Susturulmuş Yankılar: Bulgakov’un Ateşi, Lockshin’in Kadrajı

Bulgakov’un kalemi, en acımasız zamanlarda dahi sansüre meydan okumuştu...
Bulgakov’un kalemi, en acımasız zamanlarda dahi sansüre meydan okumuştu...

Moskova’nın dondurucu soğuğunda, kendi iç dünyasında yanmayı sürdüren bir adam: Mihail Bulgakov. O, yaşamının en derin çığlığını hem korkusuz hem de çaresiz bir inatla kâğıda döktü. Usta ve Margarita, kaybedilmiş hayallerin, bastırılmış arzuların ve zamana karşı direnen kelimelerin romanı. Sovyet rejiminin ağır baskısı altında, bu kelimeler Bulgakov’un susturulmuş sesi olarak saklı kaldı. Bulgakov’un ölümünden yıllar sonra gün yüzüne çıkan bu roman, okuru bir gölge gibi Moskova sokaklarına çağırıyor ve bize şunu soruyor: Bir hikâye, kendini yok sayan bir dünyada nasıl var olabilir?

The Master and Margarita.
The Master and Margarita.

Bu yazı, Usta ve Margarita’nın hem edebi hem sinematik dünyasında kaybolmuş zamansız sorularını, insan ruhunun sınırlarını zorlayan ahlâki ikilemleri ve Lockshin’in kadrajından özgürlüğe açılan kapıları aralamak isteyenler için bir rehber niteliğinde.

Yanmayan kelimeler: Stalin’in gölgesinde bir direniş Bulgakov, Stalin’in gözleri ardında hem mahkûm hem de korunan biri. Tutsak edildiği o aydınlık zindanında, sessiz ve acı dolu bir kahraman. Söyleyecek çok şeyi vardı ama kelimeleri zincire vurulmuştu; her harf, her hece yüreğinde öksüzdü.

Sonunda, ömrünün son demlerinde, titrek parmaklarından kaydı kalemi. Geride yarım kalmış hayallerin, susturulmuş çığlıkların kanlı canlı bir mirası olarak Usta ve Margarita kaldı.

Usta ve Margarita.
Usta ve Margarita.

Yıllar sonra, Bulgakov’un toprağın altına gömülen nefesi bir yolunu bulup yüzeye çıktı. Kapalı kapılar ardında saklanmış o kelimeler, sayfa sayfa elden ele gezdi, soğuk ve gri duvarların ardında yankılandı. Moskova’nın sokaklarında Bulgakov’un ruhu, hayalet bir nefes gibi Stalin’in gölgesinde ezilmiş ama asla söndürülmemiş bir ateşle dolandı durdu.

Bulgakov’un cezaya çarptırılmadığı doğruydu; onun cezası, söylemekten men edilmekti. Stalin, Bulgakov’un bedenini değil, hırsını zincirledi. Ama o, bu acıyı Usta ve Margarita’ya döktü. 1973’te, Bulgakov’un ölümünden sonra yayımlanan bu eser, sanki onun hâlâ atan canlı yüreğiydi, Moskova’nın karanlık köşelerinde bir ışık gibi parlıyordu.

“El yazmaları yanmaz.” der Bulgakov; evet yanmaz, zaman bile onları yok edemez. Bir şehrin taş sokaklarına karışır, ufuklara yayılan o sözler gibi hep biri yerlerde yaşamaya devam eder.

Geçmişin yankıları: Bulgakov’un kalemi, Lockshin’in kadrajı

Michael Lockshin.
Michael Lockshin.

Michael Lockshin, iki dünya arasında büyümüş bir ruh, bir yanıyla Amerikan rüyasının simgelerine gözlerini açmış, öte yanıyla Rusya’nın ağır ve çetin iklimine bizzat dokunmuş bir yönetmen.

Bir Amerikalı olarak bu Rus klasiğine Quentin Tarantino’nun keskin kadrajından esinle, bir intikam hikâyesiyle yaklaşması tesadüf değil; insan ruhunun yalnızca kendine karşı değil tüm dünyaya karşı giriştiği o ebedî mücadeleyi anlatma isteği var bu dikkatte.

Ancak tarihî kader bir kez daha sahneye çıkar. Putin’in işgalle açtığı yeni perdede, Lockshin, Amerika’dan yükselen bir karşı duruş sergileyerek Ukrayna’nın yarasına ses olur. Lockshin’ın bu adımı onu yalnızca yönetmen değil aynı zamanda bir mücadele insanı yapar. “Kendimi sansürlemeyeceğim.” derken filmin zaten sansür üzerine kurulu bir hikâye olduğunu hatırlatır. Onun sineması, bir sessiz çığlık değil tam aksine, baskının duvarlarına atılan bir çizik, bir isyandır.

Bulgakov’un kalemi, en acımasız zamanlarda dahi sansüre meydan okumuştu. Bugün Lockshin, o kalemin izinde, adalet ve özgürlük adına güçlü bir direniş çağrısını beyaz perdeye taşıyor. Filmin anlatısında yankılanan bu güncellik, Rusya’nın çalkantılı günlerine yeniden ayna tutarken Bulgakov’un ruhu sanki kadrajın içinden sesleniyor: Yazar ölse de fikirler yanmaz.

Ancak bu fikrin bedeli ağır olur. Lockshin ve ekibi, kendilerini Rusya’nın Devlet Duması’ndan ulusal medya kanallarına kadar uzanan bir siyasi fırtınanın tam ortasında bulur. Günümüz Rusya’sında Stalinist sansürün gölgesi neredeyse yeniden canlanmış, geçmişin hayaletleri bir bir karşımızda belirirken Lockshin, sarsıcı bir gerçeklikle baş başadır. “Bu ironiyi izlerken şaşkınlıkla bakakaldım.” der yönetmen.1 Propagandacıların ve sansürcülerin filmin karakterlerine ne denli benzediğini fark edememeleri, tarihin kendini trajik bir mizahla tekrar edişi değil de nedir?

Sinematik büyü: Sovyetler Moskova’sına yolculuk

2023 yapımı Usta ve Margarita, Bulgakov’un edebî labirentine sinematografik bir nefes katarken, izleyiciyi içsel bir hesaplaşmanın eşiğine bırakıyor. Modern dünyanın katı diline bürünen bu eser, aşkı ve gücü, varoluşun ve toplumun karanlık yüzleriyle örüyor. Her sahne, Moskova’nın sert soğuğunda ruhsal bir arınma arayışını hatırlatıyor.

Üç ayrı hikâyenin kusursuz bir şekilde birleşimi metanın büyüsüne bir kapı aralıyor: Usta bu anlatıda yalnızca bir karakter değil Bulgakov’un kendisine bir bakış, Lockshin’in onunla kurduğu bir köprü görevinde. Tsyganov’un Usta’ya kattığı nüanslar Bulgakov’un siluetini gölgelerde yaşatıyor, filme eşsiz bir derinlik kazandırıyor.

Film şok edici bir açılışla başlıyor: Görünmez Margarita’nın Latunsky’nin odasında yarattığı kaos, dev bir Lenin heykeliyle taçlanan inşa edilmemiş Sovyetler Sarayı’nın hayalet gölgeleri altında, 1930’lar Moskova’sının ürkütücü ihtişamında yankılanıyor. Woland’ın gecikmiş sahneye çıkışı ise 40. dakikaya sığdırılmış, Patriarch Göleti’nden St. Petersburg’un distopik sokaklarına ironik bir sıçrayışla izleyiciye sunulmuş.

Usta ve Margarita’nın trajik aşkı, romanın ritmini aksatarak erkenden kendini gösteriyor; Tsyganov ve Snigir’in gerçek hayatta da bir çift olması, ekrandaki kimyayı ateşli bir gerçeklikle besliyor. Ancak zamanın ve mekânın bu dramatik oyunları, romana uzak izleyiciler için yorucu bir kurguya dönüşebilir. Moskova’nın “gerçek” 1930’larında iken, bir anda Usta’nın düşsel Moskova’sına ve sonra Kudüs’ün geçmişine savruluyoruz. Bu geçişler, filmi hem bir büyüye hem de bir lanete dönüştürüyor.

Bir yazarın gölgesi, bir aşığın düşleri

Film, Bulgakov’un kederle yoğrulmuş kaleminden fışkıran satırların modern sinemadaki yankısı bir nevi, insan ruhunun hem sahili hem girdabı... Margarita’nın çıkışsız gibi görünen yolculuğu, yalnızca bir karakterin dramatik hikâyesi değil evrensel bir haykırış, öze yapılan zorunlu bir dönüş. Bu yolda Margarita, zihinlerin dip köşelerine itilmiş korkularla, çetin bir ahlâk duvarıyla, ezelî ve ebedî bir kötülükle yüz yüze gelir.

Woland’ın Şeytan suretinde arzı endam edişi, sanıldığı gibi dışarıdan gelen bir karanlık değil belki de her insanın içinde kök salmış bir çürümedir. İnsanoğlu, bilincin derinlerinden yükselen bu “gölge” ile yüzleşmek zorunda kalıyor. İşte burada yönetmen, Carl Jung’un o saklı dünyasını, “gölge” yi perdeye bir kara perde gibi indiriyor. Margarita’nın saf cesareti, içsel karanlığına meydan okuyarak ona ışık tutma çabası, aşkın ne derece kutsal bir silah olabileceğini bizlere hatırlatıyor.

Film, sadece bir anlatı değil sanki her karakter bir ayna, her sembol zihnimizdeki perdeyi aralamaya çalışan bir el. Margarita’nın mekânları ve Usta’nın kendi içine kapanarak aradığı kurtuluş yolu, hürriyetin ağır bedeliyle yoğrulmuş bir ağıt gibi. Bu, ruhun tutsak edildiği, kimsenin adını dahi zikretmeye cesaret edemediği bir yalnızlık ki o yalnızlık insanın kendi varoluşunu sorgularken en karanlık dehlizlerde bulduğu bir arkadaş.

Margarita’nın bitmeyen direnişi ve sevgisinin karşısındaki devasa engeller, izleyiciye içsel bir çağrı yapıyor; toplumsal baskının zulmüne direnmeyi, o içsel huzursuzluğun sesini bastırmayı değil ona kulak vererek yükselmeyi öğütlüyor. Kendi değerlerinden ödün vermeden yürümek bir nevi varoluşun ta kendisi… Usta ve Margarita, içsel bir meydan okuma olarak önümüzde duruyor ve yönetmen, tam da burada sinema perdesini bir savaş meydanına dönüştürüyor.

1. “Michael Lockshin on Russian backlash to ‘The Master and Margarita” AP interview

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım