Ubuntu: Ben, biz ve öteki
“Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır” der Wittgenstein. Gerçekten öyle midir? Evrenin hakikatine sadece dilimizin sınırları dâhilinde mi erişebiliyoruz? Yani, dilimizin kabının genişliği ve şekli kadar mı pay alabiliriz akan hakikatten? Geçen yılki seyahatlerimden birinde, bir dünyayı temsil eden bir kavram ile karşılaşmıştım. O kavram Ubuntu idi. Kavramla karşılaşmam, bazı filozoflar için düşüncenin olmadığına inanılan topraklarda gerçekleşti. Bu karşılaşmanın hikâyesini, Nihayet’in geçen seneki 77. sayısında “Ubuntu” başlığıyla Zanzibar’ın köylerinin birinde yaşayan Rahma adındaki bir kadının hikâyesiyle paylaşmıştım. İnsanların eylemleri, deneyimleri, toplumun yaşam tarzı, değerleri, inançları başka diyarlardan kavramların seyahat etmesine imkân verdiği gibi kendi kavramlarının doğmasını da sağlar. Geçen seneki yazımda yerel kadınların Ubuntu kavramını nasıl yaşattığına değinmiştim. Her ne kadar halk arasında gündelik konuşmalarda kullanılmıyor olsa da o diyarlarda kavramı yaşatan insanlar hâlâ var. Bu yazımda ise diğer yazımda hikâyesine gönderme yaptığım Ubuntu kavramının ben, biz ve öteki ilişkisine ve felsefesine kısaca değineceğim.
Ubuntu nedir?
Kavramın tanımını araştırdığınızda karşınıza mutlaka sloganvari şu iki cümle çıkacaktır:
“Biz var olduğu için ben varım”, “Ben, biz olduğumuz zaman benim”. Ubuntu kavramı, Afrika topraklarında düşünce yoktur diyenlerin karşısına “ben” anlayışından çok daha farklı bir “ben” felsefesiyle çıkmaktadır. “Ubuntu”- nun Türkçe ve İngilizcede doğrudan bir karşılığı olmamakla birlikte kavrama yönelik yapılan dilbilim çalışmaları, dilbilgisi açısından Ubuntu kelimesinin “-ntu” (kişi veya insan) kökü ve soyut isimler oluşturmak için kullanılan “ubu-” önekini birleştirdiğini, böylece terimin anlamsal içerik açısından paralel olduğunu bildiriyor. Yani kavramı doğrudan çevirdiğimizde karışımıza “insanlık” teriminin çıktığını söyleyebiliriz. Kavramın karşılığı her ne kadar Batı felsefesindeki hümanizmi çağrıştırsa da iki kavram arasında çok temel farklılıklar bulunmaktadır.
İnsan olmanın ahlaki gerekliliği üzerine duran Ubuntu anlayışı, en temelde ‘ben’in, yani bir kimliğin var olmasını, Batı felsefesinde olduğu gibi çatışmacı bir ilişkiyle öteki oluşturarak inşa etmiyor.
Aksine “ben”in kuruluşunu “biz”in oluşturulmasına dayandırıyor. Bu şekilde var olan “ben”in öteki ile ilişkisi de doğal olarak dışlayıcı ve yabancılaştırıcı olmak yerine daha kapsayıcı ve sağlıklı oluyor.
Öteki ile kurulan bu birleştirici ilişkiyi Afrika kıtasındaki ülkeleri ziyaret ettiğinizde, köylerinde yaşadığınızda rahatlıkla görüp deneyimleyebileceğinize inanıyorum. Ubuntu kavramını araştırdığınızda karşınıza ilk çıkan “Ben, biz olduğumuz zaman benim.” sloganı da bunu ifade etmektedir.
Günümüzde sürekli olarak ötekini konuştuğumuz, ötekileştirmemek için refleksler geliştirmeye çalıştığımız modern hayatlarımız için belki de iyi gelecek, aradığını bulduracak düşünce dünyamızı temsil eden bir kavram var önümüzde.
Ubuntu kavramın, insanları kabul etmenin ve saygı duymanın ahlaki yükümlülüğüne vurgu yaparak,
“ben”in var olmasının ön şartı olarak “biz”i koyduğunu söyleyebiliriz.
Böylece muhtemelen kapitalizmin meydana getirdiği ve onun değerleriyle çelişen “insani bir bakış açısı” karşımıza çıkmaktadır. Bu da insanların birbirleriyle kaçınılmaz ve karşılıklı bağlılığını gerektirmektedir. Böylece bireyin kendi varlığından önce insanlar arasındaki ilişkilerine odaklanması ve bu sayede kendini inşa etmesi sağlanmaktadır.
Peki yaşadığımız modern dönem felsefesinde “ben” ve “öteki” arasındaki ilişki nasıl?
İbrahim Kalın, Ben, Öteki ve Ötesi adlı eserinde modern toplumsal ilişkileri şekillendiren “ben” ve “öteki” arasındaki ilişkiyi, ya mutlak bir iyi ve kötünün savaşına dönüşen çatışmacı ya da “ben”in kendini var etmek için oluşturduğu “öteki”nin çatışmadan da öte yok sayılma ve yok edilme süreci şeklinde sunmuştur. İlk ilişkide bir savaş vardır. İkinci ilişkide var olan ise çatışmadan da öte sömürgeciliktir.
“Ben”in var edilmesinde çatışmayla inşa edilen bu mutlak “öteki”, dışlayıcı hareketlerin benimsendiği bir toplum yapısını inşa etmekte ve dönemsel gelişmelere bağlı olarak yükselişe geçen yabancı karşıtı yani ırkçı eğilimlerin ortaya çıkmasına neden olmaktadır.
“Ben” tasavvuru ile sulandırılmış bir “öteki” arasındaki ilişki tarzıyla küreselleşmenin toplumsal barışı temin etmesi mümkündür.
Kendi dışındaki özneleri yok sayan bir “ben” tasavvuru ise çatışmanın da ötesinde bir yok sayma tavrını meydana getirmektedir. Bu metodolojiyle kendini merkeze koyan “ben”in eylemlerinin kaynağında adalet değil; güç ve zorbalık esas olmuş oluyor. Bu da Avrupa sömürgeciliğinin temelindeki düşünce kültürüdür. Kendi dışındaki varlıklara bir efendi-köle hiyerarşisi dayatan ilişki biçimi.
Günümüzde, öteki icat edilerek kurulan “ben”in bireyde, toplumda, siyasette farklı olumsuz etkilerini deneyimliyoruz. Bu metodoloji ile kurulan “biz” kavramının da sıkıntılı olduğunu özellikle yaşadığımız dünyadaki ırkçı söylemlerde görebiliyoruz. Toplumun tanımı verilirken bir öteki inşasıyla verilen “ben” tanımı, ırkçılığı oluştururken, bireysel hayatlarımızda da birçok ahlaki ve psikolojik problemler doğuruyor. Söz konusu tanım biçimi yabancı karşıtlığı, ırkçılık gibi problemlerin doğmasına sebep olduğu gibi ben ve öteki arasındaki bu çatışmacı ilişki, bireylerin “ben” tasavvurunu tahrif etmekte ve çatışmalı, şizofrenik ve parçalı kimliklerin doğmasına neden olmaktadır. Sadece bir ırk dışında, diğer ırkları dışlayarak inşa edilen toplumsal benlik, o toplumun içindeki bireylerin hayatında da psikolojik girdaplar oluşturmaktadır. Bunu o toplumda yaşayan bireylerin kendilerini tanımlarken içlerinde bir öteki inşa ederek “ben”liklerini tanımlamalarında görebilirsiniz. Sonsuz bir değilleme ve ötekileştirmeyle oluşan bir girdap döngüsü
- Ben kimim? Doğulu değilim, Batı’nın güneyinden değilim, şu ırktan değilim, Müslüman değilim, esmer değilim, siyah gözlü değilim, şişman değilim, fakir değilim, eğitimsiz değilim, kadın değilim, çocuk değilim…
Kalın, “ben” ve “öteki” arasındaki bu çatışmacı ya da yok sayma ilişkisine alternatif olarak yine modern dünyanın sunduğu üçüncü bir ilişki türünün varlığından da söz eder. Buna göre, içeriği boşaltılmış bir “ben” tasavvuru ile sulandırılmış bir “öteki” arasındaki ilişki tarzıyla küreselleşmenin toplumsal barışı temin etmesi mümkündür. Bu yolun sunduğu şey ise aidiyet ve kimliğin zayıflatılması, evrensellik ve çoğulculuktur.
Afrika’da felsefe var mı?
Peki bu çatışmacı ya da sömürgeci türden “ben” inşasından, yine modern yaşamın küreselleşme, çoğulculuk ve kozmopolit anlayışlarının sunduğu, güçlü kimlik tasavvurlarının bir kenara bırakılmasından başka alternatif bir kurtuluş yolu yok mudur? Bu sorunun cevabından önce belki de “Afrika’da felsefe var mı?” sorusunu cevaplamak gerekebilir. Her ne kadar bazı büyük Batı filozofları Batı felsefesinin dinamiklerini temel alarak, Afrika’da bir düşünce geleneğinin olmadığını öne sürse de bilmekteyiz ki bir kültürde gerek edebî olarak gerek dil olarak çeşitliliğin olması bir düşünce geleneğinin olduğunu göstermektedir. Batılı kavrayış bağlamında bir filozofa sahip olmaması orada özgün bir felsefe geleneğinin olmadığı ya da olmayacağı anlamına gelmez.
Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ndeki Dr. Ramiz karakterinin, romanın kahramanına söylediği gibi “Psikanalitik yoruma elverişli rüya görmek zorundasınız. Şimdiye kadar gördüğünüz rüyalar, psikanalitik yoruma el vermemekte, bu yönden de tedavi edilememektesiniz” de diyebilir ve Afrika’da bir düşünce geleneği ya da felsefe olmadığını söyleyebilirsiniz. Fakat bu oldukça tek tipçi bir bakış açısı ve oldukça sınırlayıcı bir yaklaşım olacaktır. İnsanların rüyalarını tek bir form hâline getirmektense tüm rüyaları olduğu gibi kabul edip bu rüyaları yorumlayacak metodolojiler geliştirmesi hedefimiz olmalı. Gelişme de ancak böyle gerçekleşecektir. Diğer türlüsü, ben ve öteki arasındaki çatışmacı ve yok sayıcı gerilimin devam etmesini sağlayacaktır. Bu da tek bir efendi olarak bir “ben”in var olmasına, diğerlerinin ise “anlaşılamamaktasınız” gerekçesiyle yok sayılarak köleleştirilmesine hizmet edecektir.
Afrika’da hem günümüzde hem de geçmişte bir halk bilgeliği bulunmaktadır. Bunu da birlikte yaşarken, insan hikâyelerinde, mitlerinde, atasözlerinde, kavramlarında, masallarında ve yaşam tarzlarına yerleşmiş kültür ve geleneklerinde size göstermektedir. Görmek için ihtiyacınız olan tek şey, bir mzungu alışkanlığıyla karşıdakini nesne konumuna alarak seyretme alışkanlığından vazgeçip birlikte yaşamak ve insan hikâyelerini dinlemektir.
Çatışmacı ve sömürgeci ilişkiden kurtuluşun yolu Ubuntu olabilir?
Belki de “ben” ve “öteki” arasındaki bu iki çatışmacı ve sömürgeci türden ilişkiden kurtuluşun alternatif yolu, Ubuntu ve Afrika’daki düşünce geleneğiyle tanışma sayesinde gelişecek veya keşfedilecektir. Ubuntu felsefesinin sunduğu düşünce geleneğinde “Ben kimim?” sorusuna cevap vermek için önce “öteki”ni değil, “bizi” anlatmaya başlarsın. Biz ile gelen bir “ben kimim” tanımında ise bir değilleme, ötekileştirmeyi değil, aksine kucaklamayı öğrenmen gerekir.
Buradaki düşünsel ve kültürel tanışma, bilinçaltımızda yer alan yoksul ve yardıma muhtaç Afrika düşüncesiyle mümkün görünmüyor. Ya da muhtaç konumdaki Afrika’nın ihtiyaçlarını karşılamak için yapılan yardım çalışmaları da bu tanışma için tek başına yeterli olmayacaktır. Hatta bu yardım çalışmaları, sonrasında “hizmetkâr ve tabi” olma ilişkisi yaratma beklentisiyle yapılıyorsa düşünsel tanışma imkânsızlaşabilir.
Tanışma esnasında “ortak ve eşit” olduğumuz hissettirilmeden “muhtaçlar” imajıyla sosyal medya platformlarına fotoğraflar atılıyorsa bu tanışmanın amacına ulaşmamasına sebep olduğu gibi aynı zamanda oldukça incitici ve ilişkiye zarar veren bir hâle gelebilir. Zihindeki Afrika imajlarını iyileştirecek çalışmalara ihtiyacımız var. Birbirimize hikâyelerimizi anlatmadığımız ve birbirimizi dinlemediğimiz tanışmaların hep bir cihetten eksik kalacağı kanaatindeyim. Bir şeyleri değiştirmek için değil, anlamak ve dinlemek için seyahat etmeliyiz. Dillerini, deyimlerini, renklerini, sanatını tanıyarak bu düşünce geleneğini öğrenebilir ve entelektüel tanışmayı gerçekleştirebiliriz.
Bir cihetten bu kıta insanlarının fizyolojik yardımlarımıza ihtiyaçları olduğunu söyleyebiliriz. Fakat bu tek taraflı muhtaçlık gerçekleştirecek bir ihtiyaç değil, onların fizyolojik olarak bize ihtiyaç duyduğu kadar bizim de onların yaşam ve düşünce dünyalarını tanıyıp sosyolojik ve psikolojik bir iyileşmeye ihtiyacımız bulunmakta. Ubuntu kültürü ve düşüncesiyle ben ve öteki arasındaki çarpışmalı ve yok edici gerilimli ilişkilerin oluşturduğu sosyolojik ve psikolojik problemlerimizden kurtuluşu, “biz” olarak mevcut toplumsal benliğimizi iyileştirme imkânını yakalayabiliriz
- Belki de Asya ve Avrupa kıtalarını birleştiren bir ülkede yaşayanlar olarak, Avrupa hikâyelerinden daha çok Suriye, Ürdün, Filistin ve Mısır’ı geçerek Afrika’nın güneyine yaklaşmaya ve oradaki hikâyeleri dinlemeye ihtiyacımız vardır.