Sufilerin mekânla ilişkisi - Mekâna bağlı olmamak

Sufilerin mekânla ilişkisi.
Sufilerin mekânla ilişkisi.

Sufiler, kulluk bilincini olabilecek en üst noktaya taşıyarak dinin sadece yükümlü oldukları amelleriyle yetinmeyip dini hayatlarının her safhasına taşımayı amaçlamışlardır. Allah’a yaklaşmak en ulvi amaçları olduğundan, meselelere hakikat nazarından bakmaya çabalamışlardır.

Nasıl ki mümin dünyada misafirdir, dünya ise misafirhanedir; aynı şekilde misafir, evin hiçbir eşyasını kendisi için sahiplenmez; benimsemez sufi de dünyanın barındırdığı eşyaları sahiplenmez, benimsemez.
Nasıl ki mümin dünyada misafirdir, dünya ise misafirhanedir; aynı şekilde misafir, evin hiçbir eşyasını kendisi için sahiplenmez; benimsemez sufi de dünyanın barındırdığı eşyaları sahiplenmez, benimsemez.

Onlar, idrakin, Allah’ı idrakte yetersiz olduğunu kavramışlar ve böylece bir hadis-i kudside belirtilen, “Ben onların gören gözü olurum, benimle görürler, işiten kulakları olurum, benimle işitirler…” sırrına talip olmuşlardır. Dünyanın fani olmasının, dünyaya ait her şeyin de fani olması demek olduğu bilinciyle nazarlarını fani olanı ayakta tutan tecelliye dikmişlerdir.

Bütün bu manevi süreçlerde de kendilerine ayetleri ve hadisleri dayanak olarak almışlardır. Sufilerin sözlerinin ve amellerinin muhakkak ayetlerde veya hadislerde kaynağı bulunmaktadır.

Peygamber Efendimiz (sav) bir duasında Allah’a, “Bana eşyanın hakikatini göster.” şeklinde yakarışta bulunmuştur. Sufilerin hakikat şeklinde bahsettikleri makam, Peygamber Efendimizin (sav) duasında buyurduğu, eşyanın hakikatiyle aynı anlamdadır.

Dolayısıyla eşyalar, bizim gördüğümüz şekilleriyle hakikate matuf değillerdir. Görünen aldatıcıdır çünkü fanidir. Fanilik bir şeyin geçici olması demektir. Hakikat ise asla geçici olamaz. Hakikat özünü Allah’tan alır ve bâki olanın öze tecelli etmesi onu fanilikten çıkarır.

Cenab-ı Hak, Kur’an’ı Kerim’de şöyle buyurmuştur: “Allah’ın vechi dışında her şey yok olucudur.” (Kasas 28/88) Ve şöyle buyurmuştur: “Nereye yönelirseniz yönelin Allah’ın vechi oradadır.” (Bakara 2/115). Kişi yöneldiğinde Allah’ın vechini görmez, o birtakım eşyaları, suretleri görür. Ayetten de gördüğümüz üzere o suretler, eşyalar yok olucudur. Ve ayet bize şu sarsıcı bilgiyi vermektedir: Gördüğümüz şeyler aslı itibarıyla yokturlar, orada da Allah’ın vechi vardır!

Kişi, dünyada fanidir. Faniliği, dünyanın ve içindekilerin faniliğiyle özdeşleşmesine sebebiyet verir. Kişiyi fani kılan bir nefse sahip olmasıdır. Ahirette nefsiyle yolları ayrılacaktır ve orada fanilikten de kurtulacaktır, sonsuz bir yaşama sahip olacaktır. Nefsi kişiye ruhu olduğunu unutturmuş, onu saklamıştır. Aynı şekilde baktığı yerde de eşyanın hakikati saklanmış, kendisinin kabuğu mesabesinde olan bedenini görmesi gibi eşyanın da kabuğunu görmüş, aslını görememiştir.

Bu bilinç ise sufinin eşya ile ilişkisini belirlemiştir. Sufi, kalıcı olmayan hiçbir şeye kalıcılık vasfı yüklememiştir. Geçicilik, sufi için eşyayı bir araç kılmıştır. Nasıl ki mümin dünyada misafirdir, dünya ise misafirhanedir; aynı şekilde misafir, evin hiçbir eşyasını kendisi için sahiplenmez, benimsemez, o da dünyanın barındırdığı eşyaları sahiplenmez, benimsemez.

Peygamber Efendimiz (sav) Medine’deyken bir sahabenin vefat ettiği haberini alır. Hemen nerede doğduğunu sorar. Sahabe efendilerimiz Medine’de doğduğunu, Medine’de öldüğünü söylerler. Peygamber Efendimiz (sav) “Keşke başka bir beldeye gitseymiş.” der.
Peygamber Efendimiz (sav) Medine’deyken bir sahabenin vefat ettiği haberini alır. Hemen nerede doğduğunu sorar. Sahabe efendilerimiz Medine’de doğduğunu, Medine’de öldüğünü söylerler. Peygamber Efendimiz (sav) “Keşke başka bir beldeye gitseymiş.” der.

Bu bakış açısı sufide mekâna da yansımıştır. Sufi için mekân da kalıcıdır, araçtır. Mekân, Allah’ın vechini görmek için bir tecelligâhtır. Orada, Allah’a yaklaşması için alacağını alır ve bırakır. Dünyada kendini misafir görmesi, dünyanın içindeki her mekânı da misafirhane olarak görmesi anlamına gelmektedir.

Bu yüzden sufiler, tarih boyunca seyahati bir “yaşam tarzı” olarak benimsemişlerdir. Meşhur sufi İbn’ül Arabi Endülüs doğumludur ama Malatya’da vahdeti vücut öğretisini sunmuş, Şam’da vefat etmiştir. Arada daha misafirlik ettiği hem ders aldığı hem de ders verdiği nice beldelerde nice insanlar olmuştur.

Onlar ilim öğrenmek için seyahat etmişlerdir. İlmi de Allah’a yaklaşmak için talep etmişlerdir. Gittikleri yerlerde tekkeler, medreseler aramışlar; Allah’ın dostlarını bulmaya, onlardan istifade etmeye çalışmışlardır. Bugünün tabiriyle seyahatleri turistik gezi mahiyetinde değildir, bir beldeye gittiklerinde hemen o beldenin meşhur alimini, arifini aramışlar, ders halkasına katılmışlar, onun feyzinden istifade etmeye çalışmışlar, himmetine talip olmuşlardır.

Sufiler mekânı da bağlanma yönünden perde olarak görmüşler, mekânsızlığa talip olmuşlardır. Mekân ve eşya sufi nazarında, Allah’a giden seferinde geçici bir durak ve bir araç hükmünde kalmıştır.
Sufiler mekânı da bağlanma yönünden perde olarak görmüşler, mekânsızlığa talip olmuşlardır. Mekân ve eşya sufi nazarında, Allah’a giden seferinde geçici bir durak ve bir araç hükmünde kalmıştır.

Peygamber Efendimiz (sav) Medine’deyken bir sahabenin vefat ettiği haberini alır. Hemen nerede doğduğunu sorar. Sahabe efendilerimiz Medine’de doğduğunu, Medine’de öldüğünü söylerler. Peygamber Efendimiz (sav) “Keşke başka bir beldeye gitseymiş.” der. Sahabe efendilerimiz nedenini sorduğunda Peygamber Efendimiz (sav) “Kişi, Allah için bir başka beldeye gidip orada öldüğünde, Allah, ona cennette doğduğu yer ile öldüğü yer arasındaki mesafe kadar yer hazırlar.” buyurmuştur. Büyük ariflerden Şüsteri, dervişlere seyahati tavsiye ederken bu hadis-i şerifi söyler. Yani sufilerin seyahat etmesi dahi Allah için ve Peygamber sünneti olması sebebiyledir.

Fakat dikkat edilmesi gereken husus, sufiyyenin seyahat ederken de orada yerleşip yaşarken de yüklediği anlamın farklılığıdır. Allah lamekân’dır ama bizim zihnimiz mekânsızlığı taayyün edemez. Biz Allah’a dair düşüncelerimizde bile bir mekân aracılığıyla zihnimizde tasavvur oluştururuz. “Allah’ın huzurunda bulunmak” deriz örneğin. Dünyada da her şeyi mekânla kayıtlı tutar, mekânla düşünürüz. İnsan, olay veya durum, bahse konu ne olursa olsun, mutlaka zihnimiz onu bir mekânla özdeşleştirir.

Sufilerin eşya ve mekân ile ilişkisinde bu düşünceler yatar.
Sufilerin eşya ve mekân ile ilişkisinde bu düşünceler yatar.

Fakat mekânların yaratılmış olması, onları Allah’tan gayrı da tutar. Bu durumda da sufi onlara herhangi bir şekilde gönül bağlamaz. Bunu yaparken de kavramlara yeni anlamlar yükler. Böylece sufi için asıl mekân “gönül” olur. Gönlünü, gönle bağlar. Çünkü gönül, kalp, Allah’ın evidir. Bir kuds-i hadiste Allah, “Yere göğe sığamadım, mümin kulumun kalbine sığdım.” buyurmaktadır.

Bu düşünce sufinin bakışını da etkiler. Onun zihni, beş duyuyla kaimdir. Dolayısıyla belirli bir sınıra sahiptir, gördüğü ve gördüğünde anladığı, okuduğu da sınırlı zihninin yani “zannının” ürünüdür. Zan ise mutlak doğruyu vermez hatta yanlışı verme ihtimali yüksektir. Bu nedenle de İslam’da zan, haramdır. O hâlde sufi mutlak doğruya ulaşmak için sınırlı bir yapıya sahip olan zihninden kurtulmalıdır.

Burada da devreye kalp girmektedir. Basar, baş gözü demek iken, kalp gözüne basiret denmektedir. Basar, gördüğünü bilir. Basiret ise görünmeyeni de kavrar. Halk dilinde feraset sahibi kimseler için “onun kalp gözü açık” deyimi buradan gelir. Sufi eşyanın hakikatini görmek için baş gözüyle eşyayı görmekten sıyrılmalı ve iç gözüyle yani kalbiyle görebilmelidir.

“Çalabım bir şâr yaratmış iki cihân âresinde

Bakıcak dîdâr görünür ol şârın kenâresinde

Nâgehân ol şâra vardım ol şârı yapılır gördüm

Ben dahî bile yapıldım taş ü toprak âresinde”

Şar, bilindiği üzere şehirdir. Hacı Bayram Veli’nin bu şiiri farklı bir okumaya müsait olsa da biz zahiren baktığımızda şehre bahsettiğimiz konuda mana verildiğini görürüz. Allah’ın yarattığı şehirde, Allah’ın vechi görünür. “Yapıldım” kelimesi, sufinin, Allah’ın vechini görmesi için belli merhalelerden geçilerek belli bir makama getirildiğini işaret eder. Yani o zihninde, kalıptan kurtulmuş, kalbinin hükümranlığında yaşamaya başlamıştır. Kalp, Allah’ın evi olduğundan, kudsi hadiste belirtilen “Gören gözü olurum…” sırrına ermiş ve Allah’ın vechini görmüştür.

Sufiler; Allah’ın arzusunu, iradesini, ilmini istediğinden kalplerinden Allah’ın dışındaki her şeyi atmayı istemişlerdir.
Sufiler; Allah’ın arzusunu, iradesini, ilmini istediğinden kalplerinden Allah’ın dışındaki her şeyi atmayı istemişlerdir.

“Şâkirdleri taş yonarlar yonup üstâda sunarlar

Çalabın ismin anarlar ol taşın her pâresinde

Ol şâr dediğim gönüldür ne âlimdir ne câhildir

Âşıklar kanı sebîldir ol şârın kanâresinde”

Taşın her paresinde Allah’ın isminin anılması; hem sufinin o mertebeye varmak için zikre sarılması anlamına gelir hem de Kuran’ı Kerim’de yer alan “Hiçbir varlık yoktur ki, O’nu hamd ile tespih etmesin. Fakat siz, onların tespihini anlamazsınız.”(İsrâ 17/44) ayetine delildir. Tesbihi anlamak da yine “Ben onların işiten kulağı olurum…” sırrına ermekle mümkündür. İbn’ül Arabi, Fütûhât’ta taşların zikrini işittiğini söylemektedir. Gönlün ne âlim ne cahil olması da gönlün Allah’ın mekânı olduğundan ve kudsi hadisin sırrındandır.

Sufilerin eşya ve mekân ile ilişkisinde bu düşünceler yatar. Onlar imkânsızlığı mekân olarak benimserler ve mekândan geçerek mekândan münezzeh olanın huzuruna dahil olmayı arzularlar.

“İşbu vücud şehrine her dem giresim gelir

İçindeki sultanın yüzün göresim gelir”

“Sensüz iki cihan benim zindan görünür gözüme

Senin ışkınla bileşen gerek gerek has-ül hasdan ola”

Yukarıdaki beyitlerde Yunus Emre de mekâna bakışını, mekânla ilişkisini özetlemiştir.

Hâl böyle olunca da sufiler mekâna gönül vermemişler, mekânı kendilerine mesken tutmamışlardır. Onların gözünde varlık ile yokluk bir olmuştur. Sultanın yüzünü göremediği her yer zindan olmuştur. Peygamber Efendimiz (sav) bir hadisinde “Bütün yeryüzü müminlerin mescididir.” buyurmuştur. Mescit, namaz kılınan yerdir. Namaz, Allah’ın huzurunda bulunmaktır. Öyle ki kulun Allah’a en yakın olduğu an secde anıdır. Dolayısıyla sufiler nazarında tüm yeryüzü Allah’ın huzurudur.

Gönül vermemeleri menkıbelerde de karşımıza çıkmaktadır. Dönemin devletlilerinden biri İbn’ül Arabi’ye bir ev hediye eder. İbn’ül Arabi eve girmez, evin kapısı önünde oturur ve beklemeye başlar. Az zaman sonra bir yoksul gelir ve Şeyh’ten para, yiyecek vb. ister. Şeyh ona hiç parası olmadığını, sadece bu eve sahip olduğunu söyler ve evi ona vererek gider.

Sufiler; Allah’ın arzusunu, iradesini, ilmini istediğinden kalplerinden Allah’ın dışındaki her şeyi atmayı istemişlerdir. Allah’tan başka her bağın tuzak olduğuna inanmış ve hiçbir faniye bağlanmamışlardır. Dolayısıyla mekânı da bağlanma yönünden perde olarak görmüşler, mekânsızlığa talip olmuşlardır. Mekân ve eşya sufi nazarında, Allah’a giden seferinde geçici bir durak ve bir araç hükmünde kalmıştır.

Nitekim sufilerin tekkeyle ilişkisi de bu yönde gelişmiştir aslında. Tekkeler sufileri bir mekân olarak kendisine bağlamamıştır. Bilakis sufi tekkede bir süreliğine dünyadan ve tüm bağlarından kurtulur, orada sadece Allah’ı zikreder, anar, orası ona Allah’ın huzuru hissiyatı verir. Tekkeler bir mekândır zahiren ama sufinin mekânsızlığı tecrübe ettiği bir imkândır da.

Bir zat, Mevlâna Hazretlerine sordu: “Lamekân nasıl bir yerdir ve nerededir?”

Mevlâna Hazretleri cevap verdi: “Bu, Allah yolunda candan ve yürekten kopan cömertliktedir.”

KAYNAK / ARİFLERİN MENKIBELERİ, EFLAKİ, MEB YAYINLARI DİVAN, YUNUS EMRE, H YAYINLARI HACI BAYRAM VELİ, MEHMET ALİ AYNİ, BÜYÜYENAY YAYINLARI HİKÂYEM NE TUHAFTIR, AHMET MURAT, İNSAN YAYINLARI

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım