Toplumsal zaman sıkışması: Geçmişin gölgesinde meslekler
Mesleklerin imajı, gerçeğiyle eşzamanlı değildir. “Geleceğin meslekleri” denilen iş kolları aslında henüz kurumsallaşmamıştır; bu işlerde ne kadar işgücüne ihtiyaç olacağı belirsizdir; eğitim ve yetkinleşme süreçleri yapılanmamıştır. En önemlisi, bu işlerin toplumsal yapı içinde gelir, statü ve hareketlilik bakımından neye tekabül edeceği zamanla şekillenecektir. Ama “geleceğin meslekleri” ifadesi bir kere kullanıldı mı, bu başlık altında listelenen işlerin baskın özelliğinin teknolojik gelişme olmasının da verdiği heyecanla, aceleci bir cazibe devreye girmiş olur.
Bu cazibe veya fütüristik dedikodu, bir mesleğin varlığının ve akıbetinin ancak toplumsal yapı içinde bir konuma karşılık gelmesiyle konuşulabilir hâle geleceği gerçeğini sıklıkla gölgede bırakır. Hatta öyle ki Batı dillerinde “geleceğin meslekleri” anahtar kelimesiyle kısa bir arşiv taraması yaparak, 19. yüzyıldan bugüne bitmek bilmeyen ama her defasında gerçekle yanlışlanan bir spekülasyon konusu olduğunu görmek mümkündür.
Mesleklerin imajı gerçeğiyle eşzamanlı değildir derken diğer yandan, yerleşik ve kurumsallaşmış mesleklerin imajının, gerçeğinin gerisinde kaldığını kastediyorum. Hekimlik ve avukatlık iki yerleşik ve kurumsallaşmış meslek olarak Türkiye’de öteden beri anlamlı ve verimli bir toplumsal konuma tekabül etti. Hekim veya avukat olmak ülke ortalamasının mutlaka üstünde bir gelir seviyesine, mümkün en yüksek eğitim sermayesine, güçlü bir sosyal statüye ve günlük ilişkilerde sürekli tasdik edilen bir otoriteye sahip olmak anlamına geldi.
Dahası, iki meslek de takriben 2000’lere kadar sayıca çok dar bir grubu ifade etti. Son yirmi yılda açılan yeni fakülteler ve artan kontenjanlarla birlikte geç ama hızlı bir genişleme yaşansa da iki meslek de işgücü kapasitesi bakımından Türkiye ölçeğinde bir ülke için hâlen daha yetersizdir. 2019 yılı için 100 bin kişiye 193 hekim düşer ve bu, OECD ortalamasının 348, AB ortalamasının 371 olduğu uluslararası bağlamda en düşük orandır. Nüfusa oranla avukat sayısı bakımından da Türkiye Portekiz, İtalya, Bulgaristan, Yunanistan gibi ülkelerin gerisindedir.
Sağlık hizmetlerinin yetersiz olduğu; altyapı, ilaç ve malzeme eksikliklerinin giderilemediği; sigorta sisteminin çarpık çalıştığı ve en önemlisi de hekime ulaşmanın zor olduğu uzun bir dönem boyunca hekimlik mesleğinin imajının, itibarının ve cazibesinin yüksek olması şaşırtıcı değildir. Bir diğer ifadeyle mesleğin imajını yüksek tutan, tam da toplum genelinin bu mesleğe ulaşmasını son derece zorlaştıran yapısal mahrumiyettir. Burada mesleğe ulaşmanın iki anlamı var: Birincisi, hasta vatandaşların hekimin sunacağı hizmete nitelikli şekilde ulaşması çok zordu; ikincisi üniversiteleşme oranının çok düşük olduğu bir bağlamda düşük sosyal kökenden gelenlerin tıp fakültesine ve hekimlik mesleğine ulaşmasının yolu son derece dar tutulmuştu. Hem bir temel hizmet hem bir sosyal hareketlilik olarak bu mesleğe erişim zor olduğu sürece, hekime minnet ve hürmet duymak kaçınılmaz bir ortak davranış olarak yerleşmişti.
Türkiye’de ailesi içinde üniversite eğitimine ilk erişen kuşakların tıp fakültesine yönelme motivasyonlarından birinin, hekim olduktan sonra ailenin ve sosyal çevrenin muayene ve tedavi ihtiyaçlarını gidermek olması bu bakımdan anlamlıdır. Gerçekten de tıp fakülteleri takriben kırk yıldır üniversiteye giriş sınavlarında en yüksek puanla girilen fakülteler olduysa bunun bir nedeni mesleğin gelir, statü ve otorite anlamında sosyal hareketlilik getirilerinin, başka bir diplomayla zor kazanılacak kadar yüksek olması ve bu nedenle sosyo-ekonomik konumu düşük ailelerden gelenler için mümkün en verimli yolu oluşturmasıdır.
Aynı durum avukatlık veya hukuk diploması için de geçerlidir. İki mesleğin de toplumdaki olumlu imajı sağlık ve hukuk hizmetlerine erişimin zor, üniversite eğitimine erişimin dar olduğu eski dönemde köklenmiştir. Bu tür imajlar yeni gelen her meslek olgusuna kazınacak kadar sürekli teyit edildiği için, mesleğin gerçekliği ne kadar büyük bir dönüşüm geçirse de bir çırpıda ortadan kalkmaz, sorgulanmaz.
Ancak iki meslek de son yirmi senede çok yoğun biçimde dönüşüyor. Sağlıkta Dönüşüm adı altında 2000’lerden bu yana uygulanan reformlar sayesinde hastane sayısı arttı, tıbbi ilaç ve malzemeye erişmek kolaylaştı, sigorta sistemi hizmet alan lehine düzenlendi, MHRS ve SABİM gibi dijital platformlar üzerinden muayene almak, görüş bildirmek ve şikâyet etmek hızlı ve kolay hâle geldi. Bıçak parası gibi eski mahrumiyet döneminin ortasında yer alan usulsüzlükler görece engellendi.
Buna karşılık, sağlık sisteminin üstündeki hizmet yükü, kapasitesini aşıyor. Yılda kişi başı hekime ortalama müracaat sayısı, 2019’da OECD için 6,6 ve AB için 6,4 iken, Türkiye’de 2002’den beri istikrarlı şekilde artarak bu sayıları 2007’de geride bıraktı ve 2019’da 9,8’e vardı. Dahası, hizmet alanlar artık aldıkları hizmeti hekimin şahsi yetkinliği ve ilgisinden ziyade kamu otoritesinin ve hastane yapısının teknik, fiziki ve altyapısal imkânlarıyla ölçmeye yatkın hâle geldi. Hekim emeği, bir yandan nicel anlamda kapasitesinin üstünde işlem üretmeye zorlanırken diğer yandan vatandaşla hükûmet arasındaki rıza ve memnuniyet ilişkisinde araç hâline geldi.
Bu noktada, hekimliğin aynı zamanda son yirmi senede derin bir ücretlileşme süreci geçirdiğini unutmamak lazım. Temel özelliği mahrumiyet olan uzun eski dönemde hekimler için muayenehane açmak kolay ve kazançlı bir çalışma tarzına tekabül ediyordu. Uzman olmayan bir pratisyen hekim de Anadolu’nun herhangi bir kasabasında muayenehane açarak yine toplum ortalamasının üstünde bir gelir ve itibara kavuşabilirdi.
Ancak muayenehane sistemi, bıçak parası gibi usulsüzlükler ve denetimsizlikler üretmesi nedeniyle, son yirmi yılda yapılan mevzuat değişiklikleriyle büyük oranda engellenmiş durumda. Hekimler artık hem kamuda hem özel sektörde ücretlileşmiş bir uzman emeğini ifade ediyor. Hekimlerin maaş yapısının büyük oranda döner sermaye ve performans sistemine endekslenmesi de aynı branş içinde dahi eşitsizliklere ve tatminsizliklere yol açıyor.
Meslek asla kendinden ibaret bir olgu değildir. Meslek mensuplarının meslek dışından kişi ve gruplarla kurduğu ilişki ve etkileşimlerin içeriği, toplumun genel ekonomik ve kültürel varlığından büyük oranda etkilenir.
Eski mahrumiyet döneminde vatandaşların hekimlikle kurduğu minnettar ve mahcup ilişki esasen eğitim sermayesinin, bilhassa da üniversiteye erişimin dar tutulmasından da besleniyordu. 2000’lere kadar Türkiye’de brüt yükseköğretime kayıt oranı %20’lerde olup Orta Doğu ülkeleri ortalamasıyla aynı seviyedeydi. 2010’larda ise %90’lara çıkmış durumda.
Bir diğer ifadeyle hekim olmak ülkedeki istisna ve imtiyazlı bir diplomaya tekabül etmiyor. Bunun yanı sıra, ekonomik büyüme ve kalkınmanın etkisiyle geniş orta sınıfların alım gücü arttı, kamu hizmetlerinden beklentileri yükseldi, hak ve sorumluluklarına dair aktif eylem şemaları yaygınlaştı. Hasta hakları mefhumunun veya hekime dava açmanın 2000’lere kadar toplumda yabancı bir kelime gibi algılandığını unutmayalım.
Bütün bu süreçler hekimlik mesleğinin iş yükünü, maddi ve simgesel kazancını, toplumsal statüsünü, hizmet alanlarla her günkü iletişim biçimlerini, kurumsal otoritesini büyük oranda dönüştürüyor. Ancak meslek dönüşürken, dönüşümün külfetini, mesleğin eski döneminde köklenmiş imaj ve cazibe nedeniyle hâlen daha mesleğe yönelen yeni kuşak hekimler yüklenmek zorunda kalıyor. Buna toplumsal zaman sıkışması demeyi uygun buluyorum. Bir yanda mesleğin öteden beri vadettiği toplumsal nimetler var ve bu nimetler, eski mahrumiyet döneminin yapısal şartlarında köklenmiş durumda. Diğer yanda ise mesleğin hem iç işleyişinde hem dışarıyla yani bürokrasi, sermaye ve vatandaşla ilişkisinde işleyen yeni dinamikler, süreçler var. Mesleğin yeni kuşaklarının meslekleriyle kurduğu sancılı ve hayal kırıklığı getiren ilişki, bu iki toplumsal zamanın arasında kalmanın basıncına maruz kalıyor.
Benzer süreçleri avukatlık, mühendislik, mimarlık, akademisyenlik gibi meslekler için de tespit edebiliriz. Mesleklerin bilhassa piyasa şartları içinde rekabet ve verimlilik odaklı hâle gelmesi, özel sektörün yükselişi ve müşteri-hasta tipinin dönüştürücü etkisi ayrı bir analizi hak edecek kadar önemlidir. Temelde diplomalı meslekler veya profesyonel meslekler, Türkiye’de sağlık, hukuk, eğitim gibi temel haklara erişimin 2000’lere kadar yapısal bir mahrumiyetle damgalı olmasının açtığı zeminde elde ettikleri görece yüksek konumlarını artık aşınmış buluyorlar.
Elbette bu meslekler uzun bir süre daha en çok tercih edilen ve en yüksek puanla öğrenci alan bölümlere tekabül edecekler. Türkiye büyüdükçe, diğer ülkelere kıyasla zaten yetersiz oranda olan profesyonel uzman emeğine duyulan ihtiyaç da artacak. Fakat devletle toplum arasında mesleklerin konumuna dair eski mutabakat artık yok. Eskinin imaj olarak sürdüğü, yeninin ise henüz kurulmadığı bu süreçte bürokrasi kendini ve günü kurtarmaya, sermaye ise hem uzman emeğini hem müşterisini istismar etmeye yatkın. Sağlık, hukuk ve eğitim gibi temel haklara dair meslek dünyalarının hem hizmet sunan hem hizmet alan için haysiyet, eşitlik ve hakkaniyet ekseninde yeniden tanzim edilmesi gerektiği açık.