Birleşik Krallık donanmasına ait “H.M.S. Erebus” ve “H.M.S. Terror” isimli iki gemi, 1845 Mayıs’ında Kuzey Kutbu’nda “asla bulamayacakları” Kuzeybatı Geçidi’nde bir rotayı araştırma ve keşif yolculuğuna çıktı.
Gemiler en son, temmuz ayı sonunda Lancaster Sound’a geçmek üzere uygun hava koşullarını beklerken görüldüler. Erebus’ın enkazı 2014 yılında, 30 mil ötesine sürüklenen Terror’un enkazı ise 2016 yılında Kral William Adası yakınlarında bulundu. Yazar Dan Simmons’un 2007 yılında The Terror ismiyle yayımlanan romanının konusunu da oluşturan iki geminin mürettebatlarının hikâyesi, AMC tarafından aynı adla diziye uyarlandı.
Gerilimli ve korku dolu atmosferiyle seyirciyi, insanın doğa karşısında en acımasız ve çaresiz manzaralarına şahitlik etmeye davet eden The Terror, insanın dizginleyemediği kibri, hırsları ve “doğayı fethetme arzusunun” gerçek(çi)liğin kaybıyla birleşmesiyle nasıl bir kâbusa dönüşebileceğine dair aykırı bir seyir sunuyor.
İncelikli bir korku anlatısı
ABD’li yayıncı kuruluş AMC tarafından 26 Mart’ta ekrana taşınan 10 bölümlük The Terror, 2018’in en iddialı yapımları arasında yer alıyor. Amiral Sir John Franklin (dizide Ciaran Hinds) öncülüğünde, 1845 Mayıs’ında Kuzey Kutbu’nda bulunan Kuzeybatı Geçidi’ni keşif yolculuğuna çıkan ancak mürettebatlarıyla birlikte kaybolan iki İngiliz gemisi H.M.S. Erebus ve H.M.S. Terror’ün hikâyesini konu edinen dizi, izleyiciye bir kayıp hikâyesinden çok daha fazlasını vaat ediyor.
The Terror, temelinde bir korku hikâyesi olmamasına rağmen, korkunun hikâyedeki yan unsurlarla, doğal bir gerçeklik yoluyla ve ürpertici bir derinlikle nasıl işlenebileceğine dair aykırı bir anlatı sunuyor. Zira ABD’li sinema eleştirmeni Laura Prudom, AMC’nin bir diğer korku türü dizisi The Walking Dead ile kıyasladığı The Terror için, “Korku birçok biçimde gelir ve bazıları da zombiler tarafından çiğnenmenizden biraz daha inceliklidir” sözleriyle, The Terror’un farklılığına dikkat çekiyor.
Prudom’un bu yorumunda, mürettebatta ısırık izlerine dair kanıtlar bulunmasına rağmen, The Terror’un salt bir zombi dizisi formatında tasarlanmamış olması etkili.
Dizinin küratörü ve senaristlerinden David Kajganich’in dizide asıl olarak neyi hedeflediklerine yönelik sözleri bu noktada daha açıklayıcı. Dizinin yapım sürecinde, “her ağacın arkasında bir zombiyi saklamaktan” ziyade, gerilmiş gerçekçilikten daha derin korkular almayı nasıl başarabileceklerini kendilerine sorduklarını belirten Kajganich ekliyor: “İyi bir korku türü, doğrudan korkuyla körüklenmeyendir.” Dizinin bir diğer senaristi Soo Hugh’un değerlendirmesi de bu noktada oldukça çarpıcı: “Gerçekten iyi bir korku ya öfkeyle ya da üzüntüyle körüklenir. Mesela masadan korktuğunuzda, onu yeniden yaratmak için daha iyi bir şansınız vardır.”
Diğer yandan The Terror’de korku unsurunun, seyirciyi insan doğasının karanlık ve kör noktalarıyla yüzleştirmeyi başardığına da dikkat çekmek gerekiyor. Zira dizi, bir bilinmeze yelken açan iki geminin hikâyesinden yola çıkarak, “doğayı fethetme arzusunun” cezalandırıcı kutup koşullarında nasıl bir kâbusa dönüşebileceğini ortaya koyarken, insanın doğal gerçeklik karşısında gerçek(çi)liğini kaybetmesine neden olabilen dizginlenemeyen kibir, hırs, rekabetçilik ve gurur gibi karanlık ve kör noktalarına da, oluşturduğu korku dolu atmosfer yoluyla başarıyla temas ediyor.
Acımasız manzaraların hayali
The Terror, yazar Dan Simmons’un 2007 yılında aynı adla yayımlanmış romanından esinlenmiş olsa da, dizinin hazırlık döneminde her iki geminin ulaşılan enkazlarında yapılan keşifler ve titizlikle yürütülen çalışmalar çok daha iyi bir prodüksiyonun ortaya çıkmasına neden olmuş.
Fakat nihayetinde dizinin yaslandığı gerçeklik kadar, özellikle romanda gizemin artırılması adına birtakım kurgusal unsurlarla zenginleştirilmiş senaryonun ekrana yansıtıldığına dikkat çekmekte fayda var. Öyle ki dizide, gemilerin tamamen kaybolma sürecinde mürettebatın neler yaşamış olabileceğine dair olabildiğine acımasız manzaraların hayal edildiği görülüyor. Dizide, cezalandırıcı kutup koşullarının sebep olabileceği her türlü doğal şiddet kol geziyor.
Trajedinin asıl sebebi
Yazın şu sıcak günlerinde, her sahnesinde seyircinin kutup rüzgârları ve soğuğunu hissetmesine neden olabilecek düzeyde başarılı efektleriyle gerçekliği yaşatmayı başaran dizinin ana fikri ise oldukça orijinal. İki geminin mürettebatlarını öldürecek doğaüstü ya da bilinmeyen hiçbir şey yok, fakat onlara, asla ikna edilmemeleri gereken bu imkânsız yolculuğun üstesinden gelebileceklerini düşündürten oldukça insani, bir o kadar da alık bir gurur devrede.
Zira mürettebat, dönemin koşullarında asla denenmemesi gereken bir şeyi başarabilecekleri konusunda ikna edilmişlerdir. Ancak, dizideki bir karakterin ağzından dile getirilen “doğanın, planları takmadığı iklim koşulları”, ana fikrin de tüm özeti aslında. Sonrası ise yine bir karakterin ağzından dile gelen “Hiçlikteki büyük beyazlıkta ölüm yavaştır” hakikati. Ve nihayetinde bir katliamla sonuçlanan büyük bir trajedinin ortaya çıkışı...
Türü gölgede bırakan karakterler
Dizide, ölümler bizatihi devasa buz dağları ve kar fonlarının neden olduğu don terörü içerisinde beklenmedik ve izleyici açısından oldukça sarsıcı denebilecek şoklarla geliyor. Bu şok anlarında teknik açıdan kaliteli aksiyon sahneleri beklenmemesi gerektiğine dikkat çekelim. Zira dizi, gerilim ve aksiyon sahnelerinden daha çok, karakterlerin diyalogları sayesinde konuşkan bir nitelik sunuyor. Bu noktada, dizinin türünden ziyade güçlü karakterlerin varlığının öne çıkması diziyi oldukça etkili kılıyor.
Dizide, özellikle Ciaran Hinds, Jared Harris, Tobias Menzies ve Ian Hart oynadıkları karakterlerle mükemmel işler çıkarıyorlar. Gemilerin kalın buz kütleleri arasında mahsur kalmasının ardından arktik tundraya başlayan yolculuklarla tüm hiyerarşinin yıkılması sonrası ise başarılı oyunculuklara sahip yeni figürler kendi hikâyeleriyle belirerek, diziyi zenginleştiriyorlar. Özellikle ihtiyar bir eskimonun yanlışlıkla vurulması sonrası başlayan esrarengiz olayların yanı sıra gemideki pusulanın aşırı hızlı biçimde sürekli dönmesi, soğuk havaya rağmen yiyeceklerin bozulması gibi olaylar da, dizide her geçen bölümde gizemi artırarak, çoğalttığı sorularla dizinin sürükleyici bir hâl almasına neden oluyor.
Tarihsel gerçeklik, ürpertici kurgu
Diziye dair en ilginç bilgi ise inşa edilen gemilerle buzda yapılan çekimlerin, daha soğuk iklim koşulları yerine nispeten daha sıcak olan ancak uygun coğrafi koşullara sahip Hırvatistan’ın Pag Adası ve Macaristan’ın başkenti Budapeşte’de gerçekleşmesi. Toplamda 129 mürettebatın hayatını kaybettiği tarihsel gerçeği, ürpertici bir kurguyla harmanlayarak ekrana taşıyan The Terror, romanın yazarı Dan Simmons'un ifadesiyle, insan kibrini ve cezalandırıcı kutup koşullarını daha doğaüstü bir düşmanla birleştiren ve yeryüzünün en ücra köşelerinden birinde hayatta kalmak için gerçekleştirilen çaresiz bir mücadele.
Diğer yandan dizi, senarist Hugh’un ifadesiyle, seyircilerin başta terör gibi bir başlıktan korkarak yaklaşacakları ancak dizinin ait olduğu korku ve gerilim türünün aksine oldukça duygusal olduğunu görecekleri bir yapım. Zira The Terror aynı zamanda amansız bir çaresizliğin içinde çırpınan ve kendiyle yüzleşmek zorunda kalarak acziyetini hisseden insanın hikâyesi.
Alternatif Dizi Önerileri