Ütopyadan disütopya, zamandan gerçekliğe: Bir imkân olarak koronavirüs

Sıkça sorulan sorulardan birisidir: Bütün bu olan bitenin arkasında gizli bir el var mıdır acaba?
Sıkça sorulan sorulardan birisidir: Bütün bu olan bitenin arkasında gizli bir el var mıdır acaba?

Gerçekten de dünya üzerindeki biz faniler için hazırlanan büyük bir komplonun kurbanı olabilir miyiz? Koronavirüsün ortaya çıkmasıyla eş zamanlı olarak yine gündemimize geldi bu eski hikâye. Konuyla ilgili hızlıca hüküm vermeden meseleyi başka bir zaviyeden ele almak meseleye daha serinkanlı bakmamıza yardımcı olabilir.

Sıkça sorulan sorulardan birisidir: Bütün bu olan bitenin arkasında gizli bir el var mıdır acaba? Soruyu daha rafine bir halde dile getirmekte mümkün aslında:

Gerçekten de dünya üzerindeki biz faniler için hazırlanan büyük bir komplonun kurbanı olabilir miyiz?

Koronavirüsün ortaya çıkmasıyla eş zamanlı olarak yine gündemimize geldi bu eski hikâye. Konuyla ilgili hızlıca hüküm vermeden meseleyi başka bir zaviyeden ele almak meseleye daha serinkanlı bakmamıza yardımcı olabilir. Belki de ütopya ve disütopyalara biraz daha yakından bakmak söz konusu tartışmayı daha sağlıklı bir zeminde ele almamızı sağlayabilir.

Ütopyadan disütopyaya

Thomas More’un Ütopya’sının üzerinden yaklaşık 500 yıldan fazla vakit geçti. Edebi olarak ifade ettikleri değer bir tarafa bırakılırsa ilk elden ütopyalar için söylenecek yargı şu galiba: Zihinsel bir tasarım olarak yok-yerin (qu-topos) varlığı üzerinden belli bir siyasal eleştiriye zemin oluşturmak. Dolayısıyla denilebilir ki ütopya geleneği, yazarlarının “düzen”i eleştirmek için kullandıkları bir araçtı esasında. Ama öte yandan biraz daha yakından bakınca gerçekliğin doğasıyla ilgili bir tartışmanın da yürüdüğünü görürüz bu metinlerin içinde. Başka bir söyleyişle, “yok-yer”in mevcudiyeti üzerinden yüzeydeki siyasal tartışmanın altında gerçekliğin neden bu formda zuhur ettiğiyle ilgili bir mesele söz konusuydu.

Aldous Huxley, Cesur Yeni Dünya
Aldous Huxley, Cesur Yeni Dünya

Söz konusu gerçeklik sorgulamasının ne anlama geldiğini disütopyalar üzerinden anlamaya çalışmak işimizi biraz kolaylaştırabilir. Huxley’in Cesur Yeni Dünyası, Orwell’ın 1984’ü, Zamyatin’e Biz’i, Lem’in Küvette Bulunan Günce’si gibi birçok distüpya örneği, geçen uzun asırlardan sonra iktidar mekaniğinin nasıl işlediğini kontra bir dille göstermiş olur. More’un herkesin eşitlendiği bir zeminde iş gören Ütopya’sınn gerçekleştiği zamanlara gelinmiştir artık ama gelin görün ki şimdi başa bela olan tam da bu hayalin kendisi olmuştur. Diğer bir ifadeyle iktidar mekaniği bir “ütopya” olarak tasarlanan gerçekliği olabilecek en efektif bir şekilde işleyişin içine katmış ve hayali gerçek kılmıştır. Tam da bu zeminde ortaya çıkan disütopyaların da siyasal eleştiriyi merkeze alarak, incelmiş bir edebi tür olarak romanın bütün imkânlarını kullanarak, kapsamlı bir “gerçeklik” tartışması yürüttüğünü söylemek mümkün. Dolayısıyla ütopyaların içinde hep bir disütopya sakladıklarını dile getirmek yanlış olmasa gerek çünkü siyasal düzenekteki memnuniyetsizlik üzerinden işleyen mekanizma ve daha derinde akan tartışma, gerçekliği farklı bir boyuttan anlamaya çalışırken bir bakıma onun doğasını da bozmuş olur. Disütopyaların ütopyalara verilmiş bir cevap niteliğinde olmasını, sadece iktidar aygıtının kurnazca bir hamleyle ütopyaları içinde eriten bir maharet olarak görmek safdilliğinden uzak durarak denilebilir ki (disütopyalarda dile gelen) gerçeklik tartışmanın yürütülme zemini, gerçeklik meselesini “içerden” anlamaktan ziyade ona kategorik bir reddiye yazmak anlamına gelmekteydi. Bu bağlamda, gerçeklik tartışmasının zaman üzerinden yürütülen mahiyetini görmek bize yardımcı olabilir.

George Orwell, 1984
George Orwell, 1984

Zamanın doğasıyla ilgili geniş erimli bir tartışmanın zemini burası değil elbet. Ama ütopya-disütopya “gerilim”i bağlamında denilebilir ki zamanı (anlamaya) çalışırken içine düşülen temel hata, yani onu parçalayıp bir hesap nesnesi kılarak düşünmek, daha işin başında işlerin sarpa sarmasına yol açıyor. Oldukça vulgar bir retorik olan anı yaşamak da dâhil olmak üzere, geçmişçilik (en rafine halini Bergson’un metinlerinde bulur) gelecekçilik (ki felsefi olarak Heidegger’in yetkin dili içinde ifade bulur), zamanın hesap edilemezliğini unutarak yola koyulmuş ve nihayet yoldan sapmışlardır. Bu sapmalardan biri olarak gelecekçiliğin temel yanılgısı, kendisini bir fark üzerinden işaretleyerek zamanın bir burcuna yaslanmasından meydana gelmekteydi. Buna göre, kabaca söylendiğinde, psikolojinin eline bırakılamayacak kadar büyük bir memnuniyetsizlik vardır karşımızda. Söz konusu memnuniyetsizlik, psikolojik içerikten çok bizatihi insanın varoluşsal durumunu gönderme yapan bir halet-i ruhiye üzerinde ortaya çıkar. Başka bir deyişle, Zweig’ın “kendileriyle savaşanlar” dediği ve sadece entelektüeller için söylenemeyecek ve bütün hayatı kaplayan/yayılan memnuniyetsizlik, zamanı parçalara ayıran insanın yaptığı en büyük hatadır.

  • Bu sadece, pejoratif bir tonda, zaman üzerine düşünmenin bir hoşnutsuzlukla başladığını söylemek anlamına gelmiyor. Tam tersine zaman üzerine düşünmenin kaçınılmaz bir sonucu olarak düşülecek daha ontolojik bir boyut var burada. Zira yaşamın kendisini ıskalamayla eş zamanlı ilerleyen bu derin kuyuda, zamanın hangi burcunda durduğunuzun bir önemi yoktur. Sorun, zamanının hangi ayağında durduğunuzdan çok, onu parçalayarak işe başlamanın tam da kendisidir.

Dolayısıyla memnuniyetsizlik, bir bakıma yaşa(ya)mamak anlamına gelir. Ne anlamda? Hz. Peygamber’in bir hadisinde söylediği üzere, “Dehr’e sövmeyin; çünkü dehr Allah’tır”. Zaman üzerine düşünmenin, yaşayamamakla, bunun ise zamana sövmekle olan ilgisi üzerine bir miktar düşünmek gerekiyor galiba. Doğrusu, burada (dehre) sövmekle düşünmek, bir meseleye yanlış yerden bakıp onu kavra(yama)mak arasındaki ilişkiyi ciddiye almak gerekiyor. Bu, bir yandan insani bir mod olarak düşünmenin, insani haller içindeki biricikliğini öne çıkartan, yani her şeyi aklıyla kuşatmaya çalışan, hesap eden “kindar” tutumun (burada Prometheus’un insanı yaratırken Zeus ve diğer tanrılara beslediği kini hatırlayalım), bir yandan da böyle yaptığı oranda gerçekliği yakalayayım derken elinden kaçırmayı ve onu zedelemenin o güçlü tonunu bize hatırlatıyor. Zaman, Hakk’ın zuhurunun açılışı anlamanı geliyorsa, zamanı parçalayarak ele almak, onu örtmeyi (küfr), daha rafine bir tonla zuhura “içsel” bir itirazı dile getiriyor. Zamanı bölüp parçalamak, Allah’ın yaratmasının hikmetinde uzaklaşmanın başka bir şeklidir bu anlamıyla. Gerçeklik, tam da burada elden kaçar ve kendini kapatır.

Westworld

Zamanın gerçekliğinin elden kaçtığı bir düşünüm olarak gelecekçilik ve onun rafine bir görünümü olarak disütopyacılık da, parçalanan zamanlar arası gerilimin bir tezahürüdür bu anlamda. Gerçeklik burada, bir örtme olarak, sahipsiz kalır, sessizleşir, devreden çıkar. Disütopyaların içinde sakladıkları zamanı parçalanmasıyla ilgili gerilimi ve gelecekçiliğin buradan tevarüs edip giderek büyüttüğü örtmeye disütopya geleneğinin “yetkin” örneklerinden birisi olan Westworld üzerinden yaklaşmak durumu biraz daha sarih bir hale getirebilir.

2016 yapımı Westworld, geleceğin dünyasında heyecan ve macera arayan insanlar için kurulup bir tür panayır ve eğlence yeri olarak dizayn edilen özel bir kasabadır. Macera için burayı ziyaret eden zengin müşteriler vardır ve onlar farklı zaman dilimlerine (Roma İmparatorluğu, Orta Çağ, Vahşi Batı) gidip robot-kovboylarla savaşabilmek zevkine sahip olurlar.

Dolayısıyla denilebilir ki Westworld, kelimenin gerçek anlamıyla bir disütopyadır çünkü kendini bir Arşimet noktası olarak gelecek içinde konumlandırır ve bunu da umutsuz bir formda yapar. Bu umutsuzluk (memnuniyetsizliğin ikiz kardeşi) teması önemli zira disütopyalar, “içinde” bulunduğumuz zamanın halini geleceğe projekte ederek bizleri uyandırmaya (bir at sineği olarak Sokrates’i hatırlayalım burada) çalışırlar. “Ey insan,” derler biz fanilere, “gözünü aç çünkü sonun iyi değil!” Oysa herhangi bir metnin kıymetini anlamak için yapılacak ilk eylem, onun içinde bir umut barındırıp barındırmadığını anlamaya çalışmaktır. Zira insana Tanrı karşısında neredeyse mutlak bir özgürlük alanı bırakan bir yapı olarak “hümanist” ve “transhümanist” performans, sıra gelecek ve onun içinde taşıdığı umuda gelince bu özgürlüğü görmezden gelir.

Westworld (2016)
Westworld (2016)

Başka bir ifadeyle, Tanrı’nın boşalttığı yere insanı (paradoksal bir şekilde) layık görmez bu eleştiri kipi. Çünkü mesele insana bırakılamayacak kadar hem karmaşık hem de derindir. Buradaki kritik nokta, cari dünya nizamının güç mekanizmalarıyla insanı hem özgürmüş gibi gösterip hem de gücün ve iktidarın sonsuz çoğalması arasında çaresiz bırakması değildir sadece. Daha kritik olan mesele, söz konusu düzeneğin bitimsiz bir umutsuzluk içinden kodlanması ve Tanrı’dan alınarak insana layık görülen ama sonrasında devlet ve onun uzantıları olan yapılara atfedilen “otonomiy”le birlikte bizlere salık verilen umuda dair kötümser vurgu da saklıdır. Dolayısıyla denilebilir ki yola insanla çıkılır ama bir yol kazası süsü verilerek insan da devreden çıkartılmış olur. Özgür insan, ölür, güç (iktidar erki performansıyla) her yeri kaplar, geriye kocaman bir umutsuzluk ve buna yakılan ağıt kalır.

  • Buradaki ters çevirme görülmeye değerdir: Bir içsellik olarak özgürlükle başlanan yolda iktidar aygıtının elinde sıkışarak ölümü ilan edilen insanın hazin sonundur karşımızdaki manzara.

Oysa özgürlük, iktidar mekaniğinin insan üzerindeki etkisine indirgenemeyecek kadar içsel bir anlama haizdir. Dışarı için gücünü de bu içten alır. Çünkü özgürlük dışa doğru değil içe doğru bir kavisle kendini gerçekleştirir ve (eğer gerçekten de insanın bir özgürlüğü söz konusuysa) bu, ister yapma ister yapmama şeklinde tezahür etsin, dünyaya rağmen meydana gelir. Sanılanın aksine özgürlük toplumsal yahut siyasal bir entite değildir. O, insanlar ya da olaylar arası bağıntılar arasındaki ilişkiler retoriğindeki tercihte değil, ferdin içsel derinliğinde kendini gösterir. Oysa disütopyaların çizdiği manzara, bunun tam tersidir ve burada tanrısallığın bir şubesi olarak muktedir dünyanın içi ve dışı kuşatan yapısından çıkış imkân dışı bırakılır. Bu anlamıyla denilebilir ki umutsuzluğun nihai karar olup çıktığı bütün örüntülerin içinde barındırdıkları kötücülüğü hatırda tutmak gerekir. Herkesin ağzına pelesenk olmuş olan şu kötülük bir problemi gibi bir şey varsa bu, umudu iptal eden bu tavırda saklıdır.

Gelecekteki bir umutsuzluk olarak Westworld, geçmişi ve şimdiyi iptal eder, yani zamanı parçalar ve gelecekteki bir an üzerinden kendini konumlandırır. Bunu da, olabilecek en rafine bir “hikâye”, yani “insandan hiçbir farkı olmayan”, dizinin diliyle söyleyecek olursak, “görevliler” üzerinden yapar. Dahası dolaşıma sokulan form olan “yok-yer” olarak Westworld, yani gölge-dünya, gerçek dünyadaki birileri tarafından “yaratılır” ve bu onların tanrısallıklarının doruk noktasıdır. Dolayısıyla burada, atıf yapılan bir yok-yer olarak Westworld, onu yaratan insan söz konusu olduğunda çift yönlü hareketle hem ideal bir düzene, yani Cennet’e hem de her şey(ler)in tasarlandığı mekân olarak gerçek dünyaya gönderimi mümkün kılan zemindir. Bununla da kalmaz, son bir hamleyle, şu sahte Cennet’i olabilecek en trajik unsurlarla birlikte işaret edip buradan hâsıl olacak zevklenmeyi bize göstererek o bitmeyen tartışmaya yani kötülük problemine de atıfta bulunmuş olur. Sürekli geliştirilebilen “görevliler”in dizinin gerilimi içinde eksik olan ama giderek bir hata ile “duygulanım”lara ve bunun üzerinden devreye koyulan hafızaya ulaşmaları ile birlikte, hem gerçek dünyanın temel değeri (yani duygular ve hafıza/hatıra) hem de “yok-yer”in gerçekliği arasındaki fark (yani görevlilerin insan olmamaları) da bizi fısıldanmış olur.

Bütün bunlar bir dizi kritiği için elimize hayli malzeme veriyor ama bizim odağımız zaman meselesi. Yani Westworld’ün bizatihi formu. Dizinin içerik analizini yapmak yerine dikkatimizi onun formuna verelim ve bu içeriğin bir form olarak disütopyacılık üzerinden zamanı nasıl parçaladığını anlamaya çalışalım. Denilebilir ki bütün bu unsurlar içindeki en önemli nokta, Westworld’ün metninin altındaki o basit gerçeklikte saklıdır: Bir yer vardır, orası yok-yerdir; ne kadar gerçek gibi olsa da; yok-yer (Dizinin söylediği gibi, “Westworld’ün kıymeti gerçek gibi olmasında saklıdır.) aslında yoktur ama öte yandan “sanki” bir yer de vardır; işte orası gerçekten de gerçektir. Peki neresidir bu yer? İçinde yaşanılan somut yer, yani dünya.

Başka bir ifadeyle, dizi geleceğin ütopik yerini yok-yer olarak işaretleyerek bir kez daha somut dünyayı, ne kadar kötü de olsa, var kılmış olur.

Bu muazzam basit ama bir o kadar da “hakikatsiz hakikat”i mümkün kılan ise, dizinin zamanın doğasıyla yürüttüğü tartışmadır. Çünkü gerçeklik, dolayısıyla zaman tartışması söz konusu olduğunda, her ne kadar bunu bulanıklaştırmaya çalışsa da, bütün disütopik metinler aynı izleği takip ederler. İlgili metinlerin bir örneği olarak Westworld de zamanı bölerek gerçekliği parçalar ve onlardan birisini kendisine referans alır, onu var kabul eder ve nihayet bütün her şey bu gerçek olan üzerine bina edilir. Dizi bu parçalanmada kendisine sanki geleceği merkezi bir tema olarak alır gibi görünür lakin bizim bakışımızı geleceğe yöneltmesine rağmen, dizinin görmemizi hem istediği hem istemediği “zaman” tam da şimdidir. Başka bir ifadeyle mesele, içinde yaşanılan yerin gerçek olup olmaması değil bir bulanıklaştırmayla şimdinin silikleşerek her yeri kaplamasıdır. Şimdi, geleceğin yediğinde gibi durur, ama her şeyin tasarımlandığı andır da. Ama öte yandan, gelecek o kadar baskındır ki bütün dizi boyunca, şimdiyi silip süpürür. Dolayısıyla burada devreye sokulan, bir tür bulanıklaştırmadır. Zamanın silikleştiği bu düzenek, zamanı parçalamanın en muteber ve bir o kadar problemli formudur. Zamanı bir bütün olarak kavramanın tam zıt kutbunda ortaya çıkan ve onu silikleştirilip parçalaması, zamanın her bir ekstazına ayrı ayrı bakan insanın temel dramıdır. Zamanı parçalamak, gerçekliği bulanıklaştırır, bu bulanıklaşma da insanı zeminsiz bırakır: Yaklaşık böyle bir denklem vardır gerçeklik, zaman ve insan arasında.

Westworld
Westworld

Denilebilir ki gerçeklik bir kez daha elden kaçar ve bu zamanın parçalanmasının kaçınılmaz sonucudur. Zamanı bölmek gerçekliği tahrip eder çünkü gerçekliğin diğer yüzünde zaman vardır. Ona sövemeyiz yani onu parçalayamayız çünkü o, zuhurun açığa çıktığı zemindir. Yalan söylemenin belki de en önemli günah olması, olanı başka türlü olmuşçasına anlatıvermesidir. Yani yalan günahtır çünkü Hakk’ın zuhuruyla taban tabana zıt bir durumu vaaz eder. Sözle gerçeklik arasındaki farkta gerilim ölümcüldür. Tıpkı bunu gibi, zamanı bölmek de gerçekliği çarpıtır, ona iftira eder ve nihayet onu sanki başka bir şeymişçesine bize sunar. Zamanı bölmek, gerçekliği bulanıklaştırmak ölümcüldür.

Disütopya: koronavirüs

Bütün bunlar bizi ilginç bir noktanın eşiğine getirip bırakıyor: Belki de son derece palyatif bir eksende cereyan eden/yürütülen komplo meselesi, ütopya-disütopya gerilimi bağlamında kendini gösteren zaman meselesi üzerinden daha makul bir şekilde ele alınabilir. Başka bir ifadeyle bahsedilen bu hat, koronavirüs ile birlikte tekrar gündemimize gelen komplo meselesini sağlıklı bir zemine oturtabilmemiz için bize bir imkân sunabilir. Nedir bu imkân? Son da söyleyeceğimizi başa çekelim. Denebilir ki disütopya komploculuğun entelektüalize edilmiş bir versiyonudur. Sadece entelektüalize edilmiş hali mi? Dahası gerçekliği ağır bir tahribata uğratarak yani gerçekliği bulanıklaştırarak son derece kompleks bir durum meydana getirmektedir bu tavır. Başka bir söyleyişle, işleme koyduğu temel entite zaman olan bu tavır, kendini zamanın bir noktası olan gelecekle birlikte işaretleyerek gerçekliği tahrip etmektedir.

  • Dünya sistemini bir bütün halinde ele alan komploculuk da benzeri bir tavrı sergiler. Parçalara ayırma işlemi, bu defa gelecekteki bir amaç için her şeyi mubah gören bazı “düşmanlar”ın varlığına işaret eder. Düşmanlar bizi çoktan kurgulanmış bir düzenek ve belirlenen bir niyet için sahnelemektedirler.

Dolayısıyla gerçekliğin tahrip edildiği kuvvetli bir zemin vardır karşımızda. Unutmak istediğimiz, baş edemediğimiz asıl unsur gerçekliğin kendisidir. Denilebilir ki gerçekten bir komplo varsa onun istediği tam da budur; yani gerçekliğin tahribatı. Gerçekliğin yaygın kamu için tahrip edildiği bir zeminde, yani kelimenin en keskin anlamıyla kriz halinde, her şeyin bulanıklaşarak “kendi” gerçekliğini derinden ve sessizce yürüten bir düzenek. Kriz bizatihi gerçekliğin tahrip edildiği mekanizma içinde neşvünema bulur ve bu giderek yönetsel bir aygıta dönüşür. Nihayet söz konusu durum öyle bir noktayı ulaşır ki ilgili tahribat düzeneği yönetenlere kadar ulaşır.

Bu anlamda disütopyacılığın yönelttiği teknik bir kâbus olarak dünya ile belirsiz düşmanların varlığı üzerine kurulan komploculuğun zemini, zamanı ve dolayısıyla gerçekliği bir bütün halinde gör(e)memekten kaynaklanır. Bu durum ise bize ilk elden şunu söyler: Komploculuğun dilinin vulgar bulmanın bizatihi vulgarlığın zeminde ortaya çıkar çünkü gerçeklik ve zamanı parçalayan tam da bu zemindir. Bu yüzden hesaba çekilecek olan sadece komploculuk değil zamanı parçalayan yapıların tamamıdır. Ölçeği biraz büyüterek denilebilir ki hangi düşünsel mekanizma zamanı parçalara ayırıp iş görüyorsa orada tahrip olan gerçekliktir ve eleştirdikleri diğer pozisyonlarla benzer bir kaderi paylaşmaktadırlar.

Öte yandan bu durum bütünlüklü bir kavrayışın ortaya çıkmasıyla bir imkân olarak kendini açar. Söz konusu bütünlüklü bakış için zamanı ve dolayısıyla gerçekliği parçalamayan bir kavrayışa ihtiyacımız vardır. Dolayısıyla koronavirüsle birlikte tezahür eden komplo hikâyelerinin kategorik reddinden daha ziyade asıl ihtiyacımız olan, gerçekliğin parçalanmadığı bir zemine kavuşmayı ummamızdır. Dolayısıyla bir imkân olarak koronavirüs, gerçekliğin/zamanın parçalara ayrılmadığı bir zemini bize sunabilir. Çünkü hümanist ve transhümanist konumlanma gerçekliği hem parçalayabileceğini hem de onu kavrayıp yönetebileceğini, dahası onu alt edebileceğini varsayarlar.

  • Oysa gerçeklik biz onu hesaba çekmeye kalktığımız her durumda elimizden çoktan kayar, kaybolur ve hiç istemediğimiz bir anda karşımıza ansızın çıkıverir. Bir imkân olarak koronavirüsün kendisi komploculuğun gündemi gelmesini sağlar ama onunla ilgili asıl imkân komploculuğun hareket ettiği zeminin gerçekliği nasıl bozduğunu bize söylemesindedir.

Buysa zamanla/zuhurla ilgili kavrayışımızda açığa çıkan ve farklı veçhelerini gördüğümüz çeşitli durumları gündemimize almamızı sağlar. Gerçekliği/zuhuru yanlış anlayan komploculuktaki zamansal bozulma bizi komploculuktaki düşünümün benzer insani modlara dikkat kesilmemizi salık verir. İşte disütopyalarla komplocu bakışın paylaştığı ortak nüve daha derindeki o büyük krizin, yani zamana/zuhura parçalı açılmanın sadece basit birer iz düşümleridir.

Franco Moretti, Mucize Göstergeler metninde Faust ile Mefisto arasındaki anlaşmaya sözü getirir. Yapılan anlaşmayla ilgili olarak, Faust’un “Peki ben karşılığında ne gibi bir hizmette bulunacağım?” sorusuna Mefisto’nun cevabı yeterince manidar: “Zaman bol: Bunu şimdi düşünmene gerek yok.” Devamını Moretti’den dinleyelim: “Zaman hakikaten de boldur: Yaklaşık bir asır sonra Thomas Mann’ın Mefisto’su bu dizeyi şöyle yankılar: ‘Biz zaman satarız ... sunabileceğimiz en iyi şey budur...’ (Doktor Faustus, 25. bölüm). Zaman satarız: zaman alırız da. Faust ile Mefisto bir nevi zaman değiş tokuşu yaparlar: Faust geleceğin sınırsız imkânlarını elde eder, Mefisto ise sonsuzluğu değil ama (Faust’un ruhu sonunda Cennet’e gidecektir) şimdiyi. Faust’un borcunu ertelemez; bizatihi ifa eder … Burada karar verme meselesinin ortadan kalkmadığı, daha ziyade, adı üstünde Şeytan olduğu için hiçbir ahlaki kaygı gütmeden hareket edecek birisine havale edildiği açık. Karar verme mecburiyeti ortadan kalkmamıştır: Bu mümkün değildir. Faust Mefisto’ya bıraktığı için karar daha da acımasızlaşmıştır; ama aynı zamanda daha az görünür olmuştur, ağırlığını hissetmemek neredeyse mümkündür artık.”

Zamanı parçalara ayırdığımız her durumda aslında iptal ettiğimiz şey bu karardır ve bu da bizi tekrar bir “içsellik” meselesi olarak özgürlüğün başucuna bırakır. Belki de asıl kriz, zamanı parçalayarak ertelemeyi mümkün kılan gerçeklikteki kayıptadır. Bulanıklaşan zaman ve gerçeklikle birlikte Şeytan’a bırakılan boşluk; eh, gerisi de çorap söküğü gibi gelir zaten. Ne dersiniz: Şeytan’ın asıl komplosu tam da bu olmasın sakın?