Tanburi Cemil Bey çalıyor eski plakta
Hakkında bildiklerimizi öğrendiğimiz tek kaynak Mesut Cemil’in babasını anlattığı Tanburi Cemil Bey kitabı ve kulaktan kulağa bugüne gelmiş birkaç hatıra. İşte o kitabı heyecanla ilk aldığım zaman kitaptaki bir fotoğrafa uzun uzun baktığımı hatırlıyorum. Çoktan göçüp gitmiş ama soluk bir fotoğrafta kalarak zamana direnmiş insan yüzlerine dakikalarca dalıp gittiğim çoktur. Böyle fotoğraflarla uzun uzun bakışırız, o bana bir hikâye anlatır, ben en severek yaptığım iş olan dinleyişe bırakırım kendimi.
Yahya Kemal, kendini bin yıl sürecekmiş gibi hissettiren karlı bir Varşova gecesinin kederli karanlığından, nağmesi başka bir dünyanın, ruhuna yabancı seslerinden kaçıp Tanburi Cemil Bey’e sığınışını anlatır bir şiirinde: “Zihnim bu devirden bu diyardan çok uzakta/Tanburi Cemil Bey çalıyor eski plakta”. Yahya Kemal’in, Cemil Bey’in nağmelerine sığındığı bu mısralar aynı zamanda kendine kaçışın, hasretin de mısralarıdır. Cemil Bey kendimizi gördüğümüz, kendimiz olduğumuz bir dünyadan seslenir çünkü. Fakat ben lise yıllarında bu şiiri okuduğumda henüz Cemil Bey’i tanımıyordum; Türk müziğinin bu büyük ustası, bu deha bana hiçbir okulda tanıtılmadı. Ne hazindir ki birçok kendi değerlimizi, kıymetlilerimizi bir yerde hasbelkader işitip peşine düşersek, bir gayret sarf edersek, engeller aşıp ararsak buluyoruz. Bugün düne nazaran daha iyi bir durumda olsak da yine de üniversite çağına gelene kadar bir genç hatta ilgili değilse üniversiteden sonra bile, Dede Efendi’yi, Itri’yi hiç işitmemiş ama mesela Mozart ismini bir yerden duymuş, tanbur yahut klasik kemençe diye bir sazın varlığından büsbütün habersiz olup gitarı, piyanoyu çoktan tanımış oluyor. Heyhat ki “Bize ait olan ne kadar uzakta.”
Ben de müzikle ilgilenmeye başlayıp, klasik kemençe sazını meşk etmeye heveslendiğimde, lise yıllarımdan çok sonra karşılaştım Tanburi Cemil Bey ismiyle. Kollarımı sıvadığımda hocalarımın her zaman sitayişle ve hayranlıkla bahsedip, bir Cemil Bey daha gelir mi bilinmez, diyerek merakımı perçinledikleri, onu anlamadan dinlemeden bu müzikle hakkıyla irtibat kuramayacağıma ikna olduğum bu büyük sanatkârın ardına düşmenin en mühim ve ilk vazifelerimden olduğunu anladım. Bir evi var mı, nerede yaşamış ziyaret edeyim istedim, öğrendim ki evi yanmış. Mezarı nerededir, gideyim bir Fatiha okuyayım dedim, işittim ki mezarı kaybolmuş. Yine çok zaman sonra çalgı koleksiyoncusu Merhum Ethem Ruhi Üngör’ün evinde Cemil Bey’in bir tanburunu görebildim, o da şimdi nerededir kim bilir. Gönül isterdi ki böyle bir dehanın, üstelik yakın zamanda yaşamış bir sanatkârın kullandığı sazları, hatırasını yad edeceğimiz eşyalarıyla müzeye çevrilmiş bir evi olsun. Ne yazık ki hiçbiri bugüne kalmamış.
- Hakkında bildiklerimizi öğrendiğimiz tek kaynak Mesut Cemil’in babasını anlattığı Tanburi Cemil Bey kitabı ve kulaktan kulağa bugüne gelmiş birkaç hatıra. İşte o kitabı heyecanla ilk aldığım zaman kitaptaki bir fotoğrafa uzun uzun baktığımı hatırlıyorum. Çoktan göçüp gitmiş ama soluk bir fotoğrafta kalarak zamana direnmiş insan yüzlerine dakikalarca dalıp gittiğim çoktur.
Böyle fotoğraflarla uzun uzun bakışırız, o bana bir hikâye anlatır, ben en severek yaptığım iş olan dinleyişe bırakırım kendimi. Kederin, geniş alnına çizdiği iki yorgun çizgiyi gergin kaşlarının üzerinde güçlükle taşıyan, bir türlü bağ kuramadığı hatta dâhil olamadığı bu âlemden çok uzakta bir yerden dargın ve düşünceli gözlerle bakan, memnuniyetsizliğini ve vazgeçişini bir tercih olarak taşıdığının habercisi olan bir olgunluğu taşıyan fotoğraftaki bu müdanasız yüz. Cemil Bey’e aitti. Her insanın yüzü görebilen için kendi hikâyesinin anlatıcısıdır aslında. Ben de Cemil Bey’in hikâyesini yahut melankolisini kalbime doğan yakınlık hissi ve muhabbetle böylece okumaya başladım. Kimi insanlar, bazen kimi haller bir şarkıyla hatırlatır bana kendini. Elimde olmadan bir şarkı bir yerden çıkar gelir, o hayatla bir bağ kurar ve ben o insanı artık o şarkının eşliğinde hatırlarım. Cemil Bey de Fehmi Tokay’ın Rast şarkısıyla eştir gönlümde hep:
Sâgarda değil sâkî-i zîbâda gözüm yok/ Gülşen ne demek? Kubbe-i Mina’da gözüm yok/ Bir hâlet-i diğerle gönül hastadır amma/ Mecnun bile olsam yine Leylâ’da gözüm yok
Cemil Bey Molla Gürani’de bir evde, Tevfik Bey ve Zinhiyar Hanım’ın dördüncü evladı olarak dünyaya gelir. Henüz üç yaşındayken babası vefat eder. Tevfik Bey genç yaşında vereme yakalanır. İyi bir eğitim almasına, dört dil bilmesine, tahsili buna müsait olmasına rağmen devlet adamlığında yükselmenin, rütbe elde etmenin derdini gütmemiş, dünyadan kam almak muradı olmayan gözü tok, gönülsüz fakat prensipli bir baba olan Tevfik Bey, bu hasletleri evladı Cemil Bey’e adeta miras bırakıp göçer. Babasını hiç tanımayan Cemil Bey kırk üç yıllık kısa ömrüne böylesi yakıcı bir kayıpla başlar.
Cemil Bey seslerin kudretini nasıl fark etmiştir bilinmez ama bu içe kapanık çocuk çok küçük yaşlarda başlar seslerle ahengi aramaya. Cam bardaklardan, pabuç lastiklerinden yaptığı enstrümanlarla düşer nağmelerin peşine. Cemil Bey ömrü boyunca arayan adamdır; onun melankolisini de besleyen o hiç bitmeyecek arayışı böylece başlar. Yaz tatillerinde gittikleri Anbarlı Çiftliği’nde çiftlik çalışanlarından Lenber Ağa’nın tanburu, Cemil Bey’in herkesten gizli kucağına aldığı, tellerinde gezindiği ilk tanbur olur. Yine böyle gizli bir buluşmada Lenber Ağa’nın, kulağına gelen seslere hayretle dikkat kesilmesiyle Cemil Bey’in istidadı, kabiliyeti ayan olur. Ve ilk tanburunu abisi Ahmed Bey hediye eder. Cemil Bey için belki de hayatının en büyük saadetidir bu kavuşma, bir daha son nefesine kadar hiç ayrılmazlar.
On iki yaşına kadar annesinin yanında fakat amcasının himayesinde eğitimini sürdüren Cemil Bey, on iki yaşından sonra cuma geceleri annesinde kalmak üzere amcası Refik Bey’in evinde yaşamaya başlar, can yoldaşı tanburu hep yanı başında olmak üzere. Gel zaman git zaman Cemil Bey’in nağmeleri ne hanesine ne mahallesine sığar. Öyle nağmeler vücuda getirir, öyle bir ses yakalar ki zamanın üstadı Tanburi Ali Efendi bu genç adamı dinledikten sonra, “Seni dinledikten sonra bir daha bu sazı elime almayacağım” der. Bu iltifat, bu takdir kulaktan kulağa hayretle musiki çevrelerinde dolaşır. Sonra peşine türlü efsaneler yakıştırılır; tanburuna konup onu dinleyen bülbüllere rastlanır, Cemil Bey’i mecnun eden bir aşk icat edilir, mezarlıklarda gezip tanbur çalan bir meczup olduğu söylenir. Onu çok yakından tanıyan dostlarıysa bunların hepsinin asılsız olduğunu söyler. Cemil Bey ahlakıyla, edebiyle, ağırbaşlılığıyla, prensipleriyle tanınır yakın çevresinde.
- İşte Cemil Bey’in giderek artan bu şöhreti saraya kadar ulaşır. Abdülhamid, Cemil Bey’i sarayda dinlemek ister. Saraya davet edilen Cemil Bey için bu zor görev, aşılacak bir dağ gibi önünde yükselir. En büyük korkusu Muzıka-i Hümayun’a padişahın iradesiyle girmek zorunda kalmak ve böylece üniforma giymektir. Bir dostuna, “Aman efendim, ben o sırmalı esvaplar içinde ne yaparım, mutlaka ölürüm.” der. Cemil Bey’in korkusu, tüm bunların yanında her türlü merasimden, samimi olmayan, sahte her durumdan rahatsız olması, hürriyetine engel olacak her hali bir azap olarak görmesiyle de ilgilidir. Fakat neyse ki Cemil Bey memnun ayrılır saraydan. Her ne kadar Abdülhamid Türk müziğiyle çok ilgili değilse de Cemil Bey’in rütbesini yükseltir, maaşını arttırır ve kendisine yüz altın hediye eder.
Cemil Bey yalnız kusursuz icrası, benzersiz nağmelerindeki derinlik ve zenginlikle değil hiç durmadan çalışıp ortaya koyduğu yeniliklerle de dikkate şayandır. Tanbur sazına getirdiği yeni icra teknikleri, zamanın kimi müzisyenleri tarafından eleştirilmiş fakat bu sazı olduğundan farklı bir yere taşımıştır. Klasik kemençe sazını ise tavernalarda köçekçeler çalan bir sazdan ibaret olmaktan çıkarıp ona, ney ve tanbur yanında klasik müziğin asil sazları arasına girebilecek bir hüviyet kazandırmıştır. Kemençede de tanburda da bugün hâlâ takip edilen, rehber görülen, tatbik edilmeye çalışılan bir tavrı ortaya koymuştur. Aynı zamanda mızrapla çalınan tanburu, yay ile çalmayı deneyerek, yaylı tanbur sazını müziğe kazandıran da o olmuştur. Taksimlerinde kurduğu müzik cümleleri, yaptığı nağmeler, transpozeler, tiz perdelerdeki falsosuz seyirleri, tüm bunlardaki şaşırtıcı kıvraklık, saza kusursuz hakimiyet bugün için bile ulaşılamayan bir zirvedir. Cemil Bey’in virtüözlükteki kabiliyetini en iyi okuyabileceğimiz eserleri taksimleridir elbet ama yaptığı besteler, saz eserleri de onun yaratıcı kabiliyetinin derin ilhamının nişanesidir.
Cemil Bey’in müziğini, o gün köy türküleri denip pek dikkate alınmayan halk müziği de besler. Evinin önünden bir Elazığ türküsü söyleyerek geçen dilencinin peşine takılıp dilenciden işittiği melodiyi elindeki tütün kâğıdının arkasına notaya alır ve bunu sonraki taksimlerinde kullanır. Kimsenin kulak vermediği, bir kahvecinin bağlamasına, bahçıvanın zurnasına, bir çingene meclisinin şarkılarına gizli bir hazineye denk gelmiş gibi heyecanla kulak kesilir, müziğini bunlarla besler. Cemil Bey Batı Müziği’ne de vakit ayırmış hatta Türk Müziği ve Batı Müziği sistemlerini karşılıklı olarak anlattığı ve müziğimizin modern anlamda izahının yapıldığı ilk eseri de ortaya koymuştur. Bugün bilinen anlamıyla konser veren ilk sanatkâr da yine Cemil Bey’dir.
Oğlu Mesud Cemil’in anlattıklarından çıkarıyoruz ki Cemil Bey’in hayatı evinden çok dost meclislerinde musiki icrasıyla geçer. Evindeyken de, etrafını saran notalar, evin kıdemli kedileri, birini bırakıp birini aldığı sazları, tanburu, kemençesi, lavtası, çöğürü, viyolonseli ve kitaplar arasında sürekli çalışarak yaşar Cemil Bey. Bilhassa son zamanlarında daha çok evine kapanır. Bir dehaya eş olmanın, onunla hayatı paylaşmanın zorluğunu eşi Şerife Saide Hanım hayatı boyunca yaşar. Her ne kadar evliliğinden önce de sonra da hayatında başka bir kadın olmasa da, Cemil Bey’in onu paravan arkasından izleyen, izlemekle kalmayıp hayranlıkla kendinden geçen kadın hayranları Şerife Saide Hanım için tahammülü güç bir ızdırap gibidir. Kocasını çok seven bu saraylı hanım, eşi Cemil Bey, tanbursuz, şöhretsiz yalnızca onun olsun ister. Hürriyetine gem vurulmayan, gözü sazlarından gayrısını görmeyen Cemil Bey’i yalnız ve mahzun, hep bekleyen kadın olmuştur Saide Hanım. Oğlu Mesut Cemil doğduğunda yatağının kenarına oturan kocası kendisine, bir şeyler yapıp gönlünü hoş tutmak, içinde bulunduğu heyecanı en iyi bildiği dil ile karısına ulaştırmak hevesiyle, sana biraz tanbur çalayım mı, der. Saide hanım ise dehşetle geri çevirir bu teklifi; tanbur onun hiç yenemediği rakibidir adeta. Oğlu Mesut Cemil için de resmi, ciddi bir babadır Cemil Bey. Mesut Cemil’in babasıyla bir anını anlattığı o dokunaklı paragrafı buraya almadan geçemeyeceğim: “Bazen lavtayı veya çöğürü alır, çalmaya ve derinden gelen kalın sesiyle okumaya başlardı. O vakit yaşımın çok üstünde garip bir heyecana düşer, vücudumdan rahatsız olmasın diye, köşemde, sessiz bir oyunla meşgul gibi görünürdüm.
- Çaldığının ne olduğunu bilmezdim. Sevmekten ziyade korktuğum bu adam, gönderdiği ses dalgalarıyla, bir kandil gecesi yuvarlak el aynasının arkasına resmini yaptığım Allah’a yaklaşır; göğsüme, boğazıma, gözlerime dolardı. Bu duygu bir defa kalabalık bir sokakta annemi kaybettikten sonra tekrar bulduğum zamanki acı sevince benzerdi. Onu dinlediğim için ölecek olduğumu hissettirmek, gizli sırrımı ele vermek, camdan yapılmış bir evi kırmak korkusunun içimde uyanık tuttuğu şuurla -belli etmeden- dışarı çıkar, oda kapısıyla sofa arasındaki kalın perdenin büklümleri arasında gizlenir, hıçkırıklarımı tutar; yüzüm, ellerim sırılsıklam sarsıla sarsıla ağlardım.”
Bu rindane hayat kırk üç yıllık kısa bir ömürdür. Cemil Bey babası gibi vereme yakalanır, tedavisinin peşine de düşmez. 1916 yılının bir Temmuz günü karısıyla helalleşir, af diler: “Vakit geldi! Yirmi beş sene rindane yaşadım. Öldüğüme teessüf etmiyorum. Lakin sizin için badî-i ızdırap oldum. Affediniz! Kendinize ve Mesud’a iyi bakınız.” der ve sabaha karşı ebediyete göçer. Fatih Cami’sinde kılınan cenaze namazından sonra sessiz sedasız kendisini uğurlayan az sayıda yakın dostundan ibaret bir cenaze alayıyla Merkezefendi’ye defnedilir. Cemil Bey, Yunus’un “bir garip öldü diyeler” mısrasına sarınıp göçmüştür adeta. Aziz ruhu şad olsun...