Türk evinden kopuş gerilimi
Sabahattin Eyüpoğlu 1930’larda yazdığı bir denemesinde Cumhuriyet’le ortaya çıkan modern hayatın öngördüğü konut tipini ele alırken hemen karşısına eski ev olarak adlandırdığı “Türk evi”ni koyarak bir diyalektik oluşturur.
Metinde yeni evi överken ve eski evi yererken kullandığı ifadeler ilginç bir şekilde kafa karıştırır, sanki övgü ile hiciv yer değiştirmiş gibidir.
- “Yeni adamın otrulu [konut] beyaz bir kâğıt kadar çıplak, bir hendese kadar mücerrettir. Ne damında hislerin yuvalanmasına müsait bir üslup, ne de yalçın duvarlarında hatıraların tutunacağı renkli bir kıvrım yahut leke! Eski ev içinde yaşayanların bütün zevklerine bir köşe, bütün telakkilerine bir renk ve bir şekil verebiliyordu: Eski ev bir çamaşır dolabı gibi sahibinin ruhuna benziyordu.”
Modern evin insan tabiatıyla ilişkisini kesmek istediğini söyleyen Eyüpoğlu’na göre bu yeni mimarinin şahsiyeti yoktur. Yazısının son bölümlerinde zincirlerini kıran “modern birey”le eski insanı şahsiyeti bakımından kıyaslamadan edemez:
- “Eski mesken ruhları bir taraftan yalnızlığa ve istiklale davet eder, diğer taraftan ev eşyalarına ve hatıralara bağlardı. Yeni otrul [konut] insanları ruhsal benzerliğe, yuvasızlığa ve mazisizliğe götürmektedir. (…) Yuva idealini gütmek mülkün esiri olmaktı. Apartman bizi bu esaretten sıyrılmaya alıştırmaktadır.”
Yazıda yer alan “mazisizlik” mefhumu, apartmanın karşısına yerleştirdiği Türk evini tarihle yüklü bir imgeye dönüştürüyor. Bu tartışmaya eklemlenen muhafazakâr aydınların önde gelen isimlerinden Peyami Safa 1941 yılında yayımlanan “Milli idealimiz apartman yaptırmak mıdır” adlı yazısında Eyüpoğlu’nun şiddetli apartman vurgusuna karşı çıkar gibidir. Üslubundaki ironik ton ve apartmanın “terakkinin son kertesi” gibi ifadelerle anlatılması bir düşünce yazısından ziyade Eyüpoğlu’nun giriştiği polemiğin bir parçası izlenimi uyandırır. Safa’nın yazısının girişindeki sert ifadeler muhafazakâr bir cephe savunusu gibi algılanabilir ama metninde eleştiriyi derinleştirmek yerine milli servetin israfı olarak görmeyi tercih eder apartmanı.
Yazısının başında sanki Eyüpoğlu’nun kimliksizleştirmek istediği ve eskinin bir yıkıntısı olarak gördüğü Türk evini yüceltecek, apartmanı yerecekmiş izlenimi veren Safa, bizi şaşkına çevirir:
- “Kafesli, karanlık, rutubetli, cumbası çarpılmış, taşlığı küf ve mutfağı lağım kokan tahta evlerimiz ailelerimize tabut olmuştur! Bu evlerden her biri, gözümüzde, koskoca imparatorluğun çöküşünü ve onun harabeleri üstünde mutlak ve mücerret ölümü temsil ediyor. Farkında olarak, olmayarak milli hassasiyetimizi şöyle bir sembolik tasavvurun ağır telkini altına koymuşuz: Tahta ev mazi, apartman istikbaldir; tahta ev tabut, apartman beşiktir; tahta ev ölüm, apartman hayattır.”
Safa ile Eyüpoğlu’nun yürüttüğü bu tartışmanın yalnız apartman-Türk evi dikotomisi içine hapsedilmediğini, mevzunun daha önceye uzanan bir yönü olduğunu anlamak için bakışımızı Ahmet Haşim’in 1928 yılında
İkdam' da yayımlanan “Türk Evi” başlıklı yazısına çevirelim.
- “Bugün Türk’ün ikamet ettiği ev, dün düşüncesini ifade etmek için kullandığı elifba gibi, her tarafından delik deşiktir; onu da bir an evvel değiştirmeli. (…) Bugün hayat hakkında telakkilerimiz değişmiştir, mesken hakkında da değişmeli. Rahat, sağlam, sıhhi bir evi olmayan adamın, kabuğu çıkarılmış bir kaplumbağa gibi, ölümü beklemekten başka yapacak bir şeyi yoktur.”
Görüldüğü üzere 1920-1940 yılları arasında kaleme alınmış bu yazılar, vurguları değişiyor olsa da Türk evi konusunda aşağı yukarı paralel eleştiriler sunuyor. Peki, Türk evinin, mimari öğe olarak insan ihtiyaçlarını karşılayacak bir bütün olmasına düpedüz karşı çıkan bu yorumları nasıl okumak gerekir? Farklı toplumsal sınıflara mensup bu kişilerin eleştirileri, evin mimari kullanımına mı yoksa temsil ettiği şeye bir karşı çıkış mıdır? Bu sorulara cevap verebilmek için meselenin kilit kavramı olan “Türk evi”nin nasıl ortaya çıktığına, sonrasında nasıl kullanılmaya başlandığına ve 1900’lerde şekillenen, Cumhuriyet döneminde ana karakterini bulan Türk evi tartışmalarına bir göz atalım.
Ayna olarak Batı
1900’lerin başına kadar ideal biçimi verilmiş hâliyle bir “Türk evi” teriminin kullanımından söz etmek mümkün değildir. Kavramın geçtiği metinler ise Batılı gezginlerin notlarından ibarettir.
Son dönem Osmanlı toplumunun kimliğini keşfediş hikâyesinde bu Batılı gezginlerin gözlemlerinin ve seyahatnamelerinin azımsanmayacak bir yeri vardır. Osmanlı ülkesini yer yer hayranlık ve şaşırma duygusuyla betimleyen seyyahlar bütün dünyaya farklı bir kent geleneğini ve konut imgesini tanıtmışlardı. Bunu çoğu zaman yabancı bir gözle yapmış olmalarına rağmen büyük bir duyarlılıkla konuya eğilmişler ve bize kendi konut geleneğimizle ilgili paha biçilmez belgeler bırakmışlardır.
Sedad H. Eldem’in de kitaplarında yer verdiği Du Mont, Lady Worthley Montague gibi isimlerin “Türk evi”ni tanımlayış biçimi bugün bizim kullandığımız kadar keskin bir biçimde değildir. Onlarda “Müslüman evi”, “Osmanlı evi”, “Türklerin yaşadığı evler” gibi birbirinin yerine kullanılabilen bir dönüşümlülük vardır.
Bu anlamda Osmanlı bakiyesinin eve bakışı bir “uyanma” öyküsüne benzetilebilir. Dışarıdan bir gözün sıradan bir nesneyi yaşam biçiminin billurlarmış bir nesnesi olarak sunması, eve kendi fonksiyonunun dışında bir temsil gücü vermiş oldu. Bu dönemlerde özellikle Avrupa’da ulusçuluk fikriyle beliren “ulusal mimari” arayışları da “Türk evi” fikrinin ortaya çıkışını hızlandırdı.
Görsel bellek
20. yüzyılın ilk çeyreğinde geleneksel ev konusuna eğilen Rıfat Osman, Süheyl Ünver,Celal Esadgibi ilk Türk araştırmacılarının ilgilerini tetikleyen iki unsurdan ilki, onlarınHoca Ali Rıza kanalıyla görselliğe dayalı bir altyapıya sahip olmaları; ikincisi ise geçmişteki gündelik hayat tarzının somut nesneleri olan geleneksel-yerel mimarinin bu güçlü görsel damarla ulusal kimlik için bir referans noktasına dönüşmesi sürecindeki II. Meşrutiyet’in sağladığı vizyondur.
Osmanlı toplumunun Tanzimat ve II. Meşrutiyet ile hızlanan modernleşme hamleleri, eski olanın dönüşümünü ve yavaş yavaş ortadan kaybolmasını beraberinde getirmişti. Bu kayıplara erken uyananlardan biri de Ressam Hoca Ali Rıza oldu. 1858 yılında doğan Hoca Ali Rıza’nın gerçekçi çalışmalarında kıyı kahveleri, mahalle sokakları ve elbette Türk evi belirgin bir imge olarak kendini gösterir.
O, sanki kaybolmakta olduğunu sezercesine kayıt altına almıştır bu eserleri. Batılı sanatçıların gravürleri ve Ali Rıza’nın tablolarının görsel kompozisyonu bir araya geldiğinde “Türk evi” iyice belirmeye başlar. Ancak ilginçtir, bu evlere karakterini verecek isim ise Celal Esad olur.
Celal Esad’ı daha ayrıntılı incelemeden önce 20. yüzyıl başındaki Avrupa’ya gözlerimizi çevirelim. Milli cereyanların tüm dünyada yaygınlaşması, konut ve mimari alanında da kendi kimliğini keskinleştirmek isteyen çalışmaların önünü açmıştır. Bu alanda ilk atılım Almanya’da gündeme gelmiştir. Alman barınma kültürünün tartışmaya açılması, evin modernleşmenin, gelişimin ve ilerlemenin bir göstergesi, yüksek estetik zevklerin vücut bulmuş hâli olarak ele alınmasına giden yolu açmıştır. Temelde İngiliz konut yapısının beğeni ile takip edildiği bir zamanda Alman evinin benzer bir temsiliyete bürünüp bürünemeyeceği tartışmanın amaçlarından biriydi. Milli karakteri yansıtacak karşılaştırmalı çalışmalar olarak ilki Robert Dohme (1889), ikincisi Muthesius’un (1904) İngiliz Evikitapları, geleneksel yapı ile modern konut arasındaki ilişki üzerine yapılmış ilk araştırmalar olarak ortaya çıkmıştır. Bu eserler “Türk evi” başlıklı çalışmaların ilham kaynağı olarak değerlendirilebilir.
Muthesius’un kitabının farkına varan ilk Türk araştırmacı olarak Celal Esad, bu eserden yola çıkarak İngiliz evleri ile Türk evlerini kıyasladığı eseriyle (1909) “İdeal Türk Evi”ne doğru giden yolda ilk önemli adımı atacaktır. Kitabında Türk evinin bölgeden bölgeye değişen yapı ve biçimlerinin önemsenmemesi gereken ayrıntılar olarak vurgulaması ve temelde yaşayan hâliyle değil, ideal bir tanımlamaya ihtiyaçla Türk evini kurgulaması önemlidir. Çünkü onun bu vurgusu Eldem ve diğer araştırmacıların Türk evi söylemleri için vazgeçilmez bir referans olarak tekrar tekrar kullanılmıştır.
Bu çaba, aslında Türk evinin karakteristik özelliklerini öne çıkartarak onu zamandan ve tarihten kopartmadır. Esad’ın vurgusu sürekli değişerek ayakta kalan, yüzyıllar içinde bulunduğu bölgeye göre uyum sağlayarak ayakta kalan Türk evi için donma ve atılan her adımın taklitten öteye geçememesi anlamına gelecektir.
Hamdullah Suphi ve Türk Ocağı
Türk evinin milli bir özün unsuru, dahası temsili olabileceği fikri ise, 1911 yıllarında Türk Ocağı genel başkanı Hamdullah Suphi tarafından dile getirilecektir. Osmanlı’nın çöküş yıllarında Türk Ocağı’nın açılış yıldönümünde Yahya Kemal’le birlikte hazırlayarak yaptığı bu konuşmalarda dışından içine kadar tümüyle Türk imalatı ve estetiği içeren yapılar olarak betimlediği Türk evi, ulusal kimliği net olarak yansıtan, “her şeyiyle Türk”ün cisimleşmiş hâlidir. Burası tam olarak Türk evinin imgeye dönüştüğü andır çünkü Tanzimat’la başlayan dönüşümde Türk evi de modern Batılı mobilyalarla döşenmeye başlamış, değişen hayat tarzına uygun görüldüğü pitoresk bir yapı hâline gelmişti.
Bu anlamda Augustine’in imge konusunda söyledikleri yeterince açıktır: “İmge duyular üzerinde bıraktığı etkinin üzerinde ve ötesinde, kendinin bir sonucu olarak zihinde başka bir şeyin canlanmasına sebep olan şeydir.” Geçmiş yaşamın billurlaşmış nesnesi olarak Türk evi artık modern-öncesi insanların barınağını değil, ait olmadığımız bir mazinin imgesidir.
Hamdullah Suphi’den Haşim, Safa ve Eyüpoğlu’na ulaşan çizgide Türk evine bakıştaki bu dönüşüm, Cumhuriyet’in ilanının ardından yaşanan kırılmayla ilgilidir. Ulus kavramının merkezî öneme sahip olduğu bu yeni döneme Türk evi olgusu ulusal bir fenomen olarak değil, Osmanlı İmparatorluğu’nu ve Osmanlılığı temsil eden bir sembol olarak intikal etti. Bu yeni anlayışa göre Türk evini yermek Osmanlı’yı yermenin bir başka veçhesidir.
Eldem ve popülerleşen imge
Değindiğimiz gibi “Türk Evi” adıyla milli bir kategori Celal Esad, Hamdullah Suphi, Rıfat Osman, Süheyl Ünver gibi mimar olmayan araştırmacıların metinleriyle yaratılmıştır. Bu imgenin geniş bir kitleye yayılması ise başlattığı Milli Mimari Seminerleri ile Mimar Sedad H. Eldem’in çabasının ürünüdür. Daha önce yapılan araştırmalarda eksik olan mimari haritalandırma (rölöve) ve saha araştırmasını da çalışmalarına dâhil etmiş olsa da Eldem, Türk evinin milli karakteri yansıtması fikrini devam ettirir.
Evin yüceltilmesi, beraberinde idealleştirilmesi Türk evinin çevresinin bir ürünü olduğunun göz ardı edilmesine de sebebiyet vermiştir. Türklerin evleriyle ilgilenen diğer yazarlarda olduğu gibi, bu evlerin yıkımına yönelik dile getirilen üzüntü, ne evlerin, ne mahallelerin, ne de eski yaşam tarzının korunmasını talep etmektedir. Bu anlamından soyutlanan bir imgenin en keskin göstergelerinden biridir. Yine de Eldem’in Türk evini konu edindiği makaleleri ve konuşmaları imgeleştirilmiş ve hayal edilmiş bir yer olarak Türk evine dair çağdaş popüler farkındalığa doğrudan katkı yapmıştır.
İdeolojik bagajlar
Görüldüğü gibi Celal Esad veH. Suphi birlikte başlayan Türk evinin bir konut biçimi olarak ele alınması fikri, araştırmacıların vurgularındaki idealleştirme ve estetik kusursuzlaştırma sonucunda gerçeğin tasvirinden uzaklaşmakta ve zaman içinde “mazi”nin bütün bagajını içine hapsetmektedir. İdeolojik ortam mazinin kötülenmesini gerektirdiğinde Türk evi de bundan nasibini almaktadır.
Türk evi üzerine çalışan bu insanlar, paylaşılan ve otobiyografik hafızaların ideolojiyle birleşip tarihsel bilincin ağırlığını yüklenmelerini sağlayan resimleri çizen, yazıları yazan ve odayı inşa edenlerdir. Bu grup, bilerek ya da bilmeyerek, Türk evini müzeleştirip anıtsallaştırmış ve bu evi birebir tecrübe etmemiş bir halkın kolektif hafızasının hizmetine sunmuştu.
Bugün ne yazık ki çoğumuz Türk evini baştan aşağı mimari unsurlarıyla tarif edemeyecek hâldeyiz. Türk evi deyince aklımıza -okuduğumuz Kiralık Konak, Fatih Harbiye gibi romanlardan aşinası olduğumuz- ya gıcırdayan tahtaları ve loş sofalarıyla çürümüşlük veyahut parıldayan bir geçmiş geliyor. Peyami Safa’nın bahsi geçen yazısının son bölümündeki gibi eski-yeni dikotomisinin esiri olmuş durumdayız. Türk evini bilmekten çıkıp, “anlamak” için daha ne kadar beklememiz gerekecek, merak ediyorum doğrusu. Yoksa Eyüpoğlu’nun eleştirisindeki gibi ters dönmüş sıfatlarla konuşmaya devam edeceğiz…