında kaleme alınan ilk yazı olur ve bu sayede ciddi bir kamuoyu oluşturulur.
Hayatının her anını dolu dolu yaşayan ve Aziz İstanbul’a değer katan bu devr-i kadim hezarfeni, 1974 senesinden itibaren pençesine yakalandığı elim bir hastalıkla boğuşmaya başlar. Son demlerini de doğduğu evde geçirir.
Tarih yaprakları 6 Aralık 1976’yı gösterdiğinde ise tam manasıyla bir yetim-i akran olarak, meçhule giden o gemiye biner.
Yahya Kemal’e dair pek çok anısı onunla birlikte tarihe karışır. Fakat bir tanesi vardır ki dilden dile devreder durur. 1950 senesinin ocak ayı İstanbul’a pek insafsız davranır; şiddetli ve aralıksız kar yağışları sebebiyle şehir hayatı tam anlamıyla felce uğrar.
Asım Sönmez’in Belediye Matbaası Mücellithanesi’nde mesaide olduğu bir sırada, matbaa şefi Salih Atalay Bey, Emektar başmücellit Kâzım Varol vasıtasıyla Asım Bey’e, Yahya Kemal’in kendisini aradığını ve telefonda beklediğini haber eder. Asım Bey hiç vakit kaybetmeden şef odasındaki telefona koşar.
Telefon ahizesini kaldırdığında Yahya Kemal’in ızdıraplı ses tonuyla karşılaşır: “Durum tahammül edilir değil. Hemen doktora git. Ricalarımı söyle, bana kadar gelsinler.” Asım Sönmez, üstlerine durumu arz ettikten sonra doğruca Rahmi Duman’ın Fatih’teki muayenehanesine gidip Yahya Kemal’in ricasını iletir. O kara kışta şoföre dakikalarca dil dökerek kendilerini Park Otel’e götürtmeye razı eder.
Park Otel’deki 165 no’lu meşhur odada yapılan doktor muayenesinden hemen sonra Yahya Kemal, Asım Bey’e dönerek, “Asım! Rahmi Bey’i yolcu et. Sen kal. Kendimi iyi hissetmiyorum” der. Asım Bey gece bire kadar üstadına refakat eder. Fakat haylice yaşlı olan annesi Hayriye Hanım da o sıralarda hastadır ve oğlundan başka kimsesi de yoktur. Başkaca bir çare bulunmamasından sebep Yahya Kemal’e durumu arz eder. Yahya Kemal, yarın saat altıda yine Park Otel’e gelmesi şartıyla onun eve gitmesine razı olur.
- Asım Bey bir sonraki gün sabah beşte sokaklarda araç aramaya başlar. Fakat yoğun kar yağışından sebep kendisini Park Otel’e götürecek tek bir vasıta dahi bulamaz. Bereket ki tam da o sırada mezbahaneden tabakhaneye deri götürmekte olan bir kamyonete denk gelir. Yalvar yakar kendisini Park Otel’e bıraktırır. Asım Bey, 165 no’lu odanın kapısına nefes nefese varır ve kapıyı çalar.
Yahya Kemal kapıyı açtıktan sonra duvardaki saate bakar ve “Asım, bej geçiyor” diye serzenişte bulunur. Fakat bütün gece uyumamış ve nice zorluklara göğüs gererek Park Otel’e gelmiş olan Asım Bey bu tepki karşısında celallenerek “Beyefendi, Beyefendi! Öyle bir kar var ki, çok kimse bu saatte evden çıkmıyor. Sizin burada kaloriferli odada keyfiniz tamam, dışarıdan haberiniz yok” deyiverir.
Yahya Kemal sükût eder. Asım Bey devam ederek gece boyu annesiyle ilgilendiğini, bu sebepten uyuyamadığını, vasıta bulmakta zorlandığını ve anneciğinin zat-ı alileri için gece boyu dua ettiğini uzun uzadıya izah eder. Bu söz üzerine Yahya Kemal, biraz da müstehzi bir tavırla 'Peki, annen dua etti. Sen ne yaptın?' diye sorar.
Asım Bey dayanamayıp “Efendim, ben sizin yarım kalmış olan Kocamustafapaşa şiirinizdeki mısraı tamamladım” der. Yahya Kemal birden irkilir; kaşları çatılır. Hiddetli bir ses tonuyla “Benim şiirime el uzatmak senin ne haddine! Bunu nasıl, ne cüretle yaptın” diye onu tersler.
Asım Bey bu sefer mahzun bir eda ile “Beyefendi! Yedi senedir masanızın üzerinde boynu bükük kalması hamiyetime dokundu. Katlandığım şu iki günlük cefa karşılığı bunu bana bağışlayınız” diyerek üstadından merhamet diler.
Bahis konusu şiir meşhur Kocamustafapaşa şiiridir. Yahya Kemal bu manzumenin “Bir mücevher gibi Sünbül Sinan’ın ruhu yanar” mısraının bir öncesini bir türlü tamamlayamamıştır.
Asım Bey’in ağzından çıkan “tamamladım” kelimesini duyar duymaz Yahya Kemal’in aklına pek tabii olarak bu şiiri gelir; hafifçe tebessüm ederek şunları söyler: “Oku da ne halt ettiğini anlayalım.”
Asım Sönmez büyük bir heyecanla okur: “Mağfiret güllerinin açtığı son fecre kadar/ Bir mücevher gibi Sünbül Sinan’ın ruhu yanar”. Beyit Yahya Kemal’in tebessümünü kahkahaya çevirir. Bir yandan gülüp, bir yandan ise şunları söyler: “Vay hain! Vay! Yahu fena da olmamış. Gel şöyle söyleyiverelim de bu iş bitsin. Ve sen de bir daha boyundan büyük işlere karışma:Ne ledünnî gecedir tâ ağaran vakte kadar/ Bir mücevher gibi Sünbül Sinan’ın ruhu yanar”.
İşte hüznü bir zevk edinen iki güzide insanın dostluğundan geriye kalan o asude şiir böylelikle tamam olur. Fakat artık bizler ne böylesine bir duyuşa ne de hissedişe sahibiz. Dahası bizi biz yapan o yüce vefa hissinden nasipdar olanlar da eski musikimizden anlayanlar da epey azaldı. Hasılı ölenler öldü, kalanlar muzdarip kaldık…