Sürgün'den Beyrut manzaraları
Türk Edebiyatı’nda sürgün kavramını anlamının ötesine taşıyan ve ruhsal bir olgu haline getiren yegâne isim Refik Halid Karay’dır. O, uslanmaz bir muhalif ve yola gelmez bir sürgündür. Türkiye sınırlarından başlayıp daha geniş coğrafyalara uzanan sürgünlük maceralarının ona en büyük kazancı, yazarlığı yolundaki en değerli yapı taşı olan eserleri vücuda getirmiş olmasıdır. Zahmeti rahmete çevirmiş bir isimdir Karay.
Türkiye sınırlarında yaşadığı sürgünlüklerinin sonunda Memleket Hikâyeleri’ni, sınır dışındaki sürgünlüklerin sonunda da Gurbet Hikâyeleri’ni yazar Refik Halid. Elbette bunlar en çok bilinen eserleri. Bunların dışında romanlarının çoğunda karşımıza adına bugün Orta Doğu dediğimiz coğrafya çıkar.
Adeta avcunun içi gibi bildiği bu uçsuz bucaksız çölleri öyle güzel anlatır ki Karay, insanın sürgün olup diyar diyar gezesi gelir. Dar sokaklarda gezerken, karşısına çıkacak bir eskicinin hazin halini hayal etmek de yine onun diline olan hakimiyeti ve sevdası ile; eskici adeta capcanlı bir köşede beklemektedir.
Ortadoğu dediğimiz coğrafya, sistemli bir şekilde kana bulanmaya devam ediyor. Bir zamanlar, huzurun adı olacak kadar bir sükûnete sahip olan ülkeler, şehirler, masal şehirler bir bir yerle yeksan olurken yıkılıp giden sadece görkemli binalar değildi. Taş üstünde taş kalmazken, emperyal güçlerin bütün hesapları bir bir yerine getirilirken, enkaz altında kalan bir geçmişe ağıt yakmak da bize kaldı.
Biz, bizim olan ve her karışında izimiz olan destansı şehirlerin yok oluşuna ah u figan ederken, yitip gidiyor kalbimizin doğusu. Bir kere kanla tanışan toprakların huzura kavuşacağı günleri beklemek de iyi niyetten başka bir anlama gelmiyor.
Beyrut’ta büyük bir patlama ile şehir yerle bir olunca üzerimize çöken mahzunluğu hiçbir şiir dindiremedi. Bütün ezgiler yarım kaldı. Sesler içimize hapsoldu.
Yitip giden anlar, kaybolup giden bir şehrin hafızası bir ağıt gibi çökünce içime aklıma Refik Halid’in Beyrut’u geldi. Birçok eserinde mekân olarak Beyrut çıksa da karşımıza Sürgün romanının şehridir Beyrut.
“Sabaha karşı Beyrut göründü” cümlesi ile başlıyor roman. Daha ilk cümle ile hazırlanıyoruz Beyrut’a. Sürgün Hilmi Efendi’nin mahzunluğunda dolaşıyoruz şehri karış karış. “Memleketinden sınır dışı edilen yüzbaşı emeklisi Hilmi Efendi cennet gibi bir yere gittiğini biliyordu.” Hilmi Efendi, asker olarak da bulunduğu Beyrut’u bildiği için ne ile karşılaşacağının farkındadır. Şehrin güzelliğinden yana hiç şüphesi yoktur. Onun içini yakan, ailesinden ve İstanbul’dan ayrılıyor olmasıdır.
“Cennet gibi bir yer.” Böyle ifade ediliyor Beyrut. Kökleri M.Ö. 2000’li yıllara kadar uzanan bir şehir Beyrut. Roma İmparatorluğu dönemi, Hz. Ömer’in fethi, Yavuz Sultan Selim döneminde Osmanlı himayesi derken birçok medeniyetin izlerini taşıyan bir şehir Beyrut.
Hilmi Efendi ile Beyrut sokaklarında gezerken şehrin üstünde esip duran Osmanlı havasını hissediyoruz. Hz. Ömer ve Yavuz Sultan Selim’in emaneti bir şehirde olduğumuzu hissederek adımlıyoruz dört bir yanı. Beyrut’un tüm güzelliğine rağmen İstanbul akıllardan çıkacak gibi değildir. Hilmi Efendi de sık sık İstanbul-Beyrut karşılaştırması yapıyor.
“Şubat içinde Beyrut'da yaz çoktan başlamış gibiydi. Yaklaşan sandalların tenteleri Hilmi Efendiye Hıdrellezde, Kağıthane’ye giderken güneşliklerini takan İstanbul kayıklarını hatırlattı. Hava zaten bir bahar sevinci ile coşkundu; insana taze çayır kokusunu aratıyor, fulya ve zerren demetlerini özletiyordu. Geçen sene, böyle bir günde karısı ve kızı ile Unkapanı'ndan neş'eli neş'eli Sütlüce'ye geçtiklerini, kayıkta peynirli pide yediklerini düşünerek bir yıl sonraki şu ayrılığa akıl erdiremedi; İstanbul'dan başka bir yerde olduğuna inanamıyor gibi etrafına bakındı.”
İstanbul’a karşı olan özlemi sık sık depreşir Hilmi Efendi’nin. Dünyanın neresinde olunursa olunsun özlenir İstanbul. Beyrut’un güzellikleri cezbedici bir üslupla anlatılsa da İstanbul özlemi başka şeye benzemez. İki şehir sürgün bir yüreğin içinde dalgalanır durur. Elbette bu özlem Refik Halid’in mükemmel anlatımı ile buluşunca şiir olur, sevda olur, özlem olur; duman duman tüter hasret ateşiyle.
- “Birden hatırına bu denizin İstanbul'dan geçerek buralara ulaşmış olması ihtimali geldi; Boğaziçi'ni yalayıp Sarayburnu'nu tırnakladıktan, Yenikapı, Samatya meyhanelerinin yosunlu, iğri büğrü, çürük direklerine sürünüp düründükten sonra Marmara'yı aşmış. Akdeniz'e yayılmış, sonunda Beyrut sahillerine düşmüştü. İçinde, belki de, hâlâ memleketinin süprüntüsü vardı; bir kundura, bir bira şişesi, bir şeyler!”
Yüz ellilikler listesindedir Refik Halid. Yazdıklarından dolayı sürgüne gönderilir. Beyrut’ta ve Halep’te geçer sürgünlük yılları. Bu yüzden iki şehrinde sokaklarında, caddelerinde sık sık gezintiye çıkıyoruz Sürgün’de. Sık sık karşımıza Refik Halid çıkacak sanıyoruz bir sokak başından. Anlatım öylesine canlı öylesine gerçek. Portakal kokuları arasında ilerlerken bereketli topraklar üstünde, deniz serinliği hiç bırakmıyor yakamızı.
“Beyrut'u uzaktan, kuş bakışı görüyorlardı. Çamfıstığı korusunun gölgesi içinde, tertemiz bir dağ havası ciğerlerine genişlik, nefes alışlarına kolaylık verdiği için Hilmi Efendi kendisini tüy gibi hafif buluyor, haftalardan beri süren iş yorgunluğunu, kollarındaki, bacaklarındaki ağrıyı ve kesikliği artık duymuyordu.”
Halep’e de geçer Hilmi Efendi. Beyrut’un tüm ışıltılı görüntüsüne karşılık, o yılların Halep’i sessizdir, eskidir, içine çekilmiş bir haldedir. Beyrut’un karşısında Halep, oldukça yoksul ve bîçaredir.
“Şimdi memleketin içine girmişlerdi. Kalenin anlamlı görünümünü, ahşap cumbalarına ve kaplamalarına bakınca taştan yapılmış sapasağlam binalar olduklarına inanılmayan, bücür, gösterişsiz evler örttü. Daha o tarihte, yani 1924'te tramvay, elektrik, asfalt, modem binalar yoktu; eğri büğrü parke taşlarının nal ve demir çemberlerle sürekli çarpışması şehri sersemletici bir şamataya boğmuştu; hava, sanki örs ve çekiç arasında, durup dinlenmeden dövülüyordu.”
Sürgün bir yüreğin özlem dolu yaşamına şahit olduğumuz romanda Refik Halid, Beyrut’tan, Halep’ten İstanbul’a bakarak içindeki özlemi dindirmeye çalışarak Hilmi Efendi’nin şahsında gurbet acısını dinmek bilmez bir sızı gibi anlatıyor. O Beyrut diyor biz İstanbul anlıyoruz. Kayboluyoruz her gün biraz daha. Masal gibi bir geçmiş elimizden, kalbimizden kayıp gidiyor. Efsanesini yitiriyoruz çocuk yaşımızın.
Ortadoğu gibi büyük bir coğrafyayı tarihin penceresinden izlemek isteyenler için Refik Halid’in romanları ve Gurbet Hikâyeleri çok iyi bir yol rehberi olacaktır. Çünkü o, sürgün de olsa yaşadığı şehrin havasını tüm zerrelerinde hisseden müzmin bir yerlidir.