Ürdün’de bir Leyla
Finlandiyalı bir arkadaşım vasıtasıyla tanıdım onu. Sonra o aradan çekildi, biz ikimiz kaldık. Leyla ve Mecnun hikâyelerindeki Leyla değildi. Ne karaydı ne de kuru. Bosna’nın meşhur güzellerinden bir güzeldi.
2012 yılında tanıştık. Arabistik ve Orientalistik (Şarkiyat) okumuş. Mütercimlik yapıyor, kadın mültecilerle ilgili çalışmalar yapan Birleşmiş Milletler’e bağlı bir vakıfta çalışıyordu. BM bürolarında dönen katekulliler, bürokrasi oyunları, küçük insan egosunun her ülkede ve kurumda karşımıza düşen o küçük hâlleri. Anlattıkça öğreniyordum.
Bosnalı olması ona muhabbet duymam için yeterdi ama tanışır tanışmaz içimizi ısıtan o muhabbet, ruhların aşinalığından geliyormuş. Tanıştıkça anladım. Kosova ve Macaristan’da felsefe, Fas’ta Şarkiyat okumuş, sonra da Ürdün’e gelmişti.
Çok çeşitli ülkelere uğramış yollarımız birbirine benziyordu. O da benim gibi Orientalistik tahsil etmiş. Arapçayı İngilizcesine yakın bir güzellikte konuşuyor, Boşnakçaya Arap edebiyatından çeviriler yapıyordu. Geniş balkonlu bir evi vardı. Ünlü, ihtiyar ve usta bir yazara aitmiş gibi duran ahşap oymalı bir yazı masası. O balkonda ve masada sohbetler ediyorduk. Benim Arapçam daha çok kelimelerden yana zengin, o ise gramere hâkimdi; dillerimiz birbirine el veriyordu. Bazen de susuyorduk.
Birbirimize yabancı değildik. Ben saatlerce yanında oturabilirdim. Sanki sorgusuz sualsiz istediğim an oraya girebilir, her an oradan gidebilirdim.
“Kalu Bela”da selamlaşmış olabilir miydik yahut sadece bakışmış. Ruhlardaki bu yakınlık ortak bir geçmişe, ortak bir hatıraya işaret ediyordu. Buna inandım.
- Huzursuz etmiyor onu hiçbir şey
- Benimleyken
- Hiçbir şey bozmuyor huzurumu
- Onun yanında
- Ahenk içinde uysal oturuyoruz
- İkimiz de unutuşlar koynunda
Yolculuklarımız birbirine benziyor ama yola farklı düşmüşüz. O yola fırlatılmış. Ben itilmiş ama yola kendim düşmüşüm. Ben vatanımı içimde getirmişim, o vatanını içine gömmüş. Nice canilikler, kabirler, ölümler görmüş. Ben sadece kırılmışım.
O anlattıkça ben şükürle vatanımı yâd ederdim, o ise hatıralarına döner gibi değil, mazisinden ve geldiği yerden kaçar gibi anlatır, öyle konuşurdu. Yaşadıklarını bir daha hatırlamamak için kelimeden tabutlara sarmalıyor, sohbetlere mi gömüyordu, onları saklamam için bana emanet mi ediyordu, bilemedim.
Ben ülkeme yola düştüğümden daha da güzel dönmek için yemin etmişim, o bir daha hiç dönmemek için. Leyla vatanından sanki peşini hiç bırakmayacak uzun ve acıklı bir hikâyeden kaçar gibi kaçıyordu.
Ben tahsil için vatanımı terk etmişim, o namusu ve canı için. Hikâyesi hikâyemi susturdu. Kıyas kabul etmezdi. O benim hikâyemi tamamıyla hiç öğrenemedi, onunki benim içime işledi.
“Ağlamayın, bakın ben gülüyorum!”
Ölü denizde bir oteldeyiz. İki Alman, bir Bosnalı ve bir Türk kadın. Akşam yemeğindeydik. Leyla anlatmaya başladı:
- “Gece yarısı anneme telefon gelmiş. ‘Sınırlar kapanmadan gece saat 3’te son otobüs kalkacak. Leyla’yı hazırla.’ Uyuyordum. Annem beni yatağımdan kaldırdı, otobüse bindirdiler. 17 yaşındaydım. Savaştan tecavüz edilmek ve öldürülmek korkusuyla en çok da kadınlar kaçıyordu. Kosova’ya kaçırdılar bizi. Üç yıl boyunca ailemden ne bir haber aldım ne de haklarında bir şey işittim. Abim beni aradığında annemin elbiselerimi yıkayıp balkona astığını anlattı. Oyuncak bebeklerimi odama dizmiş, onlara bakıyormuş. Abim ise inanması güç olaylara şahitlik etmiş. Sırp komşumuz Bosnalı komşusunun bebeğini balkondan atmış...”
- Leyla bu acı hatıraları hatırlamak istemek bir yana esprileriyle anlatılabilir kılmaya uğraşıyordu. Ağlamaya başladık. “Ağlamayın” dedi, “bakın ben gülüyorum.” İnsan insanla böyle tanışır, hemhâl olurmuş. Dört kadınken, birden dört insan, dört insanken birden tek vicdan olurmuş.
Leyla dindar değildi, Müslüman ahlakıyla yaşıyordu ama inanç dünyası karmakarışıktı.
“Annem öğretmendi. Soyadımızdan (…gic) Müslüman olduğumuz anlaşıldığından okulda fişlenmemek için mümkün olduğunca bunu gizlememizi tembih ederdi. Camiye ilk kez Bosna’dan kaçarak gittiğim Kosova’da girdim. Kuralları pek bilmezdim. İmam kollarım kısa olduğu için beni azarladı. Bir daha camiye girmedim. Abim savaştan sonra oruç tutmaya başlamış. Savaştan sonra Müslümanlıkla bağı daha da güçlendi. Önceden dindar değildi…”
Dans etmeyi ve caz konserlerini çok seviyordu, sakin duruşunun ardına hayat neşesi gizliydi, mutsuz ve umutsuz değildi. Kelimelerle, dansla ve müzikle hayata tutunmaya çalışıyordu.
- Aliya İzzetbegoviç’in 17 Mart 1995 tarihinde Bonn’da yaptığı konuşmayı hatırladım:
- “10 binden fazla insan öldürüldü. Bunlardan yaklaşık 1300’ü çocuktu. Bu madalyonun trajik yüzü. Diğer yüzünde ise şunlar oluyordu: Üniversite bir gün bile öğrenime ara vermedi. Savaş esnasında 1500 öğrenci diplomalarını alıp mezun oldu. 55 doktora çalışması kabul edildi. Aynı dönemde 250 konser verildi, 1000 tiyatro oyunu sergilendi. Bazen televizyonda o akşam ölen kurbanların haberleri verilirken aynı akşam bir konser duyurusu yapıldığı olurdu. Derin ölümleri derin bir yaşam arzusu izliyordu. Bu konserlerin bizim için bir müzik etkinliğinden öte bir anlamı olduğu doğrudur. Onlar bizim dağlardan gelen şiddete, kötülüğe verdiğimiz bir cevaptı; eşi benzeri görülmemiş gayri insaniliğe karşı verdiğimiz insanca cevaptı.”
Demek böyle oluyordu. Ölü sevicilere karşı hayatta kalarak, ona daha da sıkı sarılarak mücadele ediyorlardı.
Bir gün Leyla’ya Türkiye’de Aliya’yı ne kadar sevdiğimizi heyecanla anlatmaya başladım. Hayır, o sevinmiyordu. Sustu. Leyla, Aliya’ya kızgındı. Onları savaşa sürüklediğini düşünüyordu. Şaşırmıştım. O anlatmaya başladı. Bu kez ben sustum. Tek bir hikâye, tek bir yaşanmışlık yoktu. İnsanlar kadardı. Savaşın, ölümün ve siyasetin olduğu yerde herkes kendi yaşadığını hikâye ediyordu.
Bazen o kadar güçlü oluyordu ki kötüler, onları suçlamaya bile gücümüz yetmiyor, öfkemiz kendimize yöneliyordu. Efsunlu hikâyeler, sloganlar, klişeler tuz buz oluyordu. Srebrenitsa katliamı dâhil Bosna Savaşı ile ilgili anıları unutmak istediğini anladım. O hayata Boşnak mazlum ve savaştan kaçmış acınası bir kadın olarak değil, Leyla olarak devam etmek istiyordu.
Leyla’nın hayatın içinde beğendiği yere ben de usulca iliştim. Tutunduğu yerden tuttum. Dinledim ve dinlendim. Onu yanıma çekmeye gayret etmedim, o da etmedi. Dost oldum ve dost olundum. Ne güzel bir kader. Her şeyi onun istediği yerde bıraktım. Şarkısını söylediğinde sesimi sesine kattım, sustuğunda ben de sustum. Kahkahasına kahkahamı kattım, gözyaşlarına gözyaşlarımı. Araştırmadım, sormadım, ısrar etmedim. Biz Arapça muhabbet etmeye, şiirden, edebiyattan, Araplardan, hayattan sohbetler etmeye, birbirimizin hikâyesinde büyümeye devam ettik.
Srebrenitsa soykırımının yıldönümünde aklıma Leyla düştü. Onu aradım. Hâlâ yollardaymış. İspanyolca öğreniyormuş. Caz konserlerine gitmeye devam ediyormuş. Kays’lar hâlâ Kays’mış, Mecnunluk Leyla’lara kalmış. O kendi hikâyesini başkalarının acılarına katmış. Hikâyesini daha büyük bir hikâyenin parçası yapmış, İsveç’te Suriyeli mültecilerle ilgili çalışmaya başlamış.
* Metindeki bütün şiirlerin çevirileri yazara aittir.