Türkçede bitmeyen dil tartışmaları
Efendim, “Arapçada 5 milyon kelime varmış, Fransızcada renklerle ilgili yüzlerce kelime kullanılırmış…” türünden cümleler pek beylik laflardır lakin bir nokta gözden kaçırıldığı için bu basmakalıp lafların hakikatle bir ilgisi yoktur. Sorun, bu dillerin bunca kelimeye sahip olup olmamasından ziyade, kelime sayısını diller için yegâne zenginlik ölçüsü olarak kabul eden sığ bakış açısıdır. Zira her dil, onu kullanan toplumun neyi ifade etmeye ihtiyacı varsa o kadar kelimeye sahiptir, ne eksik ne fazla… Dolayısıyla ve gayet tabii yetersiz, eksik yahut zayıf dil yoktur.
Geçtiğimiz günlerde medyada geniş yer bulan bir gelişme, sosyal medyanın da gündemini epey meşgul etti. Türk Dil Kurumu yabancı kelimelerin bazılarına yeni kelimeler bulmuş: SMS için kısa bilgi veya kısa haber, doğal gaz için yer gazı, petrol için yer yağı, smoothie için karsanbaç, jülyen için şerit doğrama, hyperloop için hız kovanı, store için ise sarma perde... Bu karşılıklar, sosyal medya fenomenlerine bol etkileşimli gönderiler dizmeleri için fırsat doğması dışında başka ne işe yarayacak ben bilmiyorum doğrusu.
Malum, insanımız birçok konunun mütehassısıdır ve ilaveten dil bahislerinde de “Behresi var!” denecek ölçüde yetkindir. Konusu her açıldığında -konuşan şahsın meşrebine, mesleğine ve siyasi mezhebine göre- Türkçenin veya Arapçanın yahut filanca Batı dilinin ne kadar zengin, ne denli kudretli olduğunu ve ne şahane kelimeler ihtiva ettiğini birçok defalar duymuşsunuzdur. Bir vakitler sosyal medyada, Almancada “bir kimsenin mutsuzluğundan duyulan gizli sevinç” anlamında kullanılan bir kelimenin (schadenfreude) varlığı ballandıra ballandıra anlatılıyordu. Anlatanların kaçı Almancaya bu ölçüde vâkıftır bilmem ama bu kelimeyi ayıla bayıla anlatanların tümünün Türkçedeki şemâtet kelimesinden bihaber olduğunu gönül rahatlığıyla iddia edebilirim.
Efendim, “Arapçada 5 milyon kelime varmış, Fransızcada renklerle ilgili yüzlerce kelime kullanılırmış…” türünden cümleler pek beylik laflardır lakin bir nokta gözden kaçırıldığı için bu basmakalıp lafların hakikatle bir ilgisi yoktur. Sorun, bu dillerin bunca kelimeye sahip olup olmamasından ziyade, kelime sayısını diller için yegâne zenginlik ölçüsü olarak kabul eden sığ bakış açısıdır. Zira her dil, onu kullanan toplumun neyi ifade etmeye ihtiyacı varsa o kadar kelimeye sahiptir, ne eksik ne fazla… Dolayısıyla ve gayet tabii yetersiz, eksik yahut zayıf dil yoktur.
Diller, zaman içinde ihtiyaç hasıl olursa ihtiyaç ölçüsünde kelimeyi ya dilin iç imkânlarıyla kendisi türetir ya da bir başka dilden ödünç alır. Dünyanın bütün dillerinde süreç bu şekilde işler. Yabancı dilden kelime almak ise son derece tabii bir durumdur ki hiçbir dilden kelime almayan saf dil, olsa olsa Amazon Ormanları’nın derinliklerinde yaşayan ve dış dünyadan tamamen soyutlanmış bir hayat süren kabilelerin dilidir.
Türkçe de tarihi seyri içinde, değişik dönemlerde dâhil olduğu kültür havzaları itibarıyla değişik dillerden bol miktarda kelime almıştır. Bir o kadar kelime de gerek dilin doğal seyri içinde halkın mutabakatıyla ve kendiliğinden belirmiş gerekse de muharrir ve münevverlerden üniversite hocalarına kadar birtakım eşhasın marifetiyle masa başında türetilmiş yahut uydurulmuştur. Türetilen veya uydurulanların bir kısmının gayet başarılı örnekler olduğunu ve bunları halkın da çabucak benimsediğini, bir kısmının ise hiçbir şekilde dile yerleşmediğini ve hatta bunların bir haylisinin de alay konusunu edildiğini söylemeye gerek yoktur zannederim.
İyi örnekler de var
Yabancı kelimelere karşılık türetme işinde adı sitayişle en başta anılması gereken kişi Aydın Köksal olsa gerek. Bilgisayar, bilgi işlem, yazılım, donanım, bilişim vb. örnekler onun bizzat türettiği ve dile kolaylıkla yerleşen kelimelerdir (Bilgisayar kelimesi yerleşmeden önce bizde elektronik beyin veya kompüter kullanılıyordu). Bu kelimelerin dile kolayca yerleşmesinin bir sebebi erken davranılmasıysa diğer bir sebebi de o dönemler telekomünikasyon vasıtalarının henüz yaygın olmayışı ve toplumun dış dünyayla irtibatın kısıtlı oluşuydu.
Şunu da belirtmek gerekir ki bizde bu çabaların geçmişi Cumhuriyet öncesine dayanır. Osmanlı münevverinin birtakım kavramlar için Arapça ve Farsça köklerden yeni kelimeler türettiği malumdur. Hekim Şânîzâde Atâullah Efendi ve Hayrullah Efendi’nin tıp alanındaki Türkçeleştirme çalışmaları ise Türkçe köklere de başvurmaları bakımından dikkate değer örneklerdir. Söz gelimi Hayrullah Efendi’nin, müzmin (chronic) terimi için sürenceli karşılığını türettiğini ben Hüsrev Hatemi Bey’den duymuştum. Antrparantez, TDK ise 1930’larda aynı terim için süreğen karşılığını önermişti.
Yabancı kelimelere Türkçe karşılık bulma konusunun Türk Dil Kurumu ile özdeşleştiğinin farkındayım, fakat peşinen söylemeliyim ki toplumsal hafızamızda derin bir yer edinmiş bazı kelimelerin TDK ile bir ilgisi bulunmuyor
Çok oturgaçlı götürgeç (otobüs), gök götürü konuksal avrat (hostes), ulusal düttürü (millî marş), sosyal otlangaç (restaurant) vb. garabetin Kurum ile herhangi bir ilgisi yok. Bunlar, TDK’nin türetme işindeki bazı garip icraatlarını alaya almak amacıyla halkın ve kimi mizah dergilerinin 1950’lerden itibaren uydurduğu ve Kurum tarafından defalarca açıklama yapılmasına rağmen TDK’nin üzerine yapışmış olan komikliklerden başka şeyler değil.
Tutanlar ve tutmayanlar
TDK kurulduğu günden bu yana kelime öneriyor. Bunların epeyce bir kısmı halk nezdinde kabul görmüyor. Tahmin edeceğiniz gibi sebeplerden biri bu işte epeyce yavaş kalınması, erken hareket edilmeyişidir. Yabancı her kelimeye karşılık bulmak gerekip gerekmediği konusu bir yana, kelime dile yerleştikten sonra masa başında türetilen karşılıkların toplumca benimsenmesinin neredeyse imkânsız olduğu gün gibi açık. Yakın geçmişte bunu özçekim örneğinde bir kez daha gördük.
Menü yerine yemek listesi, konjonktür yerine geçerli durum, migren yerine yarım baş ağrısı önerileri gibi karşılıklar ise her şeyden evvel tasarruf yasası gereği dilin doğasına aykırı, zira tek kelimelik kavram için iki kelimelik karşılığı kullanmasını kimseden bekleyemeyiz. Söylenmesi kolay ve kısacık klip kelimesi yerine daha uzun ve söylenmesi de meşakkatli görümsetme karşılığının tutmayacağını bilmek için de kâhin olmaya gerek yok.
İşlek olmayan veya asılsız eklerle türetilmiş kelimelerin de tutmasının zor olduğu düşünülür. Fakat her şeye rağmen, değişik sebeplerle dile yerleşmiş böyle nice kelimenin varlığı da unutulmamalı: sınav, ödev, işlev, ilginç, birey, uzay, yatay, dikey, olay, yapay, ortam, toplum, büyüteç, kaldıraç, sayaç…
Aynı eklerle yapılan bazı kelimeler tutarken bazıları nedense tutmamış. Mesela çizelge çok kullanılırken, dizelge (liste) kullanılmıyor. Dönem gayet yaygınken biçem ve dizem son derece dar bir çevreyle sınırlı kalmış. Mekanizma yerine önerilen düzenek nispeten yerleşmiş; fakat koridor karşılığı geçenek, piston karşılığı itenek, aidat karşılığı kesenek nedense pek itibar görmemiş. Aynı eklerle türetilen evcil-çağcıl, güvence-dinlence, demeç-emmeç, alıntı-asıltı kelimelerinden hangisinin tutup hangisinin tutmadığını söylemeye lüzum yoktur sanıyorum.
Hele hele bir -man/-men eki var ki bununla ne türetildiyse dile yerleşmiş diyebiliriz: çevirmen, danışman, düzeltmen, egemen, eğitmen, eleştirmen, okutman, öğretmen, sayman, uzman… Fakat yine de “kâtip, sekreter” karşılığı önerilen yazman bunlar kadar yaygınlık kazanmamış. Bunun yerine, asker ocağında yazı işlerine bakan erat için kullanılan yazıcı kelimesi ise gayet vurucu bir örnektir ve bildiğim kadarıyla Kurum marifeti değildir.
Herhâlde şöyle desem bana katılırsınız: Yabancı bir kelime yerine önerilen karşılığın toplumca kabul görmesi için, yaşayan ve işlek eklerin uygun köklere getirilmesi suretiyle türetilmesi, fonetik açıdan kusursuz olması yani kulak tırmalamaması, kolay telaffuz edilmesi ve elbette erken davranılması gerekiyor.
Artık 1930’ların veya 1970’lerin dünyasında yaşamıyoruz. Devlet tedrisatı, gazeteler ve dergiler, toplum üzerinde eskisi kadar tesirli değil. İnsanlar haber almak ve bilgi edinmek için kurulu düzenin sistemlerine mahkûm kalmıyor. Dolayısıyla yeni karşılıkların -yukarıda saydığım gerekli şartları taşısalar bile- Türkçeye yerleşmesi zor görünüyor. Zira, teknoloji ülkeye gelmeden, hatta geliştirilme aşamasındayken biz onunla ilgili kelimeyi dağarcığımıza çoktan ekliyoruz.
Oysaki kimi durumlarda halkın muhayyilesi kendiliğinden bir konsensüs oluşturuyor ve bazı kelimeler gayet tabii bir şekilde ve biz hiç fark etmeden beliriveriyor. Kırılacak eşyaların sarıldığı baloncuklu naylonlara patpat dendiğini ilk duyduğumda şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Yukarıda bahsettiğim, askerî yazıhanelerdeki malum personel için kullanılan yazıcıyı da buraya dâhil edebiliriz.
Dilin bir tür kurallar manzumesi olduğu söylenir, fakat dilde asıl olanın doğruluk veya yanlışlıktan ziyade yaygınlık olduğu, çoğu zaman gözden kaçırılır. Her şeyden evvel, dil matematik ve fizik gibi bir olgular bütünü değil, seyrini ve sonuçlarını çoğu zaman kestiremediğimiz, yolunu her hâlükârda kendisi çizen bir sistem...
Sözlük taraf tutar mı?
Gündemdeki bir başka tartışma konusu ise siyaseten veya ahlaken yanlış olduğu düşünülen kelimelere sözlükte yer verilmesi. Bir zümreyi, cinsiyeti, etnik veya dinî topluluğu yahut bir meslek grubunu tahfif ve tahkir eden kelimeler sözlüklerde yer almalı mıdır? Bir ara müsait, kirli, esnaf, serbest, yollu vb. kelimeler epeyce fırtına koparmış ve sözlükte kelimelerin o malum anlamlarına yer verilmesi şiddetle kınanmıştı. Geçtiğimiz günlerde gündemi meşgul eden Türkiyeli kelimesi ise siyaseten doğru bulunmadığı için tepki çekiyor. Peki sözlükler taraf tutar mı? Sözlüğün asıl işlevi nedir?
Her şeyden önce belirtmeliyim ki sözlük ahlak kitabı değildir. Sözlük, anlam ihdas etmez, yeni anlam tayin etmez. Sözlüğün tek bir görevi vardır, kullanılan anlamları tespit edip bu anlamları derleyerek yazıya geçirmek. Bir kelimenin kötü bir anlamı varsa bunun sorumlusu sözlük değildir. Birtakım hassasiyetlerden dolayı herhangi bir anlamın sözlükten çıkarılması için itiraz etmeye, yani gençlerin tabiriyle “duyar kasmaya” kalkarsak ortada kelime kalmaz, güdük bir sözlüğümüz olur. Bu konudaki itirazların sözlüğe değil, topluma ve sosyolojiye (!) yöneltilmesi iktiza eder.
Peki çözüm nedir? Belli bir grup, zümre, cinsiyet veya meslek hakkındaki hakaretamiz anlamlar yokmuş ve hiç olmamış gibi mi davranılmalı? Pisliği, çerçöpü halının altına süpürünce sorun ortadan kalkmış mı oluyor? Herhangi bir anlam gündelik hayatta artık kullanılmıyor olabilir, yazı dilinden düşmüş de olabilir. Çözüm o anlamı sözlükten çıkarmak mı olmalı?
Peki ya kitap okuyan bir genç, bir ev hanımı veya eski bir şiirle meşgul olan herhangi bir meraklı ilk kez karşılaştığı bir kelimenin, metinde yerine oturtamadığı ve başka bir anlamı olsa gerek diye düşündüğü söz varlığının anlamını nasıl öğrenecek? Söz konusu sözlük bir okul sözlüğüyse onun kapsamı zaten dardır ve talebenin ihtiyaç duyacağı kadar kelime ve anlam içerir. Fakat genel sözlükler her kelimeyi ve her anlamı derlemeyecekse biz başımız sıkıştığında nereye müracaat edeceğiz?
Kötü ve istenmeyen kelimeler için çözüm var aslında. Sözlük her ne kadar taraf tutmasa da bu tür durumlarda söz konusu kelimenin ilgili anlamının başına “kaba, yakışıksız, sokak ağzı, saldırgan veya bir grubu tahkir edici” olduğuna dair tarafsız bir açıklama ekler. Sözlükçülüğü bizden çok daha iyi yapan dünyaca ünlü Oksford Sözlüğü bu işi bakın nasıl çözmüş:
Negro kelimesini bilirsiniz. Zenciler için en büyük hakarettir. Aslında bildiğimiz “siyah” anlamına geliyor, İngilizceye Latin dillerinden geçmiş. Fakat anlamı zamanla değişmiş. Oksford, kelimeyi açıklarken “eski ve rahatsız edici/saldırgan” olduğunu vurgulamış.
Aslında TDK sözlüğü de kimi kelimelere “kaba konuşmada”, “alay yollu” vb. açıklamalar ekliyor ama zannediyorum bunlar yetersiz kalıyor.
Unutmak çözüm mü?
Bazı kelimelerin unutulması için sözlüklerin de temizlenmesi gerektiği iddiası ise bence hatalı bir yaklaşım. Ayrımcı kelimeleri istediğiniz kadar unutturun, ayrımcılığı ortadan kaldırmadığınız sürece unutulan kelimenin yerini yenileri alır. Yani burada sorun, toplumsal çürümedir; ayrımcılık, cinsiyetçilik, ötekileştirme, dışlama, hor görme vb. menfi davranışlardır. Mücadele edilecekse sözlükle değil, bu sakat tutumlarla mücadele edilmeli. Yoksa bugün makul olan bir kelime yarın olumsuz bir anlam kazanabilir. Onu da sözlükten çıkarsanız bile yerini yenileri alacağı için her 10 yılda bir sözlük sansürlemek zorunda kalırsınız. Çok basit bir hatırlatma, meselenin nerelere vardığını açıklamak için yeterli olacaktır: Sakat bir zamanlar gayet nötr bir kelimeydi (TDK nötr için etkisiz, yansız diyor). Hatta Türkiye Sakatlar Konfederasyonu hâlâ faaldir. Sonra bu kelimenin incitici olduğu düşünülerek yerine özürlü kullanılmaya başlandı. Takip eden yıllarda onunda pabucu dama atıldı ve yerini engelli aldı. Bitti mi? Elbette hayır! Bugün engelli kelimesine de itiraz ediliyor ve yerine dezavantajlı birey veya özel gereksinimli birey kullanılıyor. Peki sözlük sakat, özürlü ve engelli kelimelerini sözlükten çıkarmalı mı?
Roman yazarları veya film senaristleri, yarattıkları eserlerdeki kötü karakterleri İstanbul beyefendisi gibi mi konuşturacak? Söz gelimi, okuduğunuz edebî eserdeki kadın düşmanı bir karakterin kadınlarla, bir uyuşturucu tacirinin müptelalarla yahut bir hayat kadınının müşterisiyle nasıl konuşmasını beklersiniz? (Yeri gelmişken hayat kadını kelimesinin 60’lara kadar “iş kadını” anlamında kullanıldığını ben Hamdi Akyol’dan öğrendim, o da Levon Dabağyan’dan öğrenmiş.)
Hasılıkelam dili arındırmaya, temiz ve pak hâle getirmeye matuf bütün çabalar hüsranla neticelenir. Durup düşünmek gerekir, o dili kullanan toplum tamamen temiz ve pak fertlerden mi oluşuyor? Bu çabalara ayrılacak zaman ve enerji, toplumu dönüştürmeye, iyileştirmeye harcansa o kelimeler zaten kendiliğinden unutulacak. Üstelik kimse bu kelimeleri sözlükten bakarak öğrenmiyorken…