Tanpınar üzerine çalışmak Türkiye üzerine çalışmaktır
“Ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında” deyişi Tanpınar’ın hem sanatını hem de hayatını özetler. Bir yandan zamana kafa yorarken diğer yandan bir o kadar “zamansızlaşan” bir yazardır. Yaşadığı dönemde her ne kadar – istediği ölçüde - takdir edilmese de şimdilerde yazarla ilgili derinlikli araştırmalar yapılıyor. Bu konuda uzun yıllar Tanpınar üzerinde çalışan Prof. Dr. Handan İnci, Tanpınar’ın çoğu ilk kez gün ışığına çıkan notları, müsveddeleri, kitap taslakları ve fotoğraflarından oluşan arşivini internet üzerinden kullanıma açtı ve “Tanpınar Edebiyat Araştırmaları Merkezi”ni kurdu. Bu bilgilerden yola çıkarak İnci ile Tanpınar’ın kendisini, yazarlığını, dünya görüşünü ve zamansızlığını konuştuk.
Meriç bir röportajında “Yeryüzüne iki büyük yazar gelmiştir, biri Hugo diğeri de Balzac’tır. Hugo’yu tam anlamıyla anlayacak birisi gelmemiştir dünyaya. Zorlasaydı Tanpınar anlayabilirdi” diyor. Bu bir abartı mı yoksa doğruluk payı var mı?
Cemil Meriç Fransız kültürünü yakından bilir ve her zaman Hugo ve Balzac’ı ayrı bir yere koyar. Sevdiğiniz yazarların iyi değerlendirilmesini istersiniz. Gerçi Tanpınar’ın Fransız edebiyatında sevip okudukları başkadır ama Meriç’in “Tanpınar anlardı” demesi ona değer verdiğini gösteriyor.
Abartı olduğunu düşünmüyorum. Tanpınar, sezgisi, zekâsı ve birikimiyle Doğu kadar Batı edebiyatını da ülkemizde en iyi değerlendirenlerden biri.
Tanpınar, Yaşar Nabi Nayır’a bir mektubunda kendisinin zor yazan birisi olduğunu belirterek “Güç ve yavaş yazarım. Yazarken çok değiştiririm” der. Kitaplarında bunun izlerini görür müyüz?
Hem de nasıl! Geçtiğimiz aylarda yayımladığımız yarım kalmış romanı Suat’ın Mektubu’nda el yazmaları da yer alıyor, ne kadar çok düzelti ve çıkma yaptığını orada da görüyoruz. Yazarken çok değiştirir, sürekli düzeltme yaparmış. Bu nedenle el yazmaları, müsveddeleri çok karışıktır, zor okunur. Hatta eskiden matbaalardaki dizgicilerin Tanpınar’ın el yazmaları geldiğinde nasıl çözeceğiz diye paniğe kapıldığı bir anekdot olarak anlatılır.
Tanpınar bir oturuşta veya ilhamla yazabilen bir yazar değil. Mükemmeliyetçi bir kere. Yazdığıyla yetinmiyor, daima “en iyiye” ulaşmaya çalışıyor. Çalışmaya çok inanan ama kendine az güvenen biri. Bu ikisi bir araya gelince yazması da zorlaşıyor. Aslında bunun arkasında bağlı olduğu sanat anlayışı da var.
Ustası yazarlara bakarsak hepsi metin üzerinde işlemeyi, çalışmayı kutsallaştırmış. Tanpınar kitaplarını bile yeterli bulmayarak her baskıda yeniden işleyerek yayımlamış.
Günlüklerinde ve mektuplarında sık sık “çalışmak” ve “yeniden yazmak” kelimelerini kullandığını görürsünüz. Tamamlanmamış bir şiir dosyası vardır mesela; durmadan bu dosyayı önüne çekip çalışır, bir türlü içine sinecek hâle getiremez. İlk şiir kitabını da bir tür yayıncı şantajına uğrayarak bastırabilmiştir.
“Zaman” kavramı edebiyatında çok önemli bir yer tutuyor. Tanpınar yaşadığı dönemde “zamanın ruhunu” anlatırken ne tür kaygılar taşıyordu?
“Mahkûm bir neslin çocuklarıydık” diyor bir yerde. 1901’de doğuyor. O dönemde doğanlar Birinci Dünya Savaşı’nı, imparatorluğun yıkılışını görmüşler, ardından Cumhuriyet’in kuruluşuna şahitlik etmişler. Osmanlı kurumlarında okuyarak yetişiyorlar.
Yirmili yaşların başındayken doğdukları ülke tamamen farklılaşıyor. Cumhuriyet’in kurulduğu yıl Tanpınar öğretmenlik için Anadolu’ya gidiyor. Bir defa harcınızda imparatorluğun kültürü var. İstediğiniz kadar yüzünüz Batı’ya dönük olsun, istediğiniz kadar Kurtuluş Savaşı’nın coşkusunu yaşayın, o dönemin kurumlarında yetişmiş biri olarak yeni bir hayat modeline adapte olmanız zor bir süreç.
“Mahkûm neslin çocukları” derken bunu kastediyor Tanpınar. Cumhuriyet kurulduktan sonraki kuşağın yaşamadığı bir travmadır bu. Tanpınar’ın bütün eserlerinde yıkılış duygusu, ölüm korkusu, sığınak arayışı vardır. Bu duygular, bağlı olduğu sanat estetiğiyle de beslenir.
Bu sancılı geçiş, yazarlığına nasıl yansıdı?
Doğu-Batı, Osmanlı ve Cumhuriyet ikileminde kalmak yazarlığını elbette çok etkiledi. Sürekli “arada kalmışlık” hâli vardır onda. Ama hemen altını çizelim: Tanpınar modernleşmeye hiçbir zaman karşı olmamıştır.
Yalnızca harf inkılabına tamamen karşıydı. Çünkü dilin bir kültür bağı olduğuna ve harf inkılabının devamlılığı koparacağına inanıyordu. Tanpınar, “süreklilik” kavramının önemine inanmıştı.Kültürün devamlılığını sağlamak, sadece toplumun temelini sağlamlaştırmayacak, aynı zamanda bireylere de bir bütünün parçası olduğu duygusunu vererek onların yalnızlık ve ölüm korkusunu yenmelerini sağlayacaktı, ona göre.
Birkaç yıl önce “Tanpınar’ın söyleyecek nesi kaldı? Eskidi” diyenler olmuştu. Yaptığı tespitler bugüne nasıl bir ışık tutuyor?
Tanpınar, 1950’lilerde şehirdeki yeni yapılara bakarak “İstanbul elden gidiyor” diyordu. Üstelik bunu, bugün bize güzel görünen binalar için söylüyordu. Aynı şeyi bugün de biz yapıyoruz. Peki neden bu kadar üzülüyordu? Çünkü ona göre şehirler, özellikle İstanbul, bizim için bir hafıza mekânı.
Değişim kaçınılmazdır ama üzerinde zamanın, anıların biriktiği mekânları çok hızlı şekilde kaybedersek birdenbire boşluğa düşeriz. Hayatı daha dolu ve anlamlı yaşayabilmek için bize zamanı hatırlatacak işaretler gerekiyor.
Mesela Tanpınar’a göre bir ağacın altında oturduğunuz zaman, aynı yerde babanızın da oturduğunu bilmek mekânın anlamını değiştirir. Zamanın kutsadığı bir ağaç olur o artık. Siz de bir zincirin devamı olduğunuz düşüncesiyle bütünleşir, huzura kavuşursunuz.
Tanpınar’ın huzur dediği şey bütünlük duygusudur. Modern insan için bunun ne kadar zor, hatta imkânsız olduğunu bilse bile bütünlüğe erişebilmenin yollarını arar.
Geçmişe duyduğu ilgi de bu nedenledir. Günümüzde bizler de bu kopukluktan ve hafızasızlıktan rahatsızız. Tanpınar eskimedi, hâlâ güncel. Bugün de hayatı daha dolu ve anlamlı nasıl yaşarız sorusunu soruyoruz, kendimize.
Tanpınar’ın temel meselesi budur. Başka bir kültür içinde dünyaya gelseydi yine bu meseleyi kurcalardı gibi geliyor bana. Varoluşu yani.
Bu ontolojik kaygılardan yola çıkan sorulara cevap bulunabildi mi?
Tanpınar, kendi kültürü ve zamanı için bazı sonuçlara ulaşmıştı, diyebiliriz. Öncelikle hayatı anlamlı yaşamanın tek yolunun sanat ve aşk olduğuna inanıyordu. Bu iki kaynağın varoluş idrakini artıracağını dile getiriyordu sık sık.
Özellikle son iki yüzyılda, coğrafyaya ve tarihe bağlı olarak yaşadığımız kültürel karmaşayı ise bir zenginlik olarak görme eğilimindeydi.
Huzur romanında tartıştığı gibi, Dede Efendi’yi de Bach’ı da dinlemekten zevk almayı öğrenmeliyiz, bunların ikisi de kültürümüzün bir parçası olabilir.
Birini diğerine tercih etmeye gerek yok, ikisini de kendimize ait kılabilir, iki kültürün de sahici ve değerli olanını hayatımıza katabiliriz, iki âlemin arasında bir tamlık oluşturabiliriz düşüncesindeydi. Bu bir sentez değil, seçmece bir yan yanalık durumudur.
Tanpınar, İstanbul’u anlatmasıyla ön plana çıkmış bir isim. Huzur bir İstanbul romanıdır aynı zamanda. Pek çok yazar anlatıyor ama “Tanpınar’ın İstanbul’u” diye bir şey var. Tanpınar’ın İstanbul’unu nasıl tanımlarsınız?
Tanpınar’ın İstanbul’u hayalî ve kurgulanmış bir İstanbul’du. Mümtaz’ın İstanbul’u gezme biçimini hatırlayın... Sahaflarda dolaşırken aldığı kitaplarda bu şehirde yaşamış eski insanların hikâyelerini okuyor, yaşanmış olanları, yaşadığı güne katarak onlarla birlikte adımlıyor şehri.
O hikâyeler Mümtaz için şehrin anlamını çoğaltıyor. O yıllarda herkes Tanpınar’ın Huzur’da anlattığı gibi yaşamıyordu elbette. Hatta çok çok azdır, İstanbul’u böyle idrak edip yaşayan. Tanpınar, geçmiş hikâyelerden, şehir masallarından, mimari, sanat ve aşktan bir İstanbul inşa etmiş, bizi de o İstanbul’a hayran bırakmıştır. Ama zaten biz kurgulamaz ve anlam yüklemezsek boştur şehirler, bina yığınından başka bir şey değildir.
Onları biz konuştururuz. Şehir sevgisi bu açıdan öğretilen bir şeydir. Tabiatının, mimarisinin sadece güzelliği değil, anlamı da aktarılır. Tanpınar bize bu duyguyu geçirdi.
İyi de yaptı, bu sayede biz de kendimiz için bir İstanbul yaratıyor, içinde yaşıyor ve güzelliklerine sahip çıkarak onu korumaya çalışıyoruz. Biz de bu duyguyu şehrin sonraki sakinlerine geçirebilsek ne güzel olur. Tanpınar Merkezi’nin düzenlediği İstanbul gezilerinin başlıca amacı buydu.
Siyasi görüş olarak Halk Partili bir çizgide olan Ahmet Hamdi Tanpınar, hem sağcı hem solcu kesimin kabul ettiği bir romancı. Bu nasıl mümkün oldu?
Yaşadığı dönemde öyle değildi tabii, Tanpınar’ın arkadaşları bizim onu gördüğümüz gibi görmüyorlardı. Eyüboğlular, Cimcozlar, Dinolar... yani sol entelijansiya için, Tanpınar’ın bugün bizim “değerli” bulduğumuz yönü, tahammül edilen yönüydü sanki.
Maya Galerisi’nde resimden çok iyi anlayan, Fransız edebiyatını iyi bilen birisi olarak karşılık buluyordu. Ama aynı Tanpınar eserlerinde Dede Efendi’yi, Süleymaniye Camii’ni, geçmiş zamanların hikâyelerini de yazıyordu. Benzer şekilde, bohem yaşayış biçimi, dostlukları, siyasi bağlılıkları da “sağ” dediğiniz kesime çok sempatik gelmiyordu.
Tanpınar bugün de bazı ifrat düşüncelerle yorumlanabiliyor, ama artık geçmişe göre daha serinkanlı değerlendirildiğini söyleyebilirim. Tanpınar, Doğu’yu da Batı’yı da büyük bir zenginlik olarak gördüğü, her iki kültürü de güncel bir siyasi kaygı gütmeden yorumladığı için, bu düşüncelerini tartışmaya açık bıraktığı ve güçlü bir sanat içinde işlediği için, samimiyeti ve sahiciliği için bence iki tarafa da kabul ettirdi kendisini.
Yahya Kemal, Nazım Hikmet, Necip Fazıl, Peyami Safa gibi modern Türk edebiyatındaki yazarlara bakacak olursak Tanpınar’ı bu isimlerden farklı kılan ne?
Tereddüt… Yahya Kemal, Fransa’dan döndükten sonra kendine bir şiir anlayışı inşa ediyor ve hayatının sonuna kadar o çizginin içinde kalıyor. Peyami Safa’nın, Necip Fazıl’ın ve Nazım Hikmet’in çizgisi de belli. Kırılmalar varsa da ulaştıkları noktada son derece netler. Ama Tanpınar, kendisini de, hayatını da, düşüncelerini de hep tekrar tekrar sorgulayarak yaşıyor.
Beş Şehir’de eski kültür için hayranlıkla konuşurken, günlüğünde bizim Batı ile boy ölçüşecek sadece bir Süleymaniyemiz ve birkaç bestemiz var, o kadar, diyebiliyor.
Yine aynı yerde, kendisini eksik ve yetersiz bir yazar olarak gördükten sonra, bir bakıyorsunuz “Türkçenin bir iki şairinden biriyim” diyor.
Kendisini, yazarlığını, inandığı değerleri durmadan sorguluyor Tanpınar. Mesela Peyami Safa için “fazla imanlıydı” der günlüğünde. İman kelimesini dinî anlamda kullanmıyor burada. Safa’nın yaptığı işe, edebiyatına çok inandığını söylemeye çalışıyor.
Tanpınar’ı diğer yazarlardan farklı kılan bir başka özelliği, yerli kültürle uğraşıyor gibi görünmesine rağmen, çok daha evrensel meselelerin peşine düşmesidir. Onun en temel sorusu, “İnsan yeryüzünde nasıl yaşamalıdır?” sorusudur.
İnsanın kâinattan mesul olduğunu ve bunu nasıl omuzlaması gerektiğini sorgular. Doğu ve Batı kültürü onun yazıları için sadece bir malzemedir; asıl konusu insandır. Yaşadığımız zaman, içine doğduğumuz kültür ve coğrafya bize ait bir seçim değildir sonuçta; biz bu zamanda, mekânda ve hayat malzememiz içinde nasıl yaşamamız gerektiğine karar vererek seçimimizi yaparız, Tanpınar işte bu bireysel seçimle uğraşıyor.
Tanpınar, arkadaşı Peyami Safa’nın Dokuzuncu Hariciye Koğuşuüzerine yazdığı bir tanıtım yazısında Türk romanının olmayışını sorguluyor.
Tanpınar’ın aynı yazıda “kemiyetçe var ama keyfiyetçe yok” deyişinin üzerinden yıllar geçti. Tanpınar, Türk romancılığının neresindedir?
Türk edebiyatında roman denince akla gelen birkaç isimden biridir Tanpınar. Sözünü ettiğiniz tarihte, yani, 1930’larda, daha roman yazmamıştır bile. İlk romanını 40’larda yazar.
“Roman bizde kemiyet olarak var ama keyfiyetçe yok” dediği yıllarda yazarlar, hayatı ve insanı yakalamaktan çok, yeni toplum modeliyle ilgili düşüncelerini tartışıyorlardı, tıpkı Tanzimat döneminde olduğu gibi. Yani bu dönemde Tanpınar’ın okuyup zevk alacağı bir Türk romanı bir elin parmağını geçmez.
Bakın, sadece Dokuzuncu Hariciye Koğuşu için yazmıştır. Bugün de Peyami Safa’nın en iyi romanı dendiğinde öne çıkacak kitabın bu olduğunu düşünüyorum. Tanpınar, bizde roman yok, dedikten sonra yazdıklarıyla Türkçeye bu kemiyeti de kazandırmıştır.
Ben nitelikli romanı “tüketim” kelimesiyle ölçerim. Bir romanı hemen tüketemiyorsanız, sizi tekrar tekrar okumaya çağırıyorsa o iyi bir romandır. Tanpınar kolay tüketilemeyecek bir yazardır. Hem bireyin dünyasına girebilmiş, hem de bu topraklara ait ruha nüfuz edebilmiştir.
Erdoğan Alkan Şiir Sanatı adlı kitabında Tanpınar’ın bazı Fransız şairlerin şiirlerinden esinlendiğini belirtiyor. Örneğin kitabın 429. sayfasında ‘’... Fransız şairlerinden dize aktarma konusunda rahattır... Tanpınar. En çok da Nerval’i yağmalamış. Öyle ki bazen Nerval’in bütün bir şiirini parçalayıp çeşitli şiirlerine bölüştürür” diyor. İntihal yapan bir yazar mıydı?
Edebiyatta intihal konusu bu kadar kestirmeden, öyle listeler yaparak açıklanacak bir şey değil. Tanpınar’ın bir iki dizesiyle Baudelaire’in dizelerini yan yana getirerek “çalıntı” demek doğru değil. Şairlerin ayrı mekân ve zamanlarda aynı ifadeleri kullanabilmeleri de mümkündür. İki şair aynı kaynaktan beslenip aynı izlenimi de aktarabilirler.
İster istemez bir etkileşim oluşuyor. Yeryüzünde, kendisiyle başlayan saf bir yazar yoktur. Yazarlar okuduklarıyla birikir ve onu dönüştürerek bir eser ortaya koyarlar. Edebiyatta kimse yoktan bir şey var etmiş değildir, sadece yeni bir üslupla söyleyebilir. Kesişmelerin olması kaçınılmazdır.
Alkan’ın o kitabında, cımbızlayıp bütününden kopardığı dizeler yan yana getirilince ortaya Tanpınar’ın bütün eserleri çalıntıymış gibi bir anlam çıkıyor.
Aynı kitapta benzer bir suçlamayla Necip Fazıl’dan ve Cahit Sıtkı Tarancı’dan da alıntılar yapılıyor. O dönemde hepsi Fransız şairlerinden çok etkilenmişler ve böyle bir rüzgâr esmiş. Bunun üzerine “çaldılar” demenin çok sağlıklı bir değerlendirme olmadığını düşünüyorum.
Bir süre önce, Tanpınar’ın yıllarca kütüphanede beklemiş arşivi üzerinde çalışmaya başladınız. Yaptığınız araştırmalarda pek çok belge ve envantere ulaştınız. Bunlar içinde özel belgeler var mı? Özel yaşamına, karakterine ve gündelik hayatına ilişkin neler söylersiniz?
Birkaç mektup, gezi yazısı ve günlük notlar dışında arşivde daha çok edebiyatla ilgili çalışmaları var. Tanpınar’ın özel hayatına ait en önemli belge günlüğüdür. Günlüğü 2007’de yayımlandığı zaman Tanpınar’ın okurları ikiye böldü; “Aa, bu muymuş?” diyenler olduğu gibi “Hiç şaşırtmadı” diyenler de çıktı. Ben şaşırmayanlardanım.
Günlüklerinde anlatılanların bir kısmı zaten mektuplarında da var ama orada daha ölçülü yazılmıştı. Günlüklerinde çok dolaysız, çarpıcı bir dil var. Yer yer müthiş bir hesaplaşma ve iç döküşle karşılaşıyoruz.
Tanpınar bana âdeta bir roman karakteri gibi görünmüştür günlüğünde. Gerçi bir yazar nasıl yaşıyorsa öyle yazmalıdır, diyemeyiz kesinlikle. Ama Tanpınar’ın iç dünyasıyla edebiyatı birbirinden çok da uzak değil.
Başkalarını şaşırtmasının sebebi ne?
Çok para sıkıntısı çekmesi ve dedikoducu olması. Romanlarında da dedikoducu tiplemeler vardır. Parasızlığını gidermek için durmadan kimden nasıl borç alacağını hesaplıyor. Aslında bunlar çok da insani şeyler.
Ben günlüklerini okuyunca Tanpınar’ın insani yanını gördüm. Parasız kaldığı dönemde arkadaşlarına yemeğe gidiyor mesela. Eline geçen parayı dikkatli kullanamayan biri Tanpınar. Ablasına maddi yardımda bulunuyor.
Maaşını alır almaz öğrencilerini çay içmeye götürüyor. Parayı dağıtıp harcıyor, sonra da parasız kalıyor. Tabii bir de kumar tutkusu var. Para kazanmak için kumar oynuyor ama durmadan da kaybediyor. En trajik yönü bu belki de.
Bir de uyuşturucu kullandığı yönünde iddialar var...
Günlüğünde yazdığına göre aslında kullanan Peyami Safa, denemesi için Tanpınar’a da vermiş bir defasında. Bir kere kullanmış, baş ağrısı yaptığı için de bir daha kullanmamış. Buna rağmen fatura yine Tanpınar’a kesildi. Tabii Tanpınar’ın kimseye yaranmak gibi bir çabası yok.
Günlüğünde “bir gün okunacağını biliyorum” dediği hâlde bütün zaaflarını, açmazlarını hiç çekinmeden dile getirmiş. Tanpınar’ın kendisi için imaj çizme gibi derdi yok, kimseye de farklı görünmeye çalışmıyor. Saygı duyduğu, ciddiye aldığı tek şey sanat. Eğer yazdıklarının arkasında güçlü bir sanat olmasaydı bugün Tanpınar’ı da kimse dikkate almazdı. Gündelik ideolojilere hizmet edecek bir malzeme çıkmaz ondan.
Tanpınar’ın dönemin yazarlarına göre daha mütevazı bir hayatı olduğu söylenebilir mi?
Evet. Hırsları yok. Ev almak, zengin olmak, çoluk çocuğa karışmak gibi bir derdi yok. Evli arkadaşlarının, süslü, konforlu evlerini, içinde sıkıntıdan ölünecek sedef kabuklara benzetiyor. Yalnız kalmayı seçmiş, hiçbir zaman kalabalıklar içinde olmayı tercih etmemiş. Acı çekmenin de yokluğun da yaratıcı bir lezzeti olduğunu düşünen biri Tanpınar. Hırsı sadece sanatı için var. Para ise yazmaya vakit ayırabilmesi için gerekli bir araç, o kadar.
Ömrü boyunca hep yeterince iyi eser vermediğinden yakınmış. Müşkülpesent bir yanı da var…
Denemeler, makaleler, romanlar, şiirler… Bugün okuduğumuz bütün bu kitapları yazmış olduğu hâlde, günlüğünde “Daha hiçbir eser veremedim. Kendi eserimi ne zaman yazacağım, umarım onu yazmadan ölmem” diyor mesela.
İşte beni günlükte asıl şaşırtan bu oldu. Bugün bizim değer verdiğimiz külliyat, onun gözünde bir hiç. Henüz istediği kitabı yazamamış bile. Hep daha iyisini yazma peşinde. Hayattan başka bir beklentisi yok.
Necip Fazıl ve Peyami Safa ile çok atışırmış. Kendini mukayese ettiği yazar var mıydı?
Türk edebiyatında kendisiyle karşılaştırdığı ve nitelik olarak kıskandığı bir yazar olduğunu sanmıyorum. Sadece bazı yazarların edebiyat çevrelerinde edindiği yere karşı öfkeli bir kıskançlık duyuyor. Mesela Yahya Kemal’in şiirinden çok, onun şair olarak tuttuğu yeri, gördüğü itibarı kıskanıyor.
Yahya Kemal’in şiir anlayışına uzaktır Tanpınar. Bu noktada daha çok Haşim’e benzer. Ama edebiyat çevreleri Haşim’i de çok içlerine almamışlar, o da yalnız bir şair. Belki de bu nedenle, Haşim’e yönelik olumsuz bir hissi yok. Gençlerden de özellikle Yaşar Kemal’e gösterilen ilgiye çok tutulmuş diyebiliriz.
- İçinde bulunduğu sol çevrelerin kendisine hiç ilgi göstermezken Yaşar Kemal’i göklere çıkarmasını öfkeyle karşılıyor, ama hep içine atmış bunları. Günlüğünden okuyoruz. Necip Fazıl ve Peyami Safa ile arkadaş ama aynı zamanda çok da didişiyorlar. Defalarca kavga edip barışıyorlar. Birbirlerinden kolay kolay vazgeçmeyen bir nesil bu. Günümüzde pek karşılaşmadığımız bir durum.
Hayatının son dönemlerinde Tanpınar’ın yeterince değer görmediği inancıyla içine düştüğü kırgınlık, istediği gibi bol ve iyi eser veremediği düşüncesi giderek artmış. Hastalık, parasızlık ve dostlarını kaybetmesinin bunda etkisi büyük. Bir “tükenmişlik” yaşadığı söylenebilir mi?
Hayatı boyunca sağlık sorunlarıyla mücadele etmiş Tanpınar. Alerjisi var, solunum problemleri var, çok da sigara içiyor. Diğer yandan entelektüel camiada karşılık bulamadığı inancıyla yaşadığı burukluk var.
İyi bir yazar olduğunu ama bunun yeterince farkına varılmadığını düşünüyor. Günlüğünde “Bir gün bana dönecekler!” demesinin sebebi de budur. Arkadaşları ölünce, benim de sıram gelecek, zamanım azalıyor diye telaşa kapılıyor.
Günlüğünün son sayfasında yarım kalmış bir cümle vardır. Orada “Talih izin verir, işler yolunda giderse bir süre daha yaşarım” diyor ama bu cümleleri yazdıktan on gün kadar sonra vefat edecek. Son zamanlarında günlüğünde en sık tekrarladığı bir cümle de, “Masamın üzerini temizlemeliyim.” O kadar çok yarım kalmış çalışması var ki... Senaryolar, şiir dosyaları, roman taslakları...
Her şeyi yarım. Tanpınar’ın hayatında en verimli ve rahat dönem, 40’ların başında milletvekilliği yaptığı dönemdir. Yoğun bir çalışma temposu olmadan, düzenli maaş alarak yaşayabildiği için zamanının çoğunu yazarak geçirmiş ve en iyi eserlerini o zaman vermiş. Beş Şehir ve Mahur Beste romanları, pek çok makalesi o dönemde yazılmış. Bazıları, “Tanpınar milletvekilliği yapmadı” diyor, ama ben bunun da vatana bir hizmet olduğunu düşünüyorum.
Siz Tanpınar üzerine eğilmeye başladığınız yıllarda Tanpınar çok tanınmıyor, kitapları da çok okunmuyordu. Bugün yaptığınız çalışmaları da göz önünde bulundurursanız şimdilerde ilgi ne durumda?
Dönem dönem azalıp artmakla birlikte Tanpınar her zaman okunan bir yazar olmuştur. 2000’li yılların başından günümüze ivmeli bir şekilde artıyor Tanpınar okuru. Ne kadar doğru bilmem ama, Tanpınar Merkezi faaliyete geçtikten sonra ve özellikle arşiv çalışmalarıyla birlikte Tanpınar satışlarının da arttığını duydum. Tapınar üzerine çok çalışıldı gibi görünüyor ama değil. Daha üzerinde durulması gereken pek çok konu başlığı var. Tanpınar Araştırma Merkezi’nin kuruluş amacı da bunun için ortak bir platform oluşturmak. Tanpınar üzerinde çalışmak Türkiye üzerinde çalışmaktır.
Tanpınar Okuma Kılavuzu adlı çalışmanız var. Neden böyle bir kılavuza ihtiyaç duyuldu?
Sizce de yok mu? Mesela Huzur romanında geçen tablonun kime ait olduğunu bilmek, neye benzediğini görmek, adı geçen bestelere romanda neden yer verildiğini bilmek ve aynı zamanda da dinlemek istemez misiniz? Tanpınar bunları neden önemli bulmuştur? Romanda nasıl bir işlevi var bunların? Sadece romanları hakkında değil, biyografisi için de bütün ayrıntıların madde başı olduğu geniş bir okuma kılavuzu hazırlıyoruz.
Tanpınar edebiyatını daha iyi anlayabilmek için yetişmiş bir okur gerek. Bu okurun da bazı yazarları okumuş olması, adı geçen bestecileri, ressamları bilmesi gerek. Böylece Tanpınar’dan aldığı okuma tadı da artacaktır. Kılavuz bunun için bir adım olsun istiyoruz.
“Tanpınar Akademisi”ne gelelim. Bu akademi ahde vefa olsun diye mi isimlendirildi yoksa metot olarak Tanpınar’dan izler de taşıyor mu?
Tanpınar Akademisi, yirmi beş yıldır görev yaptığım Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi bünyesinde benim girişimimle kurulan Tanpınar Araştırma ve Uygulama Merkezi’nin dışarıya açık okulu gibi de düşünülebilir.
Elbette akademinin programını hazırlarken Tanpınar edebiyatının beslenme kaynaklarını esas aldık. Onun yolu neden geçmişse biz de o yoldan ilerledik. İstanbul, felsefe, müzik, mimarı, resim, sinema, geleneksel sanatlar... Tanpınar’ın üzerinde kafa yorduğu o kadar çok çeşitli alan var ki, her biri için uzmanların verdiği derslerle ilerleyecek akademi.
Tanpınar Merkezi medyada çok ilgi çekti, etkinliklerinizle ilgili epeyce olumlu paylaşım yapıldı. Çok hızlı bir çıkış yaptı merkez, ama bir süredir neden hiç etkinlik göremedik, yoruldunuz mu yoksa?
Hiç olur mu öyle şey, konu edebiyatsa yorulmak bilmem... Ama bir süredir merkez müdürü değilim, görevden alındım, bu nedenle program yapılamıyor.
Aa, çok şaşırdım, neden görevde değilsiniz?
İnanın, ben de bilmiyorum. En az sizin kadar şaşırdım öğrendiğimde. Ben de nedenini öğrenmeyi çok isterim. Umarım yakında yeniden çalışma fırsatı buluruz.