En son dört yıl önce The Hateful Eight ile sinemaseverlerle buluşan Tarantino bu sefer doğrudan doğruya Hollywood’a güzelleme yapıyor.
Quentin Tarantino dokuzuncu ve söylentiye göre sondan bir önceki filminde bugüne kadarki filmografisinde kullanmaktan hoşlandığı malzemeleri gene bol keseden kullanıyor: B filmler, başarısız erkekler, güzel bir kadın, kovboy filmleri, yarı dağınık yarı bütünlüklü bir hikâye, farklı karakterlerin küçük öyküleri…
En son dört yıl önce The Hateful Eightile sinemaseverlerle buluşan Tarantino bu sefer doğrudan doğruya Hollywood’a güzelleme yapıyor.
Artık “yüzü eskimeye başlamış” eski yıldız oyuncu Rick Dalton (Leonardo DiCaprio) ile onun dublörü Cliff Booth’un (Brad Pitt) gevşek merkezi hikâyesi, Dalton’un komşusu Sharon Tate ve dönemin kâbusu Charles Manson örgütüyle dirsek teması kuruyor.
Tarantino’ya özgü dağınık anlatı yer yer usandırıcı olsa da kimi zaman başarıya ulaşıyor. Filmin Hollywood’a dair tespitleri özellikle dikkate değer.
Mesela Rick Dalton’un gözden düşmesi ve televizyon dizilerinde iyi adam yerine kötü adam rolleri alması Tarantino’nun Hollywood nostaljisi yaparken sağlam bir eleştiri getirdiğini gösteriyor.
Yönetmenin de filmlerinde yaşlanmaya başlayan oyuncuları oynattığını düşündüğümüzde kendi vefa borcunu öderken Hollywood’un acımasızlığına vurgu yaptığını söyleyebiliriz.
Diğer yandan gitgide şöhretini kaybeden Dalton’un dublörünü hizmetine koşması, hiyerarşinin her katmanda etkin olduğuna işaret ediyor.
Starların halipürmelaline başka bir güzel gönderme de kariyerinin son perdesindeki Rick’in İtalya’da Spagetti Western filmleri çekmesi ve bir televizyon dizisi olsa da çalıştığı yapımda en iyi performansını sergilemek için elinden geleni yapması.
Bu noktalarda film DiCaprio’nun olağanüstü performansıyla hem eğlenceli hem de gergin bir tona bürünüyor ve Tarantino’vari sesini buluyor.
Dalton’un hikâyesi, kendisi de yaşlanmaya başlayan DiCaprio’nun oyunculuğuyla zenginleşirken filmin Booth, Tate ve Manson’la ilgili kısımları yetersiz kalıyor.
Sharon Tate’in film boyunca neredeyse bütün sahnelerinde dans etmesi, Booth’un Manson takipçisi hippilerle anlamsız gerilimi filmin sonundaki tarihsel çarpıtma dışında zemin bulamıyor.
Üstelik Tate’in hayatta kalmasıyla Rick Dalton’ın da kariyeri yeniden yükselişe geçecek gibi görünüyor. Tarantino’nun burada sinemanın “büyüsüne” atıfta bulunduğu söylenebilir: Tarihte böyle olmuştu ama sinemada istediğimizi anlatabiliriz. Böylesi bir tercih sinemaya adanmış bir filme yakışıyor.
Diğer yandan yakın zamanda yayınlanan Mindhunter’ın ikinci sezonunu düşündüğümüzde Manson ve çetesinin de yeterli açıklıkta ve etkileyicilikte anlatılmadığını da vurgulamalı.
İki yapımın tek ortak noktası Charles Manson’ı aynı aktörün oynamasından ibaret. Tarantino’nun hikâye çerçevesinde Hollywood göndermeleri seyirci için lezzetli olabiliyorken doğrudan göndermeleri seyircinin gözüne sokmak Hollywood’u karikatürize etmekten öteye gitmiyor.
Filmin 1969 yılını anlattığını göz önünde bulundurursak Steve McQueen’i veya Bruce Lee’yi görmek, Arif V 216’da (2018) Cüneyt Arkın’ı veya Sadri Alışık’ı görmekten pek de farklı değil!
Bu arada Tarantino’nun alametifarikası olan müzik seçimlerinin de yeterince güçlü olmadığını eklemeli. Burada müzik seçiminin yanı sıra müziğin kullanıldığı sahnelerin zayıf kalmasının da etkisi var.
Her şeye rağmen bir Tarantino filmi yaz sezonunda iyi bir seçenek. Eleştirilebilecek yanları olsa da Tarantino’nun son filmlerinden birini ve DiCaprio ve Pitt’in karşılıklı oyununu görmek için bile Bir Zamanlar Hollywood’da izlenmeye değer.
Eylül Vizyonunda Öne Çıkanlar